Nedensiz olanı anlayamaz insan. Amaçsız olanı. Kendiliğinden olanı. Mutlaka bir neden arar bu yüzden, her halukarda bir amaç. Bu kadarla da kalmaz, aradığı o nedene, o amaca bir bilincin eşlik ettiğini de varsayar, kasıt olmasaydı maksat da olmazdı, diye düşünür.
Açıklanması gereken, bu sefer, olanın değil, eylemin
nedenidir: iradedir aranan, niyettir, kasıttır, daima olup bitene anlam kazandıracak bir gayedir, ötekidir.
Akıl ve özne ve iktidar çün
ile tezahür eder: ne içün diye
sorabilmekle ve çün ki diye yanıt
verebilmekle. İnsanın ayrıcalığı yanıtlamak değil, sormaktır, hem de hiç
vazgeçmeksizin, ısrarla, biteviye, doğanın yaşamın insanın anlamını sormak.
Çün özne’nin ve
iktidarın yanısıra işte burada beliriverir, güya anlam arayışının başladığı
yerde, ve tam da burada eylemin bilinçliliği niçin sorusunu haklı kılmakla kalmaz, bir de çünkü yanıtını talep eder.
Niçin sorusunun
karşısında gerilememek, yani olanın niçin
olduğunu, yapılanın niçin yapıldığını
tanımlayabilmek ne de zordur oysa. Çünkü
demek.
Nedensiz olan anlamsız olandır, zira amaçsız olandır. Amaçtan
yoksunluk, daima, anlamdan yoksunluktur. Anlamdan, yani kendinden yoksunluk.
Anlam kimseyi orada öylece beklemez, bulunmaktan çok
yaratılmak ister, bu nedenledir ki keşf
edilmesi değil, icad edilmesi
gerekir, sırf yaşamak için, hayvanlar gibi değil, insan gibi yaşamak için.
Tuhaf ama böyle, insan kendisini yaratır, yaşamak için
yaratmak zorundadır ve bu yüzden hem baba hem oğul, hem anne hem kız olmak
zorundadır.
Anlamlı-bir-dünya’nın içine gözlerimizi açarız. Ne ki yine
de başkalarınca tayin edilmiş bu hazır anlamlar çevreni daha ilk tökezlemede
çözülüp gider.
Evet, daha ilk tökezlemede, ilk sarsıntıda, insanın tam da ortasından
yarıldığı anlarda hem de, gözlerimizin önüsıra o muhkem nedensellik zinciri
paramparça oluverir, neden-sonuç ikilisi umarsız bakışlar arasından bilincin
karanlıklarına, dışına doğru süzülüp
gider. Güven kaybolur, korku başgösterir, kaygı sarar her yanı. Ve elbette tüm
dehşetiyle, bir de yalnızlık! Yarılmışlığın şiddetine inat parçalarda olsun
yaşamakta ısrar eden acınası bir zavallılık. Soğuktan büzüşmüş elleriyle kendine
sarılmaktan başka çaresi kalmayanın o iflah olmaz çökkünlüğü.
Çün yitirilmiş, niçin sorusu unutulmuştur. Sonuçların
da, nedenlerin de bellekten silindiği bir aralıkta yadsınabilecek bir sınır da
kalmamıştır. Belirsizlik kahredicidir, düşman amansız. Bir sisin içindeyizdir,
bizi bizden mahrum eden bir sisin.
Kaybolmuşuzdur.
Biliriz ama söyleyemeyiz. Anlarız ama açıklayamayız. Niçin, ama niçin diye sorarız çaresizce
ve fakat şöyle hakkıyla bir çünkü
diyemeyiz. Birden farkederiz ki biz kadar, bizim kadar çünkü’ler de
kaybolmuştur.
Aklın ışığı işe yaramaz, çünkü’lerin o cesîm, o şedîd alevi.
Varoluşun yoğun sisi karşısında tüm çünkü’ler susar, tüm projektörler söner.
Akıl bu vadide kendi sorusunu yanıtlayamaz. Niçin der, ama
çünkü diyemez, zira anlam arayışı niçin’le değil, yıkılışla başlar, yıkıntılar
içinde nasıl ayağa kalkacağını kara kara düşünürken kişilik aniden birer
maskeye dönüşür, personaya.
İçindekinin-içindeki (fihi-ma-fih) ışıldasa
da uzaktan, bir türlü farkedilmez. İnsan kendisini yıkıntıları içinde kendi bulamaz
çünkü. Başkasına, hep bir başkasına ihtiyaç duyar bu yüzden, ötekine, ama daima
bir dosta, hep bir aynaya, yıkıntılar içinden kendini çıkarıp kurtaracak bir
çift ele.
İnsan kendi dışına çıkmak zorundadır, bilincinin dışına. Aklının
mâverasında dolaşmak zorundadır, en temelde yani, köklerini saldığı toprağın derinliklerinde.
Ne kimlikte, ne kişilikte, doğrudan doğruya kendilikte.
Kendini nerede bulursa orada yitirir insan, niçin’lere
karşılık gelen çünkü’lerde değil, o heybetli çünkü’lere varlık veren masum
niçin’lerde.
Aldanma sakın ey talib, kaybedenlerin hikayesi değil bu,
kaybolanların hikayesi, bulmayı değil, bulunmayı isteyenlerin, hemen
yanıbaşında duran aklın o devasa projektörlerine değil, çok uzaklardan da
parlasa küçücük bir umut ışığına bile muhtaç olanların hikayesi! Nadir değil,
ender olanların, stalkerların
hikayesi. İz sürücülerin. Kesinliklerin dışına itilenlerin. Tutunamayanların.
- Gözüme bir ateş
ilişti, bir ışık!
İşte hepsi bu, uzaklarda bir yerlerden bir ateşin görünmesi,
bir ışığın parıldaması, bir anda, birdenbire, aniden, titrek bir alevin
görülmesi. Çalılıkların ardından, kalabalıkların, çokluğun, perdelerin, önümüze
çıkan değil, kendi ellerimizle kendi önümüze gerdiğimiz perdelerin ardından.
Bu durumda iki olasılık beliriverir:
- belki oradan bir kor
parçası, bir yalın getiririm size.
veya
- belki de bir yol
gösterici, bir kılavuz bulurum orada.
Bulanın bulduğu
değil, gerçekte, bulunduğu yerdir burası. Nalınlarını çıkarmak zorunda kalacağı
yer. Niçinlerin de, çünkü’lerin de sustuğu yer. Sadece onun sesinin
duyulabildiği yer, mahza öteki’nin, ancak bir başkası’nın ben... ben... duyuyor musun
beni, benim ben diyebildiği tek yer.
Bil ki aşk nedensizdir ey talib, başlangıcında ne bir niçin vardır, ne de bir çünkü, tümüyle irrasyoneldir, akıl ve nedensellik
dışıdır, bir süreç değildir, süreçte de değildir, özü gereği salt an’dır,
an’dadır. Açıklanamayışı bundan.
Hep bir başkasının sesine ihtiyaç duyar yolcu, daima bir
başkasının ışığına, alevine, ateşine.
Arayan değil aranandır hakikatte, bulan değil bulunan.
Gözüne bir ateş ilişir, bir ışık, hemen sevdiklerinden uzaklaşır,
derken nalınlarını çıkarmakla yükümlü kılınır, arzu ve öfke gücünü yok etmekle,
hırs ve ihtirası terketmekle... daha önemlisi, bir de âsa’yı bırakmakla... şu sözde
tedbirlerden vazgeçmekle...
Aşk vadidesindedir artık. Eymen vadisinde.
Vuslat bile değildir oysa, sadece bir uğrak, bir lahza.
Çün yitirilmiş, niçin unutulmuştur.
Nalınlar çıkarılır, âsa atılır, yolcu şimdi tüm
çıplaklığıyla hakikatin huzurundadır. Yalındır. Yalnızdır. Kimsesizdir.
Bu uğrakta birliğin sırrı bir tek ondan sorulur, ama sadece
ondan.
Tanrı’nın sesini duymaya en layık olandan.
Nalınsız, âsasız kalandan.
O kor ateşi niçin’siz, çünkü’süz elinde tutandan.
İnsandan.
* OT Dergisi, Çünkü, Nisan 2015

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder