16 Haziran 2013
BİR
A’raftayım, ve yalnızım.
Aradayım.
Lakin ne bir yanım cennet, ne öte yanım
cehennem, bilakis iki yanım da tümüyle cehennem!
Sade iki yanım mı, dörtbir yanım, her yanım, âteş-zâr
olmuş sanki, dinmek bilmez alevler içinde yanmaktayım. Çünkü yaşamları boyunca hep
haklı olanların arasındayım.
Avurtlarını kendi hakikatleriyle, ama hep
hakikatleriyle şişirenlerin arasında. Hiç çekinmeden gerçeği insanın yüzüne
tükürenler arasında. Aslâ kuşku
duymayanlar, kesinlikle tereddüt
etmeyenler, ömürlerinde bir kez bile olsun yanılmayanlar, ne tuhaf değil mi,
sanki hatadan berî, kusurdan âri olanlar arasında. Ama yine de meleklerin
değil, sözümona insanların arasında. İnsanlarım arasında.
Sözcüklerimi özenle ve dikkatlice seçmek
zorundayım bu yüzden. Öncelikle kırmadan, incitmeden ifade etmeyi
becerebilmeli, bîtaraf olan bertaraf olur
gibi klişelere yüz vermeden ne yapıp edip kesin inançlılığın o yakıcı alevleri
arasından geçebilmeliyim.
Ah, kibir ve tekebbürün hâlelediği düşünce ve
davranışlara yine kibirle karşılık vermekten ne de hoşlanır şu insan nefsi! Hitabetin
şehvetine kapılmaktan meselâ, hele hele göze göz, dişe diş keskinliğinde
nârâlar savurmaktan!
Ah ki ne ah!
Ben nefsimi aklayamam, çünkü nefs hep
kötülüğe mecbur eder insanı, demek, diyebilmek için, Züleyha gibi, günahlarının
ateşinde arınmayı bekleyemez de insan, bir intikam
savaşçısı gibi kalın zincirlerini bileğine doladığı o koca gürzüyle mukabele bi’l-misl diye haykırır her
defasında, ve böylelikle mızrağını hukuk’un en kadîm ilkesinin üzerine fırlatmakta
bir an bile tereddüt etmez, kısasa kısas
der hiddetle. Mazlum ve mağdur olduğuna inanmıştır ya bir kere, zulm ü cevr, kahr u cefa bundan böyle bir tek düşmana yakışır vasıflar
haline dönüşür. Düşmana, yani kendisine benzemeyene, yani kendi hakikat tasavvurunun
dışında kalana, ya başı örtülüye, ya başı örtüsüze, ama hep ötekine. Türk veya
Kürt, Sünni veya Alevi, Müslüman veya Hıristiyan veya Yahudi, şu ya da bu yafta üzerinden ötekileştirebildiğimiz
her insana. Ama hep insana.
Bu ahvalde yasa hiç değişmez, mağdur olan
mağrur olur, ve insan bir kez kendisinin hakkın yanında yer aldığına
inanmayagörsün, hakkın da hep kendi yanında yer aldığına inanır. Haklı olmak mağrur
olanın gururunu besler, büyütür ve güçlendirir. Haklı olmak, yani her daim
birilerinden alacaklı olmak, ve dolayısıyla, şişinmenin gereğidir koşulsuz surette
onaylanmayı istemek.
Yanılmamalı, bu bağlamda onaylanmak demek, her defasında kabul ve tasdik görmek demek
değildir, bilakis her türlü red ve inkarın, tuhaf biçimde, haklılığın tasdiki
anlamını kazandığı yerdir burası. Karşıdan gelen şiddet arttıkça, tarafların haklılıklarına
olan inançları da artar. Çünkü mağduriyet de artmıştır. Gurur, işbu mağduriyet
duygusuna süreklilik kazandıran hâlin adıdır. Küçük zaferlerle mahiyeti kadar hüviyeti
de değişir gururun, ve bir çırpıda tekebbür
adını alır da kimseler farketmez. İçin için içi oyulur insanın. Ah, şu zavallı
insanın.
Bilirim, iktidarın da, muhalefetin de mağduru
oynadığı bir zeminde konuşmak zordur, zira mağrurlar arasında tek başına kalmak
zordur, hele hele ancak kendi ideolojik sınırları içinde güvenlik duygusunu
tadabilen geniş kitlelerin önünde.
Taraflara itidal ve sükûnet tavsiye etmek de -özellikle
hassas dönemlerde- ortayolculuğun o tipik, o zavallı çöpçatanlığına soyunmaktan
başka bir mânâ ve değer taşımaz nezdimde.
Sessiz kalmayı yeğlerim daha iyi. Susarım ve ürperirim. Tek başına durur ve beklerim.
Öyle ya, tikel olguların ya-ya da’cı
karşıtlığa zorlayan taleplerine icabet etmekten kaçındığımızda, niçin kendimizi
bir çırpıda tümel genellemeler üzerinden hem-hem de’ci uzlaşmaların eline
bırakmak zorunda hissedelim ki?
Bu ülkenin adalete, mehabbete, rahmete hasret
toprağının devasa zenginliklerine yaslanmak varken, lütfen biri çıkıp söylesin
bize, niçin bu yangını, taraftarlarına ancak siperlerinin izin verdiği ufuk
kadarıyla yorumlamayı marifet bilelim?
Bu, ne denli soylu bir tutum ise, o denli de
yalnızlaştırıcı değil mi? Ne o, ne bu demek! Bir yandan ya-ya da’cılığın naif
ve bir o kadar da saldırgan köktenciliğine iltifat etmemek, öte yandan hem-hem
de’ciliğin klişelere teslim olmuş o ürkek arabuluculuğundan medet beklememek, söyler
misiniz, bu noktadan sonra, kahve çekirdeği koyuluğundaki yalnızlığa mahkum
olanların mırıldandığı şu belli belirsiz ezgiden gayrı ne kalır ki elimizde?
Ya-ya da’cı karşıtlık, en nihayet bir
belirleme hamlesi, ne ki her sınırlama gibi eksik ve yetersiz (determinatio est negatio), bu nedenle de
naif. Buna karşın hem-hem de’ci çözümleme gözünü tikellere dikmiş bir
uyanıklığın toparlayıcılığıyla malul. Fenafillah’taki tatmin kadar. Kuşkuları
alelacele yatıştırma isteğinin bir sonucu. Bir yorgunluk illeti. Bütünlüğün
içinde erimenin keyfi. Sözde vuslat.
Bir
de negatio negationis var oysa. Reddin reddi yani,
inkarın inkarı, her türlü olumsuzlamanın olumsuzlanması! Ancak bu kuşatıcı
bakışladır ki hakikati zıtların birliğinde görmeyi başarmak. Arifler cem'ü'l-ezdâd derler, Batılı
talebeleri ise, coincidentia oppositorum. Çoklukta birliği, birlikte çokluğu sezmek, ve ne
yapıp edip miracın sonunda özne ile nesne’yi birliğe getirmek. Kısaca illâ demeden önce lâ demeyi bilmek, evet’ten önce hayır’ı seçmek! Hiçbir unsurun,
hiçbir parçanın, hiçbir zerrenin kendi kimliğinden, kendine has özelliklerinden
vazgeçmesini beklemeksizin tüm farklılıkları birliğe kavuşturmak. Ne yapıp edip
efendi-köle diyalektiğinin sınırları üzerine çıkmak (Aufhebung) ve mukayyed
olanın mutlak’ta temsiline izin vermek! Son tahlilde lâ-kaydî olmayı başarmak yani. Her defasında yoldan çıkmak için yeniden
yola çıkmak!
Mansur ene’l-hak söyledi
Haktır sözü, hakkı söyledi
Nâdân mukayyed anladı
Ammâ ki mutlak söyledi
Yorumlayacak mısın, o halde evvela
yorulacaksın, sadece aklın kılavuzluğuyla yetinmeyeceksin. Çünkü gevezeliğin ne
yeri, ne de zamanı, tek başına hiçbir analist, hiçbir analiz üstesinden gelemez
bu yangının, bir an evvel vicdan’ın sesine de kulak vermek gerekiyor, ortak
vicdan’ın sesine, aslâ yüzde’lerle ifade edilemeyecek olan o ma’şerî vicdanın
sesine. Sokaklarda, meydanlarda, mahkeme kapılarında değil, gönüllerimizde
bulduklarımızın sesine. Kısaca, Anadolu’nun derinliklerinden devşirebileceğimiz
engin müsamahanın, mehabbetin, şefkat ve merhametin sesine.
Evet, sade hakikatin sesine. Hakikatimizin
sesine. Bu toprakların sesine, bizatihi yüzde 100’ün sesine.
Hiçbir miting meydanı bu yüzde 100’ü sînesinde
ağırlayamaz, ne sokaklar, ne caddeler, ne stadyumlar, üstelik ne bir dernek, ne
bir vakıf, ne bir parti, ne de herhangi bir ideolojik yapılanma halkı bütünüyle
kuşatabilir, halkı, yani demos’u. Yüzde 100’ü sînesinde ağırlayacak tek meydan
bütünüyle Türkiye’dir, halkın sînesinde huzurla gözünü yumabileceği zemîn ise sadece
ülkenin kendisi, bu ülkenin tüm vatandaşlarını din, dil, ırk ve mezhep ayrımı
yapmaksızın her şeyiyle kucaklaması gereken en kapsamlı siyasî yapı da Türkiye
Cumhuriyeti Devleti.
O halde kendimizi kandırmayalım, bu boyutta
çıkan yangınları değme arazözler bile söndüremez. İbrahim gibi dörtbir yanımızdan
alevler yükseliyorsa şayet, hiç kimsenin kuşkusu olmasın ki bu iç yakan ateşin
sönmesi için küçük serçeciklerin ağızlarında taşıdıkları damlalara bile
ihtiyacımız var demektir.
Kimse, boşuna, kibire kibirle galebe çalmayı
düşünmesin, beceremez, o yukarıya kalkmış çenelerin sahipleri var ya, değil
birbirlerini görmek, farkedemezler bile. Bu nedenle gurur ve kibrin üstesinden
gelecek tek hâl sadece ve sadece tevazu’dur, yani içtenlik ve alçakgönüllülük.
Bir kez daha
tekrarlamaktan niçin kaçınayım o halde, ihtiyacımız olan şey cesaret
değil, tevazu. Süleyman’ın
asasına değil, Davud’un neşidelerine ihtiyaç duymalıyız. Kudret yumruğunu ikide bir
karşıtlarımızın masasına indirmek yerine, bazen sıfatsız, vasıfsız, suretsiz
görünmeyi de öğrenmeliyiz. Her fetihten sonra zemine inip toprağa yüz sürmeyi
bilmeliyiz. Toprağa, yani herkesi herkese eşit kılan vicdanın zeminine.
İKİ
Adil olan her şey dine uygun mudur, yoksa dine uygun olan her şey adildir ama adil olan her şey dine uygun değildir de bir kısmı dine uygun, diğer kısmı da başka bir şey midir?
Platon’un, gençleri dinsizliğe sevkettiği
gerekçesiyle ölüme mahkum edilmiş ustasını savunmak amacıyla kaleme aldığı erken
diyaloglarından birinde, Euthyphronda,
yukarıdaki sorusuna mukabil, genç ve dindar muhatabının, kendi sözlerini takip
edemediğinden yakındığını gören Sokrates, ona, zorla biraz kendini dostum, der
ve kendisine, korku ile saygı arasındaki kapsayıcılık sorununun dindarlık ile adalet arasındaki ilişkiden hareketle nasıl adım adım soruşturulabileceğini
göstermeye çalışır.
Saygı korku’dan daha kapsayıcıdır filozofumuza
göre, çünkü saygı duyduğumuz her şeyden korkar ve sakınırız ve fakat kendisinden
sakındığımız, korktuğumuz her şeye saygı duymayız, duymak zorunda da hissetmeyiz.
İşte adalet ile dindarlık arasındaki ilişki de aynen böyledir. Dindarlık adaletin
bir parçası olduğundan, dindarlığın olduğu her yerde adalet aranır ama adaletin
olduğu her yerde dindarlık (inanç) aranılmaz. Başka bir deyişle, dindarlık
adalet’in muayyen formlarından biridir ve adalet ilkesine asıl tâbi olması
gereken dindarlıktır, dindarlığa tâbi olması gereken adalet’in kendisi değil!
Geleneksel siyaset felsefemiz, başından
itibaren bu hakikatin farkında olmuş ve hiç değilse teorik olarak, adalet ilkesini, olması gereken yere, yani egemenliğin
en temeline yerleştirmekte hiç ama hiç tereddüt etmemiştir.
Adalet mülkün (egemenliğin) temelidir demekle
yetinmemiş, mülk küfr ile âbad olur, zulm ile âbad olmaz diyebilecek kadar siyasî
irfanını isbat da etmiş.
Yönetimde sürekliliğin sözde iman’la değil, ancak adalet ilkesine riayetle mümkün olabileceğini, bundan daha iyi ne anlatabilir, bilemiyorum.
Kısacası, insanlık tarihi boyunca bütün uygar
toplumların üzerine titizlendikleri en yüksek erdemlerden biri olmuştur adalet. Çünkü aklın değil sadece,
vicdanın da toplumsal yaşamdan beklediği, bulamazsa hemen talep ettiği en
öncelikli ilkedir. Görünümleri, koşulları, biçimleri, araçları belki zaman
içerisinde değişebilir, farklılaşabilir ama esas itibariyle özü aslâ değişmez.
Yanlış anlaşılmamalı, yasalardan değil,
o yasaların bizatihi ruhundan söz ediyorum. Adalet’ten.
Aklî yasalar da değişir, dinî yasalar da.
Şeriatlar, yani tarih içinde peygamberlere gelen farklı hukuk sistemleri bile
değişmedi mi? Nuh’un şeriatı, İbrahim’in şeriatı, Musa’nın şeriatı... kısmen
veya bütünüyle değişmeyeni var mı içlerinde?
Değiştiler, çünkü değişmeselerdi, toplumun da,
yaşamın da özüne ters düşmüş olurlardı. Nitekim Osmanlı’nın son hukuk
kodifikasyonlarından biri olan Mecellede
bu hakikat şu şekilde dile getirilmiştir:
Ezmanın tagayyürü ile ahkâmın tagayyürü inkar olunamaz!
Yani zamanın ve koşulların değişmesiyle
birlikte yasaların da değişikliğe uğraması kaçınılmazdır.
Peki ya adalet, bu kavramın ve/veya bu insanî
sezinin hiç mi değişme ihtimali yok?
Sizin anlayacağınız, Hızır’ın irfanında
değişme mi olur, demek istiyorum. Ledünnî
ilim düzeyinde. İlmini kendinden, insandan, rabbinden elde edenin,
baktıkları her an değişse bile acaba bizzat bakışı değişir mi hiç?
Vicdanınıza başvurun lütfen, derûnunuza
yönelin, alacağınız yanıt hiç kuşkusuz ki olumsuz olacaktır. Hiçbir surette,
hiçbir yerde zaman boyutu adalet burcunun taşlarını yerinden oynatamaz çünkü. Adalet
bir mahalleyi, bir bölgeyi, bir ülkeyi değil, hatta yeryüzünü bile değil,
bizatihi âlemleri ayakta tutan ilkedir. Kosmos’u. Ama önce insanı, zübde-i âlem
olan insanı.
Kur’an’da yer alan, Allah’ın gökleri ve yeri hak ile yarattığını belirten ayetlerdeki “hak ile” kaydı, hemen hemen bütün yorumcular
tarafından “adl ile” (adalet ile) biçiminde tefsir edilmiş ve
evreni ayakta tutan ilke olarak adalet
vurgusu biteviye yinelenmiştir.
Bu satırları yazarken, adalet kavramını çözümlemekten çok yüceltmekten hoşlanan sorunlu
bir coğrafyada düşünüyor olduğumu da unutmuş değilim, kavramları yücelttikçe
onları yorumlama yetimizin zayıfladığını da. Bu yüzden adaleti bir kenarda
tutup onun da ötesine işaret etmeye çalışacağım, toplum olarak irfanımızı asıl
ispat etmemiz gereken sahaya. Tuhaf biçimde tüm adalet taleplerinin geçersiz ve yetersiz kaldığı en insanî noktaya.
Öncelikle bir ayeti hatırlatmakla yetineceğim,
hani şu tüm Cuma namazlarında okunan ayeti (Nahl: 90), Allah’ın inananlara
sadece adaleti değil, hemen yanısıra ihsanı da emrettiğini bildiren ayet-i
kerimeyi.
إِنَّ اللّهَ يَأْمُرُ بِالْعَدْلِ وَالإِحْسَانِ وَإِيتَاء ذِي الْقُرْبَى وَيَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاء وَالْمُنكَرِ وَالْبَغْيِ يَعِظُكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ
Düşünmeli değil mi, niçin tek başına adaletin zikri yeterli olmuyor da,
hususen ihsan sözcüğünün zikredilmesine
gerek görülüyor?
Yanıtı çok basit, adalet toplumsal barışı inşa
etmek için tek başına yeterli değildir de ondan. Her zaman, daha fazlası
gerekir. Ötesi.
Fazlası, yani afv. Nitekim bağışlamak karşılığında da kullanılan afv (affetmek) sözcüğünün kök-anlamı
fazlalık’tır. Üstelik kısasa kısas
gerilimini aşmanın en yetkin biçimidir de. Afv, doğrudan Kur’an’ın tanımıyla
bir rahmettir. (Bakara: 178)
Yukarıdaki ayette ihsan sözcüğü zikredilmeyip de sadece adalet’le yetinilseydi, bu,
âlem’in nesneleşmesi, insanın özne olmaktan çıkması, yaşamın da özgürlükten
mahrum kalması anlamına gelirdi. Adalet demek, en temelinde, zorunluluk demektir çünkü. Mathesis universalis, evreni yöneten adaletin
bir diğer adı, yani yasalara, kurallara koşulsuz bağlılık... dünyayı, yaşamı,
insanı zorunluluğun boyunduruğuyla sınırlamak... ve istemden uzak tutulmak,
istemden ve özgürlükten...
Belki de Tanrı, kişilerin gözyaşlarıyla bir
şekilde uzlaşabilen bir tarihin sürekli reddinden ibarettir, der Levinas, Talmud okumalarında, ve hemen ardından
ekler:
Teselli'nin varolmadığı bir dünyada barış kurulamaz!
Teselli’nin, yani umudun, yani süreklilik
duygusunu diri tutacak bir kurtarıcılığın, yani daha özgür, daha eşit, daha
kardeşçe bir dünya hayalinin varolmadığı bir dünyada barış da olmaz!
Adalet’in yanısıra ihsan’a da gerek var bu
yüzden, sadece celal’in değil, cemal’in de cilvelerine ihtiyaç var.
İhsan sözcüğünün kökündeki hüsnü
(güzelliği) sezebiliyor musunuz?
İhsan demek, güzellikte bulunmak, güzellik yapmak demek. Doğru olanla
yetinmeyip onun da üstüne çıkmak, dünyayı zorunluluklar, yükümlülükler
açısından yorumlamakla kalmayıp iyi’nin ve doğru’nun yanısıra bir de şu âleme
güzelliğin penceresinden bakmak demek. Hani şu hüsn ü cemalin penceresinden. Hüsn
ü aşkın. Sadece adaletin karşılığı mathesis
universalisi değil, harmonia universalisi de görmek demek. Bağışlamanın,
affetmenin, görmezden gelmenin, bazen zorunlulukların dahi ihmal
edilebileceğini farketmenin önsezisiyle, sırf sevgilinin cilvelerine katlanmak
kadar, onun da bizim cilvelerimize müsamaha göstereceğini ummak demek. Derdimden
anlamaz, ben o yâri neyleyim diyen genç âşıkın aksine sevgili’yi her
derdimizden anlar bilmek!
Bu yüzden olsa gerek, bana Allah nedir diye
sorsalar en azından adalettir derim, derdi rahmetli babam.
Şu küçük kaydı anlamak ne kadar vaktimi aldı
bir bilseniz: en azından...
Evet, olup bitenleri doğru yorumlayabilmek
için, her tanımlama teşebbüsünün -hem de her defasında- en azından seviyelerinde olduğunu fark ve kabul etmeliyiz. Çokluk
zat’ta, yani müsamma’da değil ki, isimlerde. Zahirde. Yeryüzünde.
Hâlâ buradayız madem, isimlerin hakkını
vereceğiz, isimlerinin sonsuzluğuna hürmeti elden bırakmayacağız. Allah sözcüğü, bir sözcük olmak
itibariyle ism-i zat’tır, lakin en son tahlilde isimdir, zat değildir. Zat’ın
aynasıdır. Varlığın. Özü ise irade ve kudrettir.
Kuvvet ve kudret, yani zorunluluk. İşte adalet’in
kaynağı. Nerede adalet varsa, orada uluhiyetin tecellisi var demektir, kuvvet
ve kudretin eşit ve zorunlu dağılımı yani.
Yasa çok açık: mathesis universalis’in
istisnası olmaz, kendisi yine kendi yasalarına tabidir. Sırf bu nedenledir ki
besmele’de Allah lafzının şiddeti,
rahmet kökünden türeyen iki sıfatla dengelenir, Rahman ve Rahim ile.
Kudret ve adalet yetmez, kudreti merhamet’le,
adaleti de ihsan’la desteklemek gerek, celâli ise cemal’le.
Göze göz, dişe diş keskinliğinde yargılarda
bulunmak belki haklı, belki adilâne olabilir, ama söyler misiniz, hani ihsan nerede? Nerede cemalin tecellisi?
Rahmet nerede?
Biliyoruz, zorunluluk kudret ve iktidarın gereği,
uluhiyetin icabı, peki ya mehabbet nerede? Nerede şefkat ve merhamet? Sadece
celaliyle tecelli eden güce mi boyun eğeceğiz, hani nerede rahmetinin genişliğinde
eğlenebileceğimiz cemalinin tecellileri?
Kelâmcılar, istedikleri kadar, Hakk’ı fail-i muhtar (dilediğini eyleyen) ve kadir-i mutlak (saf ve mutlak güç)
olarak tanımlamakla yetinsinler, biz, müslüman filozofların, hele hele
ariflerin, Hakk’ı, rahmet ve şefkati kendisinden özü gereği taşan varlık (mucibun
bi’z-zat) olarak açıklamakta ısrar ettiklerini de biliyoruz.
Peki onca ısrar niçin?
Elbette varlığın seyrine hürmet için!
Başka deyişle, hukuk afv ile, adalet ihsan ile,
kudret rahmet ile dengelenmedikçe,
değil sadece toplumsal yaşama, doğal yaşama da barışın hakim olamayacağını
yakînen bildikleri için.
Fransız devriminin insanlığa armağan ettiği
ünlü üçlemeyi hatırlamanın tam sırası!
liberté, égalité,
fraternité
Osmanlılar bu üç terimi şu şekilde tercüme
etmişlerdi:
hürriyet, müsavat, uhuvvet
Yani:
özgürlük, eşitlik, kardeşlik
Özgürlük ve kardeşlik olmazsa, hangi adalet mekanizması, tek başına, bir
toplumun barış içinde yaşamasını mümkün kılabilir?
Hiçbir mekanizma!
Demek oluyor ki bizim en az adalet kadar, özgürlük
ve kardeşliğe de ihtiyacımız var, eşitlik kadar farklılığa da, hem de su gibi,
ekmek gibi, hava gibi.
İnsanın özüne aykırı her türlü baskı
karşısında özgür, insan yaşamını
belirleyen tüm yasalar karşısında eşit,
tüm ayrımcı politikalara rağmen ve fakat inatla insanın özüne hürmeten yeryüzünün
bütün insanlarıyla kardeş olmak, işte metafizik iddiaların, üzerinde tek tek
sınanabilecekleri gerçeklik zemini.
özgürlük, eşitlik, kardeşlik
Hakikatinden vazgeçtim, şimdilik ülkemde hayalini
bile erteliyorum ama görmüyor musunuz sadece ifadesi bile ne kadar güzel!
Gerçekten de çok güzel, çünkü insana
insanlığını hatırlatıyor.
ÜÇ
Segui il tuo corso, e lascia dir le genti!
Dante’nin Divina
Commediasında yer alan bu öğüdü -ona Das Kapitalinin
girişinde yer veren Marx’ın aksine- tutamadığım için mazur görülmek istiyorum.
Sen sadece kendi yolunu izle ve bırak onları bildiklerini okumaya devam etsinler!
Bu sefer, yıllardır yaptığım gibi, sadece
kendi yolumu izlemekle yetinemem. Hakikatin yolunun tek kişilik olduğunu
bilmeme karşın, iki haftadır içim ürpererek izlediğim apaçık olumsuzluklar
karşısında daha fazla susamam. İnsanımın insanıma, kardeşlerimin kardeşlerime
reva gördüğü o oransız şiddet karşısında gözlerimi kapasam bile, elimi,
kalemimi, kırık mızrabımı artık daha fazla tutamam.
Alevlerin zirvelerine ulaştığı o a’raf dağında,
bir başına, tek başına, Tanrı’nın şehre gelmesi için yıllarca aralıksız yakaran
bu fakirin, şimdi, tam da o’nun bütün ihtişamıyla Taksim Meydanı’nda belirişini
görmüşken, sırf seyr u temaşanın zevkiyle yetinmesi, ve Tanrı’nın çocuklarından
yine onun neşidelerini esirgemesi, aklın değilse bile, vicdanın kaldırabileceği
bir yük değil. Ortak aklın ve vicdanın
sesini duymaya çalışan herkes gibi, ben de, çaresiz, Dante’nin öğüdünü, şimdilik, elimin tersiyle bir kenara itmek zorundayım.
Sözüm bütün dostlara!
Öncelikle istirham ediyorum, öfke ve
nefreti bir kenara bırakıp müsamaha gösteriniz, afv ediniz, rahmet buyurunuz,
ihsan ediniz de öyle dinleyiniz sözlerimi, ve sakın Hakk’ın celalinden varid
olan tecellilerin nefsinizi saldırılara karşı güçlendiriyor gibi görünmesine
aldanmayınız da siz asıl cemalinin nefsinizdeki tecellilerini takip ediniz.
Değişmekten korkmayınız mesela, öfkenizi
bastırmaktan, arzularınızı dizginlemekten, hatta yeri geldiğinde geri adım
atmaktan, evet, korkmayınız, zira halden hale geçiş, O’nun, kullarına mehabbet
ve rahmetinin eserlerindendir.
Çok yazık, teennî
ve tedbir hamleleri, üstelik mehterânın
yürüyüşünde, ne zamandan beri bir zaaf alâmeti olarak yorumlanmaya başladı da
bizler bu hakikatten gafil kaldık, bilemiyorum.
Mehterân adımlarının karşısına çıkarılan
yürüyüş tarzı, o konuşmada iki sözcükle tanımlanıyordu: istikrar ve güven.
Lâkin akl-ı selîm sahibi biri çıkıp da bize
açıklayabilir mi, geri adım atma erdemini göstermeksizin ve şiddete de
başvurmaksızın şu ünlü istikrar ve güven’in sürdürülebilirliği nasıl temin
edilecektir? Böyle bir şey mümkün müdür?
Değildir, nitekim iki haftalık süreç
içerisinde (korkularının her boşa çıkışında) hükümetin geri adım atmayı becerdiğini
sevinçle görüyor, kendilerini tebrik ediyorum. Yapılması gereken budur, çünkü
doğrusu budur.
Halk, karşısında geri adım atılması gereken en
azim güçtür.
Erdemli yöneticiler, hizmetkarı olduklarını
söyledikleri halkın karşısında geri adım atmaktan asla utanmazlar, yanlış
anlamışız, özür dileriz derler, ve halkın önünde eğilirler, hele hele bir de değerli
ve samimi bir amaç için çırpınıyorlarsa.
Niçin? Çünkü vekil, aslın bendesidir, aslına
tabî olduğu müddetçe değer ve itibar kazanır, yani veliyy-i nimetine hürmette
kusur etmedikçe. Veren el alan elden üstündür. Veren el haktır. Hak, yani halk.
Alan el ise yöneticilerdir. Onlar kimdir? Onlar da tabiatıyla halktır ve
ilkelere hürmette kusur etmedikçe onlar da haktır. Demek oluyor ki veren de,
alan da halktır!
Üstüne basa basa uyarmış olayım, doğal âfetler
halkı ikiye ayırmaz, camiyi de yıkar, meyhaneyi de, ehl-i secdeyi de yere
serer, ehl-i bade’yi de. 17 Ağustos 1999 depremi sırasında yüzde 50 kimdi
meselâ? Aranızdan biri çıksın da o âfette o yüzde 50’nin kimler olduklarını
bize bir zahmet göstersin!
Yukarıda şöyle demiştim:
Yasa çok açık: mathesis universalis’in istisnası olmaz, kendisi yine kendi yasalarına tabidir.
Yani, celal sıfatlarının tecellisine davetiye
çıkarmamak gerek, çünkü ışığının
(nûrunun) yanından ısısı (nârı) aslâ eksik
olmaz.
Toplumsal âfetlerin doğal âfetlerden farklı
olduğunu mu sanıyorsunuz? Kalkışmaların, isyanların, iç savaşın, savaşın?
Aslâ! Allah korusun, o durumlarda da yaşla
kurunun birlikte yanması kaçınılmazdır.
İmdi, o halde yazın defterinizin en başına:
Halk her zaman yüzde 100’ün adıdır!
Ülkenin değil sadece seçimle gelmiş
yöneticileri, darbeler yoluyla iktidarı ele geçiren cuntacılar bile, eğer
koltuklarında kalmak niyetindeyseler, yalan söylemek ve o yalanların bedelini
ödemek pahasına bile olsa, her adımlarında o yüzde 100’ün adına hareket
ettiklerini beyan etmek zorundadırlar.
Sözüm etnosun
(topluluğun) yöneticilerine değil elbette, demosun
(toplumun) yöneticilerine! Türk’ün, Kürd’ün, Alevi’nin, Sünni’nin, Yahudi’nin,
Hristiyan’ın, Müslüman’ın değil, çağdaş bir ülkede çağdaş yurttaşların
oylarıyla seçilen bütünüyle halkın yöneticilerine! Yani cemaatin değil, cemiyetin yöneticilerine!
Demokrasi demos’un ürünüdür, etnos’un değil!
Çünkü etnos (gemeinschaft) anlamındaki
halk kendi kendini yönetemez, tâbi olacakları ve sadakatle paçasına
sarılacakları önderlere ihtiyaç duyarlar ama demos aslâ böyle değildir, o pekâlâ kendi kendini yönetir.
Yönetemiyorsa, yönetemezse, çağdaş anlamıyla demos olma yetkinliğine ulaşamamıştır zaten!
Demek oluyor ki demokratik toplumlarda yöneticiler,
hele hele gergin dönemlerde, biz ülkenin yüzde
50’sini zorla evde tutuyoruz, türünden talihsiz açıklamalar yapıp halkı
niceliksel veri tabanları gibi görmeye ve göstermeye kalkışmamalıdırlar.
İstemeden böyle bir söz söylenmişse şayet, hemen, kastı aşan bir beyandı, özür
dileriz, denmeli ve konu kapatılmalıdır. Aksi takdirde,
demos’un (cemiyet’in) yüzde 50’lik oy oranına sahip kesiminden değil, bilakis
yüzde 50’lik sözde bir etnos’tan (cemaat’ten) bahsedildiği düşünülebilir ki bu
durumda, demokrasinin zaten derinleştirilmekten (deeping) çok, kör topal yerleştirilmeye (consolidation) çalışıldığı bir toplumun dinamiklerinin yeterince ve
derinden kavranılmamış olduğu iyice açığa çıkmış olur.
Hükümetin, demokrasinin kurumsallaşması
konusunda ülke tarihine yaptığı katkıların içtenlikle alkışlanmaması, hiç
kuşkusuz kadirbilmezlikten başka bir anlam taşımayacaktır. Ancak ne şaşırtıcı
bir yazgıdır ki bazı iktidarlar, vesilesi oldukları olumlu süreçlerin
sonuçlarını takdir etmekte önce kendileri zaaf gösterebilirler de itiraz ve
muhalefet ettikleri sonuçların bizzat müsebbibi olduklarını hiçbir surette anlamayabilirler.
Taksim direnişi,
İstanbul'un tarihinde İstanbul'un yüzüsuyu hürmetine gerçekleşen ilk direniş
olduğu halde, yetkililer ne yazık ki bu doğal tepkiyi anlamakta fevkalade
yetersiz kalmış, ne olup bittiğini sağlıklı biçimde okumayı bir türlü becerememiştir,
üstüne üstlük demokratik yönetimlere özgü iletişim kanallarının zenginliğinden
yararlanmak yerine, iki hafta boyunca halkın karşısına bir tek isimden
başkasını çıkarmaya cesaret bile edememişlerdir. Çünkü halkın hayli zamandır, la
havle deyû sineye çektiği o tahammülü
güç agresyon tablosu, ne pahasına
olursa olsun Taksim Gezi Parkı’na Topçu Kışlası (AVM ve Rezidans) yapılacağı
yönündeki meydan okumalarla bu sefer kendilerinin bile kontrol etmekte güçlük
çekecekleri noktalara ulaşmıştır, ve başsız, ayaksız, örgütsüz bir gövdenin o
şairane kendiliğindenliğini (gelişigüzelliğini) istismara yeltenen kimi kötü
niyetli, şiddet yanlısı grupların veya küçük bir aralıktan da olsa hükümetin
ürke ürke uzattığı barış dalını hoyratça geri çevirmek basiretsizliği gösteren
kimi oda temsilcilerinin hükümetle yarışan arogant tavrıyla çözüm yolları
birdenbire tıkanıvermiştir.
Niçin söylemekten
çekineyim ki direnişin ihtişamı da zaten içtenliğinde, doğallığında ve
sadeliğinde. Sivil oluşu, haklılığının en büyük alâmeti. İlk başlarda şiddetle
arasına mesafe koymaktