-Bir Referandumun Ardından-
Mayıs 2017
I. Burun Farkı
Kısa bir süre önce Türkiye kendi geleceğiyle ilgili olarak
bir karar aldı ve parlamenter rejimin esaslarına yönelik radikal sonuçlara yol
açacak 18 maddelik anayasa değişikliği teklifini oyladı.
Çıkan sonuç % 51 evet, % 49 hayır.
Benim tahminim tam aksiydi: % 51 hayır, % 49 evet.
Yanıldım mı?
Niceliksel olarak evet, ve fakat niteliksel olarak hayır.
Ülkenin daha çok çalışan, daha çok üreten, daha çok vergi veren, daha eğitimli yurttaşlarının yaşadığı sanayi şehirleri, yani sırf yaşayabilmek için dediğim dedik otoriter bir babaya ihtiyacı olmayanların çoğunluğu % 49 tarafında kaldı, örneğin lise mezunlarının % 58’i, üniversite mezunlarının % 61’i, il ve ilçe merkezlerinde yaşayanların % 51’i.
Bütün bunlar nedir?
Birer rakam sadece. “Burun farkı” kıvamında eğilim göstergeleri.
Bir bıkmışlık öyküsü bu!
Kimbilir belki de iki günde bir azarlanmaktan, vatan elden gidiyor diye diye tetikte durmaktan, “Durmak yok yola devam” buyruğunu işittikçe koşmaktan, Milli Mücadele, Kurtuluş Savaşı, Çanakkale Müdafaası söylemiyle siren sesleri arasında biteviye nöbet tutmaktan yorulmuş şehirlilerin tepkisi, yani salt yaşamak değil, iyi yaşamak da isteyen yurttaşların biraz nefes alma refleksi, kimbilir?
Bilemiyorum, hepsi de enikonu yorumlanmaya gereksinim duyan rakamlar sadece.
Lakin bildiğim bir şey var ki amacı toplumsal uzlaşım
oranlarını belirlemek olan siyasal seçimler spor müsabakalarına benzemez, halk
oylamalarının sonuçları sadece birer skordan ibaret değildir, aksine birer
neden-etki zincirine dönüşerek varlıklarını siyasal, toplumsal, ekonomik, hatta
ahlakî tepkimeler halinde de sürdürürler, öyle ki çok geçmeden hem de hiç
beklenmedik kimi yeni sorunlara yeni içerikler kazandırırlar. Sözün özü,
siyasal kanıların istikrar eğilimi kütleleriyle doğru orantılı değildir, bu
yüzden de oylama sonuçlarının aritmetiğini kabaca hesaplamak işe yaramaz, süreci
ayrıntılı biçimde çözümlemek de gerekir.
Niceliksel olarak ve yasal sonuçları itibariyle % 51’lik referandum sonucu hiç kuşkusuz bir başarı olarak okunabilir, belki buruk bir başarı, belki zoraki bir başarı, ama yine de bir başarı, âdeta gösterişli, pahalı ama aşksız bir nikah töreninin hissettireceği denli coşkusuz ve duygusuz bir başarı, öyle ki masanın çevresinden duyulan o gür ve tok seslere, o eril ve sert evet’lere, yanısıra o keyifsiz alkışlara rağmen salondakilerin neredeyse yarısının hüzünle ve sessizce izlediği bir başarı.
Niceliksel olarak ve yasal sonuçları itibariyle % 51’lik referandum sonucu hiç kuşkusuz bir başarı olarak okunabilir, belki buruk bir başarı, belki zoraki bir başarı, ama yine de bir başarı, âdeta gösterişli, pahalı ama aşksız bir nikah töreninin hissettireceği denli coşkusuz ve duygusuz bir başarı, öyle ki masanın çevresinden duyulan o gür ve tok seslere, o eril ve sert evet’lere, yanısıra o keyifsiz alkışlara rağmen salondakilerin neredeyse yarısının hüzünle ve sessizce izlediği bir başarı.
% 51’lik sonuç iktidar mekaniği bakımından bir başarı olarak
okunabilir ama aksini düşünmek de pekala mümkün, çünkü böylesine yaşamsal bir
anayasa değişikliğinin onbeş yıldır açık aralara, eşdeyişle başarılara değil
zaferlere alışık güçlü bir iktidar tarafından sıradan bir skor sorununa
indirgenmesi, “burun farkıyla” ulaşılan bu teselliyi gerçekte idrakine geç
varılacak bir yenilgiye dönüştürebilir.
% 51’lik başarı basiret sahipleri nezdinde endişe verici bir
başarıdır. Endişe vericidir, çünkü bu % 51’lik sonuca ulaşmak için halkın
adalet duygusu hoyratça zedelenmiş, örneğin iktidar güçleri devletin tüm
imkanlarıyla sahaya inmiş ve hiç de adilce olmayan biçimde, yer-gök afişlerle
donatılırken tv ekranları gece gündüz tek yanlı propagandalarla inletilmiştir. İnsaf
sahibi her yurttaşın, referandum boyunca güç kullanımının hakşinasça olmadığını
kabul edeceğini sanıyorum. Kısacası, adilce olmayan böylesi orantısız güç
kullanımları çoğu zaman büyük zaferlerle değil, görece başarılarla yetinmek
zorunda kalır.
İktidar sözcüleri tarafından hem de henüz sürecin
başındayken referandumda ‘hayır’ diyeceklerin ikide bir azarlanmasına, hatta kimi
terör örgütlerinin yandaşı veya destekçisi safdiller konumuna itilmesine
gelince -ki ülkenin yönetim sorunlarının başında üslûp sorunlarının gelmesi
oldukça ironiktir- halkın sadece sosyal ve siyasal kimliklerinin değil
haysiyetlerinin de hiçe sayılması yine maşeri vicdanı incitmiş ve bunun
sonucunda da tüm yetersiz koşullara karşın halk bir zafer hayalini nazikçe bir
“burun farkı”na çevirmekte hiç duraksamamıştır.
Kendilerini mağduriyet söylemine fazlasıyla kaptırdıkları için olsa gerek AK Parti kurmaylarının özeleştiri yetenekleri de, dışarıdan gelen eleştirilerden yararlanma kapasiteleri de gittikçe zayıflamakta. “Kol kırılır yen için içinde kalır” düsturu kadar inanmış bir adamın adalet duygusuna zarar veren başka bir gerekçe var mıdır bilemiyorum ama her örgütün, her ideolojinin ve hatta her samimi birlikteliğin canına okuyan bu türden savunma refleksleri, koca bir kadronun sorunları çözme ve çözümleme yeteneğini berhava etmiş görünüyor.
Böyle dönemlerde kifayetsiz muhterislere meydan açılır ve ilkelere bağlılığı sürdürme dirayetinin yerini içi kof bir “ya, ya da” mantığı alır, bir trol mantığı, sadece ve sadece klişeler ve sloganlar... ve sonunda her türlü samimi uyarıya karşı geliştirilen akıldan yoksun bir tahammülsüzlük başlar.
Bu sarmaldan çıkmak için önce ilkeleri ve erdemleri yeniden hatırlamaya elverecek bir alçakgönüllülük gerekir, sonra da her büyüklenmenin mutlaka aldanışla sonuçlanacağını idrak edebilecek bir bilinçlilik.
Peki kalplerde bu kadarcık bir irfan kırıntısı dahi kaldı mı, inanınız, emin değilim.
% 51’in hâl-i pürmelâli böyleyken meselenin bir de % 49’luk kısmı var.
CHP’nin referandum süresince parti kimliğini geri çekmesi doğru bir tercihti, çünkü böylelikle hayır cephesi etkileyici bir nesnellik ve yansızlık kazandığı gibi, somut olarak siyasal önderlikten yoksun oluşunun kimi sakıncaları da giderilmiş oldu; ancak iktidar güçleri anayasa değişikliği konusunda ne denli sessiz, muğlak ve müphem kaldıysa, muhalefet kanadı da o denli bu belirsizliği beslemekten kaçınmadı ve değişikliklerin yol açabilecekleri sorunları o bildik popüler klişelere indirgeyerek süreci duygusal zeminde köpürtmeyi tercih etti. [Şu anda bile, oylanan maddelerin neliği üzerine kamuoyunun anayasa algısına bir açık-seçiklik kazandırılmış değil.]
Açık konuşmak gerekirse, tüm ağırlığıyla eski bir mirasın üzerine oturan CHP ne yazık ki hem o mirasın değerini azaltıyor, hem de yeni ve çağdaş değerler üretmeyi başaramıyor, hatta kendi yönetim kusurlarıyla iktidar partisinin en bariz zaaflarını bile telafi ediyor. Ağız dalaşının nitelikli bir muhalefet biçimi olduğuna inanan CHP yöneticileri olup bitenlerden sadece şikayet ediyorlar ve yöntemlerinin işe yaracağı konusunda umuda kapılmakla da, iktidar partisince belirlenen siyasal söyleme eklemlenmeyi bir marifet sanmakla da hata ediyorlar.
Öyle görünüyor ki doğrudan Erdoğan’a evet veya hayır demek, her iki tarafın da tembel yöneticilerine, nedenlerini sabırla ve tek tek açıklamak suretiyle anayasa değişikliğine evet veya hayır demekten daha kolay gelmiş olmalı. [Referandum sonrası yapılan bir ankete göre evet veya hayır diyenlerin en temel gerekçesi hem de % 90’lara varan bir oranla Tayyib Erdoğan ismiydi.]
Peki sonuç?
Sonuç itibariyle “burun farkı” halkta her türlü toleransı azaltır, halkın toleransı azaldıkça güçler birliğine evrilmeye yazgılı iktidar tarzının öfke nedenleri de çoğalır. Tolerans azalıp öfke nedenleri çoğaldığında toplumlarda az rastlanan bir erdeme (adalete) olan gereksinim de ister istemez daha da artar.
Zaman artık her iki tarafı da adalete davet zamanı, çünkü zaman, cumhuriyetin kazanımları kadar ülkenin varlığını da korumak zamanı.
II. Önce Adalet
Adalet’in en ilkel anlamı öç almaktır: göze göz, dişe diş denilen bir denklik ilkesi. Muhayyel matematiksel eşitliğin olgular üzerine uygulanmasından kaynaklanan şiddeti çözüm olarak benimsemek. Aslında şiddeti şiddetle ve güya eşitçe çözmenin yol açtığı bir rahatlık duygusu. Hukukun ilkel evrelerine ait bir çözümleme. Bana olanın aynısının sana da olması. Bu, hukuksal anlamda adalet.
Siyasal anlamıyla adalet –hiç değilse Platon’dan itibaren- daha çok toplumda varolan işbölümünün titizlikle korunması demek: her şey yerli yerinde olmalı, herkes en iyi yaptığı işi yapmalı. Düzeni bozmak dengeyi bozmak demek, hiyerarşiyi, ahengi, âsayişi. İstikrarın en sert biçimde korunduğu ve bir süre sonra donup kalacağı muhafazakar bir yapı: uyumun alışkanlığa, alışkanlığın bağımlılığa dönüştüğü bir kurulum, bu yüzden de reel değil, ideal.
Adalet aynı zamanda bir musiki terimi, kısaca ahenk, harmoni, uyum demek. Siyasette bozgunculuğun musikideki karşılığı ise gürültü.
Bütün bu kullanımların kendisinden köken aldığı insan ruhuna gelince, adalet öyle sanıldığı gibi kendisine kolayca sahip olunabilir yetilerden ve erdemlerden değil, çünkü insanın üç yetisinin (düşünme, arzu ve öfke yetilerinin) topluca itidal kazanmasıyla ortaya çıkan bambaşka bir yeti, bu yüzden de tanrısallığın ta kendisi.
Yakın tarihimizde bu kavram daha çok siyasal ve hukuksal anlamıyla kullanılır. 60 ihtilalinden sonra kurulan Adalet Partisi’nin de, 28 Şubat’tan sonra kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin de ülkede yaşanan zulüm ve haksızlıklara karşı tahakkuk etmesini bekledikleri adalet işte bu düzeyde tepkisel bir adalet türü olup iki partinin de kavramın felsefi ve irfani derinliğini temsil etmek gibi bir vizyonları hiç olmamıştır.
Adalet kavramı üzerine çokça yazdığım için, görüşlerimi burada yinelemek niyetinde değilim, ancak Türkiye’de siyasetin, özellikle muhafazakar siyasetin gereksinim duyduğu vizyonun, çağdaş değerlerle uyumlu bir adalet nosyonu geliştirmekten, hiç değilse erdemli toplum ve erdemli devlet idealinin temelinde yer alan bu irfani ilkeyi gözetmek suretiyle yurttaşların birlik ve beraberliği konusunda daha olumlu adımlar atmaktan ibaret olduğunu söyleyebilirim.
Peki o gün bugün değilse ne zaman?
Kalkınma projeleri toplum katmanlarında zaten varolan eşitsizlikleri çoğaltmaktan başka bir işe yaramaz, yaramıyor da zaten. Olup biteni kavrama gücü olup bitenin ardından geliyor. Önce eylem, sonra kuram. Önce icraat, sonra mazeret. İçi doldurulmuş hiçbir gelecek tasarımından eser yok, varsa yoksa, sırf daha yüksek gayrısafi milli hasıla oranı, daha çok bina, daha çok çocuk, ama daha çok teknoloji, daha çok silah, Allah korusun, belki de daha çok savaş.
Varlık-yokluk kavgasının ortasında insanlar sadece yaşamda kalmak ve sadece temel gereksinimlerini karşılamak isterler: yemek-içmek, bürünmek-barınmak, vs. Amaç yaşamda kalmak olunca, böyle dönemlerde ister istemez kurtarıcılar ve kahramanlar aranır ve sonunda bulunur da. Toplum bir anda iki kutuplu bir düşmanlığın tam da ortasına düşer, hem de birinin varlığı diğerinin yokluğunu gerektiren iki kutbun. İhanet suçlamaları alır başını gider, derken yasaklar çoğalır, özgürlükler azalır, neşe ve sevinç gider, güvensizlik çoğalır, dayanışma yerini itişip kakışmaya bırakır.
Bizim hikmete ihtiyacımız var, irfana, her daim basiret ve firasete, hem de hava gibi, su gibi. Sevmek kadar bilmeye, bağırıp çağırmak kadar sükunete, suçlamak kadar anlamaya, ayrıştırmak kadar birleştirmeye. Birbirimize sadece kollarımızı değil, gönüllerimizi açmaya da ihtiyacımız var.
Aksi takdirde bizi ne bekliyor?
Bu sorunun yanıtını hikmet tarihimizden arayalım.
III. Cehaletin Geleceği Olmaz
Felsefe tarihi boyunca insanın bilme etkinliği genellikle üç katmanlı bir yapı olarak tasarlanmıştır:
1. Duyular (his)
2. İmgelem (muhayyile)
3. Us (akıl)
Ortaçağda devlet biçimleri sıralanırken yine bu üç yetiden yararlanılmıştır. Örneğin Farabi (öl. 950), yazılarında, farklı şemaların yanısıra esasen üç tür toplum, üç tür devlet tanımlamıştır.
1. Cahil Devlet
2. Fasık Devlet
3. Fazıl Devlet
İlki duyular düzeyindedir, ikincisi muhayyile, üçüncüsü akıl.
Cahil Devlet her türlü maneviyattan uzak, yemek ve içmekten, barınmak ve bürünmekten ötesini bilmeyen, kümes hayvanları gibi amaçları sırf yaşamda kalmak olan insanların devletidir.
Filozof tam da burada, yaygın dinsel inançların aksine ilginç bir görüş öne sürer ve hayvanlar gibi bilinçsiz bir yaşamla sınırlı olmaları nedeniyle maddeye gömülmüş, hiçbir tinsel erdemden pay almamış olan bu Cahil Devlet halkının öldükten sonra yeniden dirilmesine gerek bile olmayacağını söyler, çünkü ona göre, öte dünya tümüyle duyusallıktan uzak tinsel bir dünyadır: saf tinselliğin ve ussallığın dünyası.
Fasık Devlet halkı ise iyinin ve doğrunun ne olduğunu bilen ama yapmayan insanlardır, o yüzden öte dünyada sonsuz bir azapla cezalanacaklar ve fakat artık erdemli yaşam için gereken maddi koşullardan mahrum bulundukları için asla kurtuluşa ve mutluluğa eremeyeceklerdir.
Fazıl [Erdemli] Devlet halkına gelince, onlar hem iyiyi ve doğruyu bildikleri, hem de bu bilgiye uygun yaşadıkları için bu dünyada da, öte dünyada da sonsuza değin mutlu biçimde yaşamayı hak etmişlerdir. Erdemli devlet mutlulukta sürekliliği/kalıcılığı önemseyen ve akla uygun yaşayan bir halkın devletidir.
Özetle, Farabi’ye göre, sürekliliği olanaklı kılan akıldan ve erdemden yoksunlukları nedeniyle cehaletin de cahillerin de hiçbir geleceği olamaz.
Belirtmek gerekirse, daha sonraları, gerçekte Aristoteles şarihlerinden Afrodisyaslı İskender’e (öl. 200) ait olan ve insanların bir kısmını yeniden dirilmeye bile layık görmeyen bu yoruma katılmadığını ifade eden İbn Sina (öl. 1037), kendisinin, Aristoteles’in başka bir şarihi olan Themistius’un (öl. 390) yorumunu desteklediğini, sıfatı ne olursa olsun cezalandırılmak için bile olsa bütün insanların yeniden dirileceğine inandığını söyler, ne ki tensel olarak değil, sadece tinsel olarak. Çünkü ona göre cahilleri bekleyen yokluk değil, yoksunluktur, yani tensel bir ceza değil, tinsel bir ceza: hakikatten ebedî mahrumiyet (sonsuza değin cehalet).
Erdemli Devlet ussal yasalara bağlı devlet olduğundan ve devleti ayakta tutacak ilkenin kendisi (adalet) de yöneticilerinin ussal davranma kapasitelerine bağlı bulunduğundan, salt yaşamayı veya yaşamda kalmayı değil daha iyi yaşamayı amaçlayan bir halk öncelikle özgürlüğünü korumanın yollarını öğrenmelidir, özgürlüğün olmadığı yerde insanca erdemler yeşermez çünkü.
Unutmamalı, Erdemli Devlet yüksek
değerlere sahip çıkmakla değil, o değerlere sahip olmakla kurulur;
üstelik burun farkı burukluğuyla filan da değil, hep birlikte daha eşit, daha
özgür ve daha insanca bir ülke varetmenin kıvanç ve coşkusuyla.
* Ot Dergi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder