Mayıs 2016
İnsan yaşamında en öncelikli, en değerli şey nedir?
Elbette önce yaşamın kendisi.
Bu nedenledir ki yaşamın iki amacı vardır: ilki yaşamak, evet, ne pahasına olursa olsun yaşamak, yaşamda kalmaya
çalışmak, ikincisiyse iyi yaşamak.
Yaşamın ilkesi ve amacı bizzat kendisidir bu yüzden, Spinoza’nın
deyişiyle conatus.
Conatus, yani yaşamı sürdürme güdüsü ise iştah ile arzunun (apetitus ile cupiditas) biricik temeli, tensel ve tinsel tüm isteklerin kökenidir.
İnsan tekleri görünüşte yaşamlarını sürdürmek,
yaşamda kalmak isterler ve fakat bu
kalıcılık (beka) isteği, onlardan önce, ‘üreme’ yoluyla türün isteği olarak gerçekleşir.
Belirleyici olan türün kalıcılığıdır çünkü, bireyin değil. Bu yüzden yaşam
öncelikle doğal yaşamdır, toplumsal ve kültürel biçimlerin öznelliği daima ikincil niteliktedir.
Bencillik olarak küçümsenen, aşağılanan, hatta yadsınan da nitekim yaşamın
bireysel, hatta kişisel biçimleridir, doğal ve toplumsal biçimleri değil. Türe
rağmen bireyin, doğaya rağmen kültürün, topluma rağmen kişinin, kişiliğe rağmen
kendiliğin öznel istekleri her
çatışma evresinde olumsuzlanır, çünkü kapsama alanı daraldıkça üstte olan altta
olana nisbetle düpedüz bencilce
bulunur. Kimlik kişiliği ezer,
kişilikse kendiliği.
Eskiden benliğin hüviyet
(kimlik), şahsiyet (kişilik), ferdiyet (kendilik) olarak adlandırılan
kategorilerinin düşük yoğunluklu katmanlarının ister istemez birer olumsuzluk
tınısı taşıması boşuna değildir. Tarih boyunca yaşamda kalmak demek bir
topluluğa ait olmak, bir kimlik sahibi olmak demekti. Kadın erkeğe, köle
efendiye, çocuk aileye, aile klana, kişi zümre ve sınıfa (modern dönemlerde ise
zümre ve sınıf bir ulusa) ait olduğu sürece ancak yaşamda kalabilirdi. Bağlılık
demek yaşam demekti çünkü. Öznel ve
kişisel olansa bizzat ölüm.
Asırlarca töreler ve gelenek bağlılık ve güvenliğin, öznel ve kişisel
belirlenimlerde ısrar etmekse bağımsızlık ve yıkımın alâmetiydi. Ait olmak
daima bir töreye ve geleneğe bağlı yaşamaktı, aksi düşünülemezdi bile. Daha en
başında, Greklerin o köleliği doğal gören çağında, doğası gereği bir ζῷον πολιτικόν, bir toplumsal canlı olarak tanımlanması
insanın bir kütleye, bir kitleye ait olmaksızın yaşayamayacağının en esaslı
kanıtıydı, ve bu bağlamda “Sen kimsin?” sorusunun hiçbir anlamı yoktu, asıl
yanıtlanması gereken “Sen kimlerdensin?” sorusuydu. İnsana çağlar boyunca “birileri”nden
olmaksızın yaşama hakkı tanınmadı, insanca yaşama hakkı aslında toplumca yaşama
hakkından ibaretti.
Bu nedenledir ki köle olmanın en aşağılayıcı [inadına, sûfilerce en
üstün] yanı, bir aidiyetten yoksun olmaktır. Kölelik yaşamda kalma dürtüsünün
en saf biçimidir, çünkü insanın sırf yaşamda kalabilmek adına görece tüm
kimlik, kişilik, hatta kendilik özelliklerinden (haysiyet) bir başkası adına vazgeçmesidir.
Kitleye boyun eğmenin, aidiyetten yoksun kalmanın en yalın anlatımı köleliktir.
Kölelik tinselliğin intiharıdır, çünkü niteliksiz olmaktır. Kendiliği kişiliğe,
kişiliği kimliğe, ama her halukârda insanın özüne dair olan ne varsa onu (özgürlüğü)
başkasına ve başkası için feda etmektir. Kölelik kula kulluktur.
Kısaca efendilere ve gücü elinde bulunduranlara söylenen şudur:
- “Sana her şeyimi veririm, yeter ki bana yaşamımı bağışla!”
