Temmuz 2017
Eğitimli
kişilerin çoğu, hele hele şu modern çağda, hakikatle hurafenin, bilimsel olanla
olmayanın arasını kolaylıkla ayırt edebileceklerini düşünürler, genellikle
becerirler de. Gerçekten de insanlar artık Tıp ile Büyü’nün, Kimya ile
Simya’nın, Astronomi ile Astroloji’nin, Aritmetik ile Numeroloji’nin arasını
ayırmakta ve bilimsel olarak ağırlığın hangi yanda olduğuna karar vermekte pek
güçlük çekmiyorlar, ama yine de “fala inanma, falsız da kalma” fehvasınca günlük
yaşamlarında boşinançları gerçeklere
yeğlemekten bir türlü kendilerini alamıyorlar.
Aynen
dedikodu meselesindeki gibi. Öyle ya,
bir zamanlar sözlü toplumların en verimli iletişim biçimi ‘dedikodu’ idi,
üstelik sırf magazin çevreleri veya entrika odakları değil, toplumsal varoluşun
kendisi de bu köklü medya aracılığıyla yapılanırdı. Dedikodu, özünde olumsuz
değildi, ama olumsuz görünürdü, bu yüzden hem sıklıkla yapılır hem de sıklıkla ayıplanırdı.
Peki
ama niçin?
Evet,
niçin doğruyla yanlışı, gerçekle yalanı,
bilimsel olanla olmayanı zihnimizde kolayca ayırabiliyorken, yaşamımızda
aynı işlemi o denli kolaylıkla gerçekleştiremiyoruz?
* * *
Sorulara
devam:
Şu
ikisinden hangisini daha çok yeğleriz: düşünceyi
mi, inancı mı?
Yanıtlar
ne yolda belirlenim kazanırsa kazansın, gerçekte sonuç hiç değişmez: insanlar
zihinlerinde belki düşünceyi, ancak yaşamlarında daima inancı seçerler, üstelik
bilinçleriyle değil, bilinçdışılarıyla.
Ussal
seçimler yapmak kolaydır ama ussal davranmak çok zordur, tıpkı sigara içen doktorlar
ya da tüm içtenlikleriyle dindarca yaşamaya çalıştıkları halde bir türlü
günahtan kaçınamayanlar gibi. Böyleleri, seçimlerinden hiç değilse bilinç
düzeyinde kuşku duymadıkları halde, onları eylemlerine yeterince
yansıtamadıklarını itiraf etmekten çekinmeyeceklerdir.
İtiraf da en nihayet dinsel
bir edim değil mi?
Hristiyanlar
genellikle itiraf ederler,
müslümanlarsa tevbe. İkisi de
sözeldir, ikisi de günah sözcüğüyle
eşleşmeksizin anlaşılamaz, çünkü günah eylemin kendisidir, itiraf ve tevbe ise
eylemin bilinçte aklanışı.
Yaptım
ama bir daha asla yapmam!
Yaparız
ve kendimizi bağışlamaktan da vazgeçmeyiz. Tanrı’nın rahmetindeki genişliğin
anlamı budur çünkü.
* * *
Açmazı
bir öyküyle açalım:
Antik
çağın en parlak, aynı zamanda da en çalkantılı yılları...
Atina’da,
büyük devlet adamı Perikles’in hükümran olduğu/olacağı yıllar...
Anlatıldığına
göre, bir gün Perikles’e, kendisine ait kır çiftliğinden tek boynuzlu bir koç kellesi
getirilir. Lampon adında bir kahin,
boynuzun, alnın ortasından nasıl güçlü ve sapasağlam çıktığını görünce hemen
bir kehanette bulunur: şehirde biri Perikles’in, diğeri hasmı Thukidides’in
yandaşı olan iki parti vardır ama yine de egemenlik en sonunda bir tek adama
ait olacaktır; dahası, yazgı bu işaret ve belirtiyi kimin toprağında
gösterdiyse egemen de o kişi olacaktır.
Perikles’in
dostu ve hocası, ünlü filozof Anaxagoras bu kehanet gösterisine çok öfkelenir
ve hemen o kafatasını ikiyi böldürerek oradakilere beynin doğal yerini
dolduramadığını ve fakat tıpkı bir yumurta gibi, bütün boşlukta boynuzun
kökünün başladığı belirli bir noktaya doğru çekilmiş olduğunu gösterir. Bu
etkileyici (bilimsel) gösteri üzerine o gün orada bütün alkışı kazanan kişi Anaxagoras
olur. Ne var ki çok geçmeden Lampon’un kehaneti gerçekleşir ve Thukidides
devrilerek devletin tüm denetimi Perikles’in ellerine bırakılır.
Doğa
filozofu Anaxagoras deneye dayalı bir açıklama yapmış, kahin Lampon da kendince
bir kehanette bulunmuştur.
Bugün için değil, o gün için de
açıklamalardan ilki bilimsel kabul edilir, diğeri edilmez. Ne tuhaf ki sırf bu
yüzden insanlar Anaxagoras’ları dinlerler ama yine de için için Lampon’lara
inanırlar, inanmak isterler.
Soru burada da değişmiyor:
Peki ama niçin?
Yanıtı, bize bu öyküyü aktaran Plutarkos
(ms. 45-120) versin:
Bu Platoncu yazara göre, iki yorumcunun da
haklı olduğunu söylemekte hiçbir beis yoktur, çünkü biri bu olayın onu üreten
nedenini, öteki ise uğruna tasarlanmış olduğu ereği doğru saptamıştır. Yapılmış
olanın hangi yolda ve hangi araçla öyle gelişmiş olduğunun bir açıklamasını
bulmak ve sunmak birinin işiyken, hangi erekle ve hangi amaçla böyle yapılmış
olduğunu ve ne anlama geldiğini önceden söylemek ötekinin işidir. Bazıları,
doğal ve toplumsal olayların nedenlerinin/maddi koşullarının ortaya çıkmasının
“anlam”ı ortadan kaldıracağını düşünseler
de bu yaklaşım doğru değildir, çünkü zaten anlamı
üreten bizzat o nedenlerdir.
Kısacası, bilim ‘nasıl’ı açıklarken,
kehanet ‘niçin’i yorumlamakta ısrar eder ki anlamlandırma
edimi de zaten açıklama’ya (nasıl’a) değil,
yorumlama’ya (niçin’e) ilişkindir: söyleme
ve ideolojiye.
Niçin’leri
yanıtlama, erek’leri açıklama çabaları bugün tümüyle bilimdışı sayıldığından,
bilinç, çaresiz payına düşen nasıl’cıklarla yetinmek zorunda: CERN’in veya
NASA’nın duyurularıyla.
Peki
toplumsal yaşam?
Nasıl’lar
yaşamın umurunda bile olmaz, o daima niçin’lerin peşinden koşup bilicilerin
kehanetlerine itibar eder: söylemlere.
Özellikle
siyasal yaşam.
Çünkü
aldanış, insanın en büyük ihtiyacı.
*OT Dergi


Hiç yorum yok:
Yorum Gönder