19 Aralık 2010
Menâr-ı çâr guyâ çâr-yâr-ı Fahr-i âlemdir
O günbedde alem nûr-ı Nebî’ye olunur îma
Edebî tarih tasarımı bir yöntem bozukluğudur.Jean Sauvaget’in bu tesbiti, bilhassa seküler tarih tasarımının buyurganlığından müşteki olan, hiç değilse farklı yorum imkanlarına da şans tanınması gerektiğini düşünen çevreler tarafından dikkate alınmalı. Özellikle Osmanlı tarihi sözkonusu olduğunda. Özellikle, dünyayı kavrama biçimiyle, neredeyse artık hiçbir alâkamızın kalmadığı Osmanlı dönemi düşünce ve sanat eserleri sözkonusu olduğunda.
Resmî tarih tasarımının görmekte ve göstermekte isteksiz davrandığı ne kadar ayrıntı varsa, edebî tarih tasarımının o ayrıntılara büyüteç tutma arzusu da o kadar güçlü olmakta. Zavallı tarih! İdeolojik beklentilere hizmetçilik etmedikçe varolmasına izin bile verilmiyor. Geçmişin bilgisinin bilimsel saygınlık kazanamaması ve kolaylıkla gözden düşmesi biraz da bu yüzden.
Edebiyat, zorunluluğun ve nesnelliğin o baskıcı karakteriyle geçinemeyen serâzad zekâların uğrağı. Abartı, duygusallık, öznellik.
Yorum niteliğindeki hiçbir açıklama nesnellik iddiasında bulunamaz. Çünkü zorunluluk iddiasında bulunamaz. Edebî tarih tasarımını daha baştan bir yöntem bozukluğunun ürünü hâline getiren, taraftarlarının, yorumların psikolojik sonuçlarına ilişkin önlenemez duyarlılığı. Bu duyarlılık tarihin kendisini değil, işlevini önemli kılıyor. Çünkü mevcut yorumları siyasî ve toplumsal sonuçlarına göre değerli veya değersiz hâle getiriyor.
Edebî tarih tasarımının ancak seküler tarih tasarımının bir antitezi olarak varlık bulması, iki tasarım tipinin ortak ideolojik özü sebebiyledir.
Nedir o ortak ideolojik öz?
Pragmatizm.
Pragmatizm.
Bir örnek olarak Doğan Kuban’ın şu açıklamasına bir göz atalım:
Felsefî eğilim ya da dinî simgesellik etkisi olmadan işlevsel bir düşünceye dayanarak kubbenin geometrik biçimi ve strüktürel eğiliminden bir merkezî mekân kavramına varılmıştır. Başka bir deyimle, Türk mimarları, [zaten varolan] kubbe mimarisini en son mantıkî sonucuna ulaştırmıştır. (Osmanlı Mimarisinin Kimliği)
Sabırla ve biraz daha dikkatle metne yakından bakmayı deneyelim:
Felsefî eğilim ya da dinî simgesellik etkisi olmadan işlevsel bir düşünceye dayanarak...
Bu mimarlık tarihi ustası, yorumunun aşırılığının pekâlâ farkındadır. Geri adım atmaz ama yine de şu açıklamayı yapmak zorunda kalır:
Kubbenin simgesel anlamı üzerinde birçok çalışmadan sonra, bir kubbeli üslûp gelişmesinin hiçbir felsefî esasa dayanmadığını söylemek yalın bir yargı gibi görünebilir.
Yalın bir yargı gibi mi?
Aksine bu denli cüretkâr bir yoruma yakışacak en son niteliktir yalınlık.
Kuban gibi bir mimarlık tarihçisi bu denli cesur yoksamalara nasıl kalkışabiliyor? Bir dilden söz ediyor, mimari bir dilden, hem de anlaşılmaz bir tutumla bu dilin kendisi dışında başka bir şey göstermediğine inanmalarını istiyor muhataplarından. Kendisini cesaretlendiren sanırım büyük ölçüde edebî tarih tasarımının fevkalâde naif yorum teşebbüsleri.
Açıkça söylemem gerekir ki Kuban’ın kendisi de bu naifliği izale edecek kavramsal birikimden yoksundu(r). İntelijansiyamızın Osmanlı’nın dünya-görüşünü serimleyen çalışmalardan hâlâ mahrum olduğu düşünülür ve o devrin matematik ve doğa bilimlerine ilişkin bilgi seviyesinin neredeyse hâlâ bir hiç mesabesinde olduğu gerçeği teslim edilirse, sanırım Kuban’ın kavrayış kusurlarına yönelik bu tesbitimle kendisine bir haksızlık yapmadığım kabul edilecektir.
Belirtmem gerekirse, bu tesbitimin tek kusuru skandal düzeyde yalın ve sade bir gerçeğe işaret etmesidir.
Turgut Cansever ile Doğan Kuban arasındaki en önemli fark da budur kanaatimce. Kuban bilmediğini bilmez, kendi yapı geleneğine karşı zaman zaman şefkatsiz ve hoyrat davranmasının en önemli nedeni bu irfan eksikliğidir. Cansever ise, neyi bilmediğini biliyordu ve öğrenmek için çırpınıyordu. Her büyük deha gibi eserlerdeki değişimleri açıkça görüyor, seziyor ama sebeplerini izah etmekte güçlük çekiyordu. Süleymaniye ile Selimiye arasındaki farkları izah etmek için o devirde yaşanan entelektüel krizlerin hangi ayrıntılar etrafında gelişmiş olabileceğini merak ediyordu.
Osmanlı mimarlığında simgesel dil oyunlarının değerine işaret etmek amacıyla küçük bir ayrıntıya dikkat çekmek isterim; hem de yazılı olarak ilk kez. Kubbelerin ve minarelerin üzerindeki alem. Uçları göğe dönük küçük hilâl. Bu simgenin bugüne değin hakkını veren bir tek yazılı metne rastlamış değilim. Oysa Mimar Sinan’ın anılarında, eğer ibarenin hakkı verilirse, alemin simgesel anlamına doğrudan işaret edilmiştir.
Menâr-ı çâr guyâ çâr-yâr-ı Fahr-i âlemdirO günbedde alem nûr-ı Nebî’ye olunur îma
Bu beytin ilk mısraında, Selimiye Camiin dört minaresinin çâr-yâr-ı güzîne, yani dört raşid halife’ye delâlet ettiği açıkça ifade edilmekte, ama daha önemlisi kubbenin tepesindeki alemin Nur-ı Nebî’yi, yani irfan geleneğimizde Nûr-ı Muhammedî veya Hakikat-i Muhammediye olarak, felsefe geleneğimizde ise, Yeni Eflatunculuğun etkisiyle, İlk Akıl (Akl-ı Evvel) olarak yorumlanan ilkeyi temsil ettiği sarahaten dile getirilmektedir. Arş(-ı A’la), Kürsi, Kalem, vs.
Sinan eserlerine bir de bu açıdan bakılsa, acaba o kubbeler düzeneği artık eskisi gibi karşımızda suskun suskun durabilir mi?
Bu ayrıntıların üzerine ilk kez şimdi düşünmenin ışığının düşmesi tuhaf değil mi?
Türkiye muhakkak düşünmeyi öğrenecek, kuşku yok bunda. Yeniden. Asırlar sonra.
Sözün özü, devrin Fizik ve Astronomi öğretisinin felsefî ve tasavvufî yorumlarına nüfuz etmedikçe ne Mimar Sinan’ın, ne Davud Ağa’nın, ne de Mimar Sedefkâr Mehmed Ağa’nın âsârı hakikatiyle yorumlanabilir.
Yine bir nûmune kabilinden, bu sefer Mimar Sinan’ın (öl. 1588) hatıralarından değil, yaklaşık birbuçuk asır önce vefat etmiş Süleyman Çelebi’nin (öl. 1422) Mevlid-i Nebîsinden bazı mısraları hatırlatacağız:
Hak Tela ne yarattı evvela
Cümle mahlukattan kim evvel ola
Mustafa nurunu evvel kıldı var
Sevdi anı ol kerimü girgidar
Osmanlı mabedi zorunlu olarak Osmanlı’nın dünyagörüşünün bir tecessümüdür. Kaçınılmaz olarak. Osmanlı mabedinin salt ikonolojisi değil, ikonografisi de bu hakikati isbat eder.
Düşünebiliyor musunuz, hangi dinde böylesi bir tanrı & peygamber tasavvuru gelişmiştir:
Gel habîbim sana aşık olmuşam / Cümle halkı sana bende kılmışam
Elçisine âşık bir Tanrı öyküsü. Dolayısıyla kubbe ve alem ve dört minare.
Demek ki düşünmenin bundan böyle nâz etmesine izin vermeyip onu ısrarla huzura davet etmek zorundayız. Düşünme bütün heybetiyle önümüze düşmek zorunda.
Yine bu vesileyle Sâî Mustafa Çelebi’nin kalemiyle çizilen Mimar Sinan’ın şu gökyüzü tasavvuruna dikkatinizi çekmek isterim:
Hemânâ kubbe-i âlisi anun çarh-ı a’zamdur
Nümûne anlar anı nüh-felekten dide-i bîna
Nûr-ı Muhammedî niçin en büyük kubbenin tepesinde? O yarım ve çeyrek kubbeleri saymayı ve o devrin astronomi metinlerindeki karşılıklarını görmeyi deneyen oldu mu? Daha da önemlisi o metinlerin felsefi ve tasavvufî yorumlarını?
Allah rızası için bir kimse de mi merak etmez nedir şu nüh-felek diye?
Daha ne desin, en üstteki kubbe çark-ı a’zamdır, yani en büyük gezegendir diyor. Dokuz gezegeni açıkça telâfuz ediyor. Felek-i Atlas’a bile işaret ediyor. Ne ki hiçbiri anlaşılmıyor. Hadi genel okur bir kenara, yayına hazırlayanlarca da, takriz yazanlarca da.
Kısacası, henüz Osmanlı mabedinin ikonografisi yapılmamıştır. Bir tarafta sağcılığın şişirdiği vıcık vıcık ebedî tarih tasarımı, diğer tarafta ikonolojik simge yorumculuğundan uzak pozitivist genellemecilik. Başka bir deyişle huysuz ve hoyrat sözde seküler tarih tasarımı, ya da Kuban’ın sığındığı hâliyle, mimaride simgeselliğinden soyulmuş sözde Türk pragmatizmi.
Önce ikonografi, sonra ikonoloji.
Geçmişi yüceltme ya da küçümseme tavırlarından uzaklaşıp mimarlık tarihçileri artık adam gibi bu toprakların dilini öğrenmelidirler. Osmanlı biliminin dilini. Medresenin ve tekkenin dilini. Yeter ki aşk olsun, iradenin tüm edimleri aşka münkalib olsun, o zaman bir de taşların dilini.
Kuşların dili olur da taşların dili olmaz mı?
Yeter ki soru sormasını bil ey talib, inan, o takdirde taşlar bile seninle konuşur.
NOT: Bir minarenin alemi sekize, bazı unsurlarının tekrarıyla da on bölüme ayrılır. Aşağıdan yukarıya doğru, sırasıyla: 1. Kaide, 2. Küp (simit, karpuz) 3. Kaide, 4. Boyun (alt bilezik), 5. Küp, 6. Boyun (orta bilezik), 7. Armudî, 8. Küp , 9. Boyun (üst bilezik), 10. Hilâl (Boynuz).
NOT: Bir minarenin alemi sekize, bazı unsurlarının tekrarıyla da on bölüme ayrılır. Aşağıdan yukarıya doğru, sırasıyla: 1. Kaide, 2. Küp (simit, karpuz) 3. Kaide, 4. Boyun (alt bilezik), 5. Küp, 6. Boyun (orta bilezik), 7. Armudî, 8. Küp , 9. Boyun (üst bilezik), 10. Hilâl (Boynuz).
Ek okuma için tıklayınız:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder