Nisan 2017
- “Gözünden damlayamayan gözyaşın olayım.”
Bir ayrılığın
hüznü şu yakarıştan daha güzel nasıl yansıtılır bilemiyorum.
N’olur bırakma
beni, daima sende ve seninle kalayım demenin en zarif biçimi.
N’olur ağlama
ey sevgili, demenin... ağlama ki akmayayım, gitmeyeyim, ağlama ki deryanın
kendisiyken onun bir parçası, bir damlası, bir “damla parçası” olmayayım diye
yalvarıp yakarmanın...
Ezgi hiç
kuşkusuz ki sürecin daha öncesine atıfla başlar:
- “Boğazında düğümlenen hıçkırık olayım.”
Olayım ki sende
kalayım, düğümleneyim ki kopamayayım.
Birine, bir
şeye, bir bütüne ilişik olma duygusunun sonu dramatik değil, daima trajiktir
çünkü.
Kopuş ve
ayrılış, firak ve hicran, ve ardından bir damlanın kendisinden koptuğu ummâna o
ürkek yakarışı:
- “Unutma beni, unutama beni.”
* * *
Ayrılmak başka,
ayrı düşmek başka; ilkinde ayrılanların istenci rol oynar, diğerinde
ayıranların.
Tanrı bile hep
anılmak, hatırlanmak, unutulmamak ister, “anın beni ki ben de sizi anayım” der,
her şeyi bağışlar ama unutanları, terkedenleri bağışlamaz, üstelik onları hemen
unutulmakla/terkedilmekle tehdit eder.
Oysa ayrılmak,
sanma ki iki taraflı bir edim, değil; ayrılık aksine hep bir tarafın
ayrılığıdır, daima birinin ayrılığı. Bu yüzden de her ayrılık öyküsü, gerçekte
bir terk etme, bir terk olunma öyküsü.
- “Ben nasıl ki unutmadım, sen de unutma beni, unutama beni.”
Farkında mısın,
belki o narin yüreğin incinir korkusuyla seçenekleri çoğaltıyorum ey talib,
yoksa terkeden âşık mı görülmüşür bu âlemde? Biliyorum, çok insafsızca, ve
fakat hakikat böyle: her defasında, terk ederken
bile, terk olunuruz, terk ediliriz de bir türlü kabullenemeyiz. Oysa
ne tuhaf, bizler inadına, terk olundukça
gelişip olgunlaşırız; ayrıldıkça, yırtıldıkça, koptukça büyürüz; ama sırf
ayrılığın acısına dayanmak için, sadece ama sadece acıya direnmek için... kendimizi büyütürüz.
* * *
Fiziksel
mesafeler kimin umurunda, gerçek mesafeler daima ruhsaldır. Unutmak da istemeyiz
bu yüzden, unutulmak da; daima hatırlamak ve hatırlanmak isteriz. N’apalım
elimizde değil, sevgilinin yaşamından ayrılsak bile gönlünden ayrılmamayı
isteriz.
Tam da burada hayal ile hafıza sözcükleri eşleşir, ve o uçsuz bucaksız insan gönlü tüm
aşkların yegâne sahnesi haline gelir; tüm aşkların ve tüm ayrılıkların, yani
firak ve hicranın her türlüsünün.
İlkin ana
rahminden ayrılırız, sonra memeden, sonra gözlerden ırak düşüp evden ayrılırız,
yuvadan, sonra okuldan, en son yaşamdan. Bu süreçte hatırlayabilmek için
hatırlanırız, geçmişin sesini hep yanımızda duyumsarız, öyle ki “... sevişirken,
öpüşürken, yapayalnız dolaşırken, unutmaya çalışırken ...” nedense içimizde bir
yerlerde daima aynı seslenişin yankılanıp durduğunu farkederiz:
- “Unutma beni, unutama beni.”
Aşk sefili olmamanı öğütleyenlere aldırma ey talib, aşk
bizatihi sefalettir, bir yoksunluk çınarıdır, heybetten gayrı yemişi de olmaz
bu yüzden, sureti de. Firakta değil vuslatta dahi olmaz, çünkü asla itminan
bulmaz aşk, hiçbir miktarla yetinmez, yetinemez, bir türlü doymak bilmez. Ezeli
açlığın adıdır aşk. Kurbiyete ve yakınlığa düşkünlüktür, şaşma sakın, bu
nedenle yüceltilmekten çok kınanmaya layık olanın sıfatıdır.
* * *
Hani sevgili?
Nerede bekliyor?
Bilmiyorum.
Ben hiç aşık olmuş muydum?
Adını, suretini, çehresini anımsamadığım bir yârin peşinden
hiç koşmuş muydum bilmiyorum.
Niçin bu-ara-dayım?
Niçin kendimi bu denli huzursuz, bu denli yitik duyumsuyorum?
Niçin ilerledikçe önüme değil ardıma bakıyorum?
Kimi arıyorum?
Arayan mıyım, aranan mı, inan bilmiyorum.
Geçmişimi bir türlü anımsayamıyorum.
Yanıtlardan vazgeçtim, bazen sorularımı bile unutmaktan
korkuyorum.
Korkuyorum, çünkü ne
zaman gözlerimi kapasam, düşlerimde kendimi hep boşlukta süzülen bir gözyaşı
damlası olarak görüyorum.
Anlamıyor musun ey
talib, ben bile kendimi unutmuşum, bari sen unutma beni!
Lütfen, unutama
beni.
VİZÖR
Hiçbir gerçek aşk Musa’nın levhalarında aklan(a)maz, bu nedenle aşıkların yarasını daima Hızır’ın nefesi (te’vil) iyileştirir; uzaklıktaki yakınlık değil ama, yakınlıktaki uzaklık.
Tam da bu minvalde, ilgilenenlere, toplumsal olanın ve yasa’nın sükût ettiği o zifiri karanlığın içine hakikatin ışığını düşürmeyi başaran gerçek bir başyapıt önerebilirim:
• “The Bridges of Madison County” (Clint Eastwood, 1995)
Aşk bir aşırılığın adı, bir sıradışılığın. Fizik’te sonsuzun, Etik’te özgürlüğün, Metafizik’te tanrısallığın, Tıp’taysa patolojinin. Bu zenginliğine karşın yine de hep iyi olanın temsilini görmemeli onda, kötücül ve sapkın yanlarını da kabul ve itiraf etmeli: en esaslı yanını, yıkıcı yanını.
Sahilden uzaklaşmayı göze alamayanları rahatsız etmeyelim, çünkü şu iki sert anlatım tam da akıntıya karşı yüzecekler için:
• “Les amant du Pont Neuf” (Leos Carax, 1991)
• “Bad Guy” (Kim Ki-duk, 2001)
*OT Dergi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder