Yarım kalmışlık yaşamın özüdür, telafi edilemez. İtiraf etmek çok zor ama ne yazık ki böyle: tüm varlığımızla yinelenemez ve yenilenemez bir çevrimin içindeyiz.
Şayet acılarla geçmişse, geçiyorsa, elimizde değildir, yaşamı
yenilemek isteriz, hem de her şeyiyle.
Değiştirmek isteriz, elbette daha iyisiyle, daha güzeliyle, daima en yenisiyle.
Tümüyle olumsuzluklar diyarı mı bu dünya, değil, bu yüzden
geçici mutluluklar da bahşeder sakinlerine, küçük oyunlar, oyuncaklar sıkıştırır
eline, bir de saklanılması gereken hoş anılar, ama daima eskide kalmış anılar.
Anılar, yani biteviye yinelenmesi
istenen yaşanmışlıklar, yani unutmak istemediklerimiz, yani olanaklı olduğu
ölçüde bir daha, bir daha yaşamayı istediklerimiz, isteyeceklerimiz, yani
kendimizi hatırlamaya ihtiyaç duyduğumuz her defasında karşımıza çıkan o şirin
düşlerde seyredeceklerimiz.
Anılar, yani geriye çağırabildiklerimiz... yanımıza
alabildiklerimiz... kaybetmediklerimiz, bir türlü kaybedemediklerimiz...
Elimizde değil ki, kendimizi her özleyişimizde başkalarının
sesini duymak isteriz, ama hep bir başkasının sesini.
Kendisine erişiminin kapalı olduğu evreleri vardır insanın,
işte o zamanlar kendisine ancak başkaları üzerinden erişebilir, kendisini ancak
başkalarının eliyle okşayabilir. Eremez belki ama erişebilir. Kavuşamaz ama yaklaşabilir,
kokusunu alabilir, varlığını duyumsayabilir, sadece varım diyebilmek için (bir
zamanlar ben de) vardım, varmışım diyebilir. Lakin hep bir başkasının
yardımıyla yapabilir bunu. Öteki olarak duyumsayacağı yanı sayesinde bir kez
daha yarılır, kalıcılığını güvenceye almak isteyen her varlık gibi bölünür,
bölündükçe daha da kaybolur. Ne ki yine de kendisini kendisinde bir başkası
olarak deneyimlemedikçe kendisiyle karşılaşmayı beceremez, çoğalır, biteviye
çoğalır, ve sonunda en büyük günahının yaşamı kavrama ve düşünceye taşımak
olduğunu anlar. Tüm suçudur düşünmek!
Keşke’ler de burada başlar: düşünmeye başlamakla.
Yenileme isteği geçmişten kaçma isteğinin belirtisidir bu
yüzden, yineleme isteği ise bakışın geçmişe saplanıp kaldığının.
İlkini ve öncekini yok etmek, hep eskisini yok etmek demektir, başedilemeyecek olanı: unutmak
istediklerimizi, değiştiremeyeceklerimizi bir hiçe dönüştürmek demek!
Beyaz sayfalar hep yeni sayfalardır. Başlangıç sayfaları. Doğanın
yenilendiğini varsaymak hoşumuza
gider, bu nedenle her baharda doğanın yeniden dirildiğine inanırız, sözümona ölümde
diriliği, uykuda uyanıklığı görür, böylece her şeyin kesintisizce yinelendiğini düşünürüz.
Keşke, işte bu çevrimin
sadâsı, olan’ın pekala başka türlü de olabileceğine duyulan güvenin ifadesi,
bazen sadâ, bazen sayhâ, bazen nârâ, yani olması gerekeni tahayyül etmekten usanmayan insan
türünün kendi özüne inancının o arşı titreten çığlıkları!
Her keşke’de nice ah saklıdır, nice idrake eriş, ve dünya
dolusu nice niçin?
Niçin bir daha olmasın? Niçin daha
farklı olmasın? Niçin olmamış gibi olmasın?
Ve olanı olduğu gibi kabullenememenin çile ve ızdırabını
dile getiren sayısız niçin!
Keşke, yaşamın
hakkını veremeyişin bedeli. Yaşayan düşünmez çünkü, düşünemez. Öyle ya, insan
niçin zihnine çekilir, niçin kavramların arasına dalar, niçin arınmak amacıyla
içine dalması gereken suyun kendisini arıtmaya çalışır? Sen söyle a dostum, insan
kirlenmekten niçin bu kadar korkar?
Bir gençler, bir de yaşlılar genellikle keşke demeyi bilmezler.
Pişmanlık duyabilecekleri denli genişçe bir geçmişleri
olmadığından, dahası, olanı telafi edebilecek güç ve zamana sahip olduklarını
düşündüklerinden gençler ne hayıflanırlar, ne de keşke demeye tenezzül ederler. Keşke
demektense savaşırlar. Egemen olan neyse onunla, yani aksi düşünülebilecek her
şeyle, egemen hale gelen her türlü vasatla, alışkanlıklarla, ethosla, gerekirse
sağduyuyla, itidalle, hatta vicdanla. Haklıdırlar, çünkü değiştirilebileceğine
inandıkları bir dünyanın içinde yaşamaktadırlar.
Yaşlılara gelince, bilgelikten pay alanları, olanın zaten
hep olması gerektiği gibi olduğunu bilirler. Değişime inanmadıklarından değil,
değişende değişmeyeni gördüklerinden ötürü keşke
demeye lüzum görmezler. Uzun deneyimler
bir sadâ, bir sayhâ, bir nârâ suretindeki tezahürlerinden uzak tuttuğu
için, onların keşke’si ancak bir inilti suretinde işitilebilir, ve daima iki
damla gözyaşı eşliğinde.
Keşke’lerin bir tarafında çiğliğin, hamlığın, yeterince
pişmemişliğin izleri görülebilir ve fakat arkalarda bir yerlerde, olduğu
haliyle bile yaşamdan hoşnutluk duyulabileceğini idrak edememekten kaynaklanan
bir huysuzluğun saklandığı da farkedilmeli.
Özü gereği huysuzdur insan, huysuz ve huzursuz. Kendisini
kendisi yapan en temel özelliği yadsımadır
çünkü.
Tuhaf ama böyle, olanı, olageleni yadsımak, yadsıyabilmek en
insani yetimiz. Farklı bakabilmek, farklı düşünebilmek, farklı davranabilmek
yetisi bizi sadece yetkin değil, yanısıra insan da kıldığına göre, daima
olanın, olagelenin pekala öyle olmayabileceğini düşünebilme yetisinden gayrı ne
sermayemiz var elimizde? Gerçeği, lanet olası şu sözde gerçekliği
tekmeleyebilme gücünden başka ne hususiyetimiz var şu âlemde?
O halde keşke
dememek için, insanın, öncelikle, alışkanlıkların büründüğü tüm biçimlere (olagelen’e) karşı yadsıma hakkını kullanması gerekir.
Hangi biçimlere karşı?
Devlete karşı.
Halka karşı.
Ama önce, kendisine karşı.
Bil ki ey talib, bilgeliğin kapısı, insana, ancak kendini yadsıyabildiği
takdirde açılır.
*OT Dergisi, Keşke, Mart 2015

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder