That’s what we all have done! We’re here!
— Seni öldüreceğiz babalık! Hepinizi... Seni... ve o domuzu... ve şu insan evlâdını...
— Şaka yapıyorsun, değil mi?.. Peki neden?.. Suçumuz ne ki?.. Neden bizi de? Bizim suçumuz ne?
— Buradasınız. Buradasın babalık! Suçun bu! Hepimizin suçu bu! Burada olmak! (That’s what we all have done! We’re here!)
Hepimizin
suçu bu: burada olmak!
Evet, bütün suçumuz, burada olmak!
Walter Grauman’ın “Lady in a Cage” (1964) adlı
filminin belki de zihnime kazınan en etkileyici çığlıklarından biri!
İnsan varoluşundaki anlamsızlıkla bir anda
yüzleşme! Olabilecek en sade ve en basit hâliyle abesle yüzleşme!
Abes, yani saçma,
yani anlamsız, yani boşluk ve hiçlik.
Abesi bir
anda, hem de böylesine çıplak bir
surette insan bilincine çarpan nedir peki?
Ölüm.
Nedensiz
şiddet aracılığıyla aniden insana yüzünü gösteren ölüm.
Nitekim
şair, başka bir vesileyle değinir geçer bu halin yanından.
Ateşten zehrini tattım bu okun
Bir anda kül etti can elmasımı
Sanki burnum değdi burnuna ‘yok’un
Kustum öz ağzımdan kafatasımı
Ölüm, insanı
abese irca eder.
Reductio ad absurdum
Acaba
gençler bu güzelim tabirin anlamını bilirler mi?
Abese irca etmek
Birine bir şeyin saçma olduğunu göstermek.
Sırf burada, bu-ara-da bulunduğumuz için
ölecek olmamız, bir anda bizi abese irca eder.
Aniden hiçleşiriz.
Bir anda
burnumuz değer burnuna yokun!
Ölüm korkusundan.
Burada.
İnsan o anda
kusar öz ağzından kafatasını.
Nedensiz şiddetle
karşılaşan her bilinç, abesle
tanışmış demektir, saçma’yla, absürd’le, anlamsız’la.
Lütfen totoloji
olarak telâkki etmeyiniz: nedensiz olanla ve/veya nedensizlikle.
İnsan zihni
nedensizi kavrayamaz.
Aslâ!
Evet, aslâ, nedensizi anlayamaz!
Açıklayamaz da.
Anlayabilmesi
ve açıklayabilmesi için, o nesneyi, o durumu, o olguyu bir nedensellik
zincirinin içine yerleştirebilmesi gerekir. Yerleştirebilirse bir anlam vermiş,
yani o nesne veya durum ya da olguya anlaşılabilir/açıklanabilir bir form
kazandırmış olur. Aksi takdirde boş boş bakmayı sürdürür. Hiçliğe, kendine,
varoluşuna.
Bu temanın etrafında verimli bir tartışma oluşturabilmek için, pekâlâ daha ünlü bir metinden yararlanabilirdim:
Anthony Burgess’in “A Clockwork Orange” (1962) adlı romanından.
Pek tabii ki sadece bir edebiyat eseri olarak değil, bir sanat eseri olarak da. Yani Stanley Kubrick’in 1971’de aynı adla sinemaya uyarladığı etkileyici yorumu aracılığıyla da.
Bu vesileyle
hemen burada küçük bir parantez açmak isterim:
“A Clockwork
Orange”, Türkçe’de, nedense “Otomatik Portakal” olarak tanınıyor. Oysa Fransızların
çevirisi biraz farklı: “Orange mécanique”.
Otomatik veya mekanik, önemli olan burası
değil, asıl önemli olan, terkibin orange
kısmı.
Bu deyimin tam karşılığı, bence, Türkçe’de şöyle verilmeliydi:
“Otomatik Mahluk” (ve/veya “Otomatik Hayvan”)
Yani robot.
Evet, otomatik mahluk, gerçekte bir robottur, yani bir şiddet makinesi. İrade ve vicdandan mahrum bir makine. İnsan bilincini her eyleminde abesin o boş ve soğuk yüzüyle karşılaştıran bir şiddet makinesi.
Dilerseniz, kısaca romana bir göz atalım:
İsim otomatik portakaldı. J.S. Bach dinlerken anlamını daha iyi çakozladım ve o eski Alman ustanın kahverengi muhteşemliğini dinlerken, keşke o ikisini daha çok marizleyip kendi evlerinde lime lime doğrasaydım diye düşündüm. (s.30)
Bu şiddet makinesini, Alex DeLarge’ı, pek
tabii ki bir de Kubrick’in yorumuyla tanımalı.
Bütünüyle insanın doğasını.
Bir diğer deyişle, insandaki hayvanı.
Tekrar “Kafesteki Kadın”a dönelim, ve iki anlatının ortak noktasını görmeye çalışalım:
— Nasıl yaratıklarsınız siz? Hayvanlar bile sizlerden daha merhametlidir.
— Ne yani, sen çok mu mukaddes birisin? Sen... sen bir hayvan değil misin?
— Ben bir insan evlâdıyım. Düşünen, hisseden bir varlığım.
— Ama ben bir hayvanım. Şu anda tam bir hayvanım. Çoğu zaman hayvan bile olamam. Çoğunlukla şu ‘mahkûm’ dedikleri şeyimdir ben!
Nefis bir sahnedir bu! Kara filmin en başarılı
örneklerinden. Film noirnın.
Seyredin ve tartışın!
Bu vesileyle içinizdeki hayvana, hayvanınıza dikkatle bakın!
Keşke bir imkânımız olsaydı da sinema cangılına hikmet ve felsefenin ışığını düşürebilseydik. Meselâ küçük bir salonda birkaç hakikat talibi bir araya gelip seçtiğimiz bir filmi birlikte seyretseydik ve ardından uzun uzun tartışabilseydik.
Becerebilseydik de şöyle bir burnumuz burnuna değebilseydi yok’un!
Kusardık o zaman hep birlikte öz-ağzımızdan kafatasımızı.
O takdirde belki banklarda yatmayı sürdürür ama aslâ yazılarımızı cıvık cıvık banka adlarıyla kirletmezdik. Bezirgân adlarıyla.
Düşünceyi, edebiyatı ve sanatı veznedarların kirli ellerine teslim etmekten utanır, kendimizi seve seve hiçliğin eline bırakırdık.
"Becerebilseydik de şöyle bir burnumuz burnuna değebilseydi yok’un!" Poe'nun hikayelerinden "zindan ve sarkaç" tı sanırım; mahkum zifiri karanlıkta zindanını tanımaya çalışırken yüzüstü yere kapaklanır ki bu ikinci kezdir. yalnız garip olan bir durum vardır: ağzı çenesi yere değerken mantık açısından bakınca burnunun da takiben alnının da zemine değmesi gerekmez mi? tuhaf. anlar ki küçük hücresinin orta yerinde kara bir delik orayı mezarı yapmak için sessizce pusudadır ve ne şanslıdır ey o zat düşüp tökezlemekle.. belki de tüm çabalayanlar olarak beklediğimiz burnumuz yok'un burnuna değmesidir, en hislisinden.
YanıtlaSil