Yaşamın asıl trajedisi de bu değil mi zaten: alınan yaşam hakkı
karşılığında tüm kişisel ve öznel nitelikleri efendilere vermek? Bu, benim işte, ben böyle düşünüyorum, ben
böyle inanıyorum, ben böyle
hissediyorum diyememek? Tüm sözde ittifaklara, tüm bağlılıklara, tüm
alışkanlıklara karşı, tüm aidiyet ve mensubiyet çağrılarına rağmen ben hakikatim (ene’l-hakk) diye
haykıramamak? [Sufiler, köleliği mecazen ve tam da bu yüzden yüceltirler.]
Doğanın ve toplumun yanıtı bellidir: Sen hakikat olamazsın! Hakikat bağlılıktır, hakikat aidiyet ve
mensubiyettir, hakikat bireyin kişisel ve öznel nitelikleriyle görünür
olmamasıdır, hakikat boyun eğme ve bağlanma yoluyla bütüne katılmak, salt
yaşamak adına ve yaşam uğruna kitlede ve kütlede erimektir, İbn Haldun’un
terimleriyle, toplumsallaşma ve dayanışma (ictima
ve teavün) adına soyun, soyluluğun,
eşdeyişle kalabalığın ortak değerlerini üstlenmektir: asabiyet.
İtaatin yasallığını devşirdiği köken gerçekte aidiyet ve mensubiyet
gereksinimidir, yani bir himaye altına girmektir. Üst kategoride varolduğu
düşünülen bir başka’nın ve/veya başkalar ortaklığının sahipliğini, mülkiyetini
kabullenmek, kişiselliğin ve öznelliğin sınırlarını daraltmak, hatta olanaklı
olduğu ölçüde bu öznelliği yok edip özgürlük
istemini bastırmaktır.
Peki sağ elimizle uzattığımız özgürlük istemi karşılığında sol elimize
konulan nedir, erimenin, yokluğa ermenin, kendimizden uzaklaşmanın bedeli?
Bu bedel şu biçimleri alır: boyun eğmek, itaat etmek, yaşamın bize özgü
lütuf ve ihsanlarına arkamızı dönmek, kısaca bir HAKİKAT değeri taşımamak.
Biz’e dahil olmanın ve ben’den vazgeçmenin kaba bilançosu budur.
İnsanı özgürleştiren aklıdır: her ne pahasına olursa olsun yargıyı
elinde bulundurma ve eleştirme gücü. Sanıldığı üzere güdüleri, duyu ve duyguları,
hatta hayalleri bile değil, bizatihi aklı. Çünkü aklı dışında insanın diğer bütün
yetileri doğaya ve yaşama bağlıdır, kendini kendine nesne olarak alamaz,
kendinde ve kendi için (var)olmayı başaramaz, yola çıkar ve yalancı bir
sonsuzluk içinde yolda kalır, ilerleyemez, öyle ki güdüler ve tasarımlar
düzeyindeki belirlenimlerini hakikat sanma hatası işler. Oysa bir tek νόησις, yani sadece akletmedir ki kendine yeniden dönmeyi (reflexion) başarır, ve
kendisini kendisine nesne olarak alır. Nitekim düşünmenin bu düzeyini
tanımlarken çağlar öncesinden Aristoteles’in onda tanrısal bir tını bulması boşuna değildir: νοήσεως νόησις, yani düşünmeyi düşünme, düşünen ile
düşünüleni birliğe getirmek suretiyle doğadan edinilen tüm tasarımlardan âzade kalmayı
başarma.
Metafizik bir zamanlar özgürlüğün bilimiydi, yani bir olumsuzlama, bir
yadsıma tekniği olarak göklere yükselme sanatıydı, sonra fizikten koptu ve
köleliğin bilimi oldu, yaygın sanıları olumlamanın ve yasallaştırmanın en tekin
aleti olarak mutsuz bilincin eline geçirdiği aklı köleleştirici bir demir ağa
dönüştü. Sözcüğün tam anlamıyla bir “fiziksiz metafizik” oldu.
Ama durmak gerek!
Asla!
Evet, asla bu noktada durmamalı ve sağduyunun bu kısıtlayıcı
temennisini yadsıyarak insan olabilmenin ilk koşulunu, yani aklı yaşama dahil
etmek suretiyle bizzat kendi kendimize koyduğumuz bilincin sözde sınırlarını
yeniden ve sürekli aşabilme yetisinden özgürce yararlanmalıyız.
Düşünmek öncelikle yadsımak demektir çünkü.
* Ot Dergi Mayıs sayısı

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder