5 Eylül 2009
Ben namazdan ziyade namaz kılanı severim, der Amiş Efendi, yani oruçtan
ziyade oruçluyu, hacdan ziyade hacıyı, ibadetten ziyade âbidi.
Kısaca insanı.
Her halukârda insanı.
İhtişam ve sefalet uçları arasında salınıp duran insanı.
İnsanın
paranteze alındığı an, yaşamın da anlamı kalmaz, kâinatın da. Herşey anlamını
insanla bulur çünkü. Varolan herşey insanla ve insanın sayesinde birbirine
bağlanır. Madenler, bitkiler, hayvanlar, hepsi de insanın katılımıyla anlamını
ve değerini kazanır.
Amacı
olmayan hiçbir hareketi, hiçbir eylemi, hiçbir olguyu, hiçbir nesneyi anlayamaz
insanoğlu. Anlayabilmesi için o hareketi, o eylemi, o olguyu, o nesneyi bir sebep-sonuç
ilişkisi içerisine yerleştirmek (aklîleştirmek) zorundadır. Bu zorunluluğa da
uyulur ve peşinden koşulup duran o anlam, her defasında, insan zihninin bağımlı
olduğu nedensellik yasalarında aranıp bulunur.
Sebebi
olmayan, anlamsızdır, insana göre. Sebebi, yani amacı.
İnsanoğlu,
ne yapıp edip bir anlam bulmak, bulamasa bile hemen uydurmak zorunda hisseder
kendini. Aslâ, ama aslâ abese
tahammül edemez; absürd olanı, saçma olanı elinde olmaksızın yadsır,
yok sayar.
Yaşamın
amacı, yaşamın anlamıdır. Amaç yoksa, anlam da yoktur.
İtaat ve
ibadet, özü itibariyle yaşama bir anlam verme etkinliğidir. İnsan, boyun eğmek
suretiyle özgürlüğünü kazanır. Çünkü boyun eğmek suretiyle yaşama anlamını
verir; bağlanmak ve bağımlı olmak suretiyle.
Bağlılık, bağımlılık, çağdaşlarımız nezdinde sevilmez
kelimelerdir, bilirim. Lâkin yine de itiraf etmek zorundayız, insanın özgürlüğü
bağlılık yetisiyle koşullanır. Bir üst ilkeye, bir üst noktaya, bağlanamayan
bireyler, aslâ özgür olamazlar.
Yaşamın
çukurları ve tepeleri karşısında zaman zaman gerilemek, eğilmek ve en nihayet
aczini hissetmek, yaşamın gerçekliğine boyun eğmekten başka ne anlam taşır ki?
Gücü
kendisinden çıkarsayabileceğimiz bir zayıflığa ihtiyacımız var; yani bize yaşam
karşısında mütevazı olmayı öğretecek yenilgilere.
Zayıflığı
da, gücü de yenilgiler dolayımında hisseder insan; aynı anda, bir anda. VE
tevazuyu öğrenir, acziyeti ve bağlılığı.
Artık adım
atacaklar için özgürlüğün kapısı açılmıştır.
Boynunu eğ,
ve içeri gir!
İnsanı hayvandan ayıran özelliği, bağımlılık duygusu, kendini bağımlı hissetme özgürlüğüdür.
Bu özgürlük
anlayışı, ister istemez Tarkovski’nin sanat anlayışını da belirler:
Sanat bir yakarma, bir dua biçimidir, ve insan yalnızca duasıyla yaşar.
Efsane
filminin ana karakteri Stalkerı Don Kişotla veya Prens Mişkinle
aynı yörüngeye yerleştirmesi, hiç de boşuna değildir bu yüzden.
Bu adamlar, der, idealist oldukları için gerçek hayattaki tüm savaşları kaybederler.
Tarkovski
için, zayıfın gücünü dile getiren karakterlerdir bunlar.
Film bu sayede insanın kendi yarattığı güce bağımlılığını da anlatıyor. Güç sonunda insanı yok ediyor ve zayıflık tek güç olarak kalıyor.
Hakikaten
her ibadet bir duadır, tıpkı sanat gibi. Bir çığlıktır, bir yakarış, bir
bağlanış, bir acziyet, bir zayıflık.
Amiş Efendi’nin sözü üzerinde bir kez daha
düşünmeli, ve yeryüzünde atılan çığlıkların türünden ziyade, çığlık atanların
özüne nazar etmeyi bilmeliyiz.
Secdemiz ve hürmetimiz, gerçekte, insana!
Geceleri âh... âh... diye inleyen zavallı insana!
* * *
Bâyezid-i Bistâmî hazretleri yolda bir grup
insanla karşılaşmış. Onlara “Nereden geliyorsunuz?” diye sorunca, Mekke’den
döndüklerini ve orada hac ibadetini îfa ettiklerini söylemişler. Bistamî de
“Boşuna zahmet etmişsiniz” demiş:
Beytullah’ın aslı orada değil ki burada. Keşke biraz
da insanı tavaf etseydiniz.
İyice dikkat edilirse, dervişler, zikrederlerken hep sağdan sola doğru dönerler, kalb istikametine. Kalbe doğru. Aksi istikamete yönelmezler, sırf kalpten uzaklaşmamak için. Kalpten, yani gönülden, yani insandan.
Unutma o halde ey talib, seni senden, hakikatinden uzaklaştıran her ne
ise, sen de ondan uzaklaş!
Aynanda görmen gereken kendi zatın, iskeletin değil!
Hadi söyle, hiç kendi gönlünü tavaf ettin mi ey talib?
Hadi söyle, hiç kendi gönlünü tavaf ettin mi ey talib?


Hiç yorum yok:
Yorum Gönder