Nisan 2016
İnsanın tinsel yaşamının en temel anlatımıdır güvenlik (emn).
Önce güven duymak isteriz, ayakta durmaya ve olanaklı olduğu ölçüde
ayakta kalmaya çalışırız, dolayısıyla en temel gereksinimimiz olarak, çaresiz,
hep bir şeye, bir yere, birine dayanmayı seçeriz, en güçlü, en sarsılmaz, en
dayanıklı olana. İnsan olduğumuz için isteğimizi türdeşlerimize de yansıtır ve gücümüzü
kazandıkça, dayandığımız kadar dayanılır, güvendiğimiz kadar güvenilir olmak da
isteriz. Dayanışma işbu güvenlik
gereksiniminden doğar, pek doğal olarak yardımlaşma
da.
Güvenliğe yönelik bu tinsel eğilimin Ortaçağ’da yadsındığını ve nedense
pek kabul görmediğini bilmek ilgi çekicidir.
Tek başında güvende olma duygusunun insanı şımarttığı ve büyüklenmesine
yol açtığı türünden açıklamalar bir yana, emn’in ve emniyet’in hakikatte bir yanılsama, bir ideal olarak kavranılması ve bu yolda yorumlanması nedeniyle Aristotelesçi
ahlak yazarları daima bir itidal beklerler muhataplarından ve onlardan ölçülü
olmalarını ve uçların ortasında dengeyi bulmalarını isterler.
Önce, uçların genel belirlenimini görelim:
Bir uçta güven (emn) vardır,
diğer uçta karamsarlık ve/veya umutsuzluk (ye’s).
İlkinin karşıtı korku’dur (havf),
ikincinin karşıtıysa ümit (reca).
Bu tablonun başat yorumunca, dört kavram arasında ya-ya da seçeneğinden kaçınılması gerektiğinden tek başına güven de, umutsuzluk da olumsuzlanır, yani bu durumda ne güven makbuldür, ne umutsuzluk.
Keza karşıtları da tek başına kabul görmezler, istenen ikisinin bir arada
birbirlerini dengelemeleridir, yani hem
korku, hem ümit, eşdeyişle bir beraberlik,
bir ile ilişkisinin kurulması
beklenir: korku ile ümit.
Oluş’un en temel niteliği akış
olarak belirdiğinden olan’ın yerini olacak olan, şimdi’nin yeriniyse gelecek
alır. Bir içdarlığı olarak kaygı’nın, daha doğru bir deyişle daraltı’nın kökeni
gelecek’tir, geçmiş’in içinde bir yerlere saklanmış bile olsa daima ‘gelecek’.
Yaşamın akışı şimdi’yi ne
denli geçersiz kılmaya çalışırsa çalışsın, insan geleceği mütemadiyen karanlık
ve tehdid edici olarak kavrar ve zora düştüğünde şimdi’ye bir son anlamı yükler, öyle ki bittim,
tükendim diye diye geleceği, yani yarını düşleyemez hale gelir ki ümitsizlik olarak adlandırılır. Kişi
için, artık yarın yoktur. Kaçınılması
gereken ilk seçenek de budur, çünkü oluş varsa akış, akış varsa yarın
olacaktır. “Var vardır, yok yoktur; var yok olamaz, yok var olamaz” biçimindeki
Parmenidesçi ya-ya da karşıtlığı bu
yüzden bir umutsuz bilincin, eşdeyişle bir “salt özdeşlik” bilincinin ürünü
olarak akışın umut dolu diyalektiğini zorla sonlandırmaya çalışır. Umutsuzluğun
karşıtı olarak güvenin de aynı biçimde bir hakikat
olarak kendini öne sürmesi, akışın, yani düşe-kalka yürümenin doğasına
aykırıdır. Yaşamın kendisi bir savaşımdır ve uçlardan tekine asılı kalmaya asla
izin vermez.
İnsan düşmekten korkar, korkmak hakkıdır, biteviye düşer çünkü, ama
yeniden kalkar, kalkabilir. Umut işte bu –bilir
ekinden kaynaklanır, istem ve güç’ten, olmanın ve olmamanın zorunluluğuna
karşın olabilir’in o kendine has olanağından.
Spinoza, insanın özü arzudur, der: cupiditas
est ipsa hominis essentia. İnsan arzular bu yüzden, biteviye arzular, daima
bakışını geleceğe çevirir ve deneyimlediği her hazzı yinelemek, olanaklıysa da
yenilemek ister. Dünyayı, gözünde bir olanaklar dünyası olarak tasarlar. Umut
doludur, çünkü arzu doludur. [Arzu (cupiditas),
bilincin eşlik ettiği iştah (apetitus)
anlamında kullanılmaktadır.]
Ümit, burada, arzuların gerçekleşme olanağını ifade eder. Olanak
zorunlu olmayandır. İnsan varlığı veya yokluğu zorunlu olanı arzulamaz, olması
için dua da etmez. Arzunun gerçekleşme alanı daima olanaklar alanıdır: varlığı
da yokluğu da zorunlu olmayan nesneler alanı, kaçınılmaz hazların ve kaçınılmaz
acıların uzağında elde edilebilir ve kaçınılabilir olanın alanı.
Arzunun gerçekleşme nedenlerinin çoğu varsa, biliniyorsa ve olup
olmayacağına dair bir tereddüt de bulunuyorsa hemen orada ümit veya korku duyguları
belirir, ancak nedenlerin çoğu yoksa hemen gurur
ve hamakat yüzünü gösterir, bilinmiyorsa
temenni (hüsn-i kuruntu).
Tümü de gerçekte birer beklenti’den ibarettir, birer intizardan. Biz sadece bekleriz,
arzularımızın gerçekleşmesini ümit eder, gerçekleşmemesinden ise korkarız.
Gerçekleşirse sevinir, değilse üzülürüz ve tekrar yola düşeriz. Ne ki eğer
olanın ve olmayanın (zorunlu) nedenlerini biliyorsak, kendimizi asla hüsrana
uğramış olarak duyumsamayız, çünkü ümit’te beklentilerimize bilinç eşlik eder,
tereddüt bile bilince özgü doğal bir belirsizliğin sonucudur. Oysa temenni’de
bilincin payı çok az, gurur ve hamakat’ta ise hiç yoktur, dolayısıyla hüsran da bu tür bilinçsiz beklentilerin
sonucudur.
Hüsran tamıtamına bir hayal kırıklığı, arzularımızın gerçekleşme sürecine
ilişkin bir bilinçsizliğin ürünü, başka deyişle gerçekleşemeyecek olanı
istemenin ya da gerçekleşmesi zorunlu olandan kaçınmaya çalışmanın bedeli.
Doğayı, yaşamı ve insanı bilme ve tanıma çabalarını küçümseyenlerin
yazgısıdır hüsran. Ümidi beklentiyle, olanaklıyı zorunluyla karıştıranların
kaderi. Sözümona talihle yaşayanların.
Hüsrana uğramaktan mı korkuyorsun, elde edemeyeceğini arzulama o zaman!
Ne gurura kapıl, ne de kendini boş temennilerle kandırıp ahmak yerine koy! Lakin
her şeye rağmen yine de yaşamın sürprizlerine karşı hazırlıklı ol ve sakın
ümidini kaybetme!
Bil ki temenni’nin ilacı ümit, hüsran’ın şifası irfandır.
* Ot Dergisi Nisan Sayısı

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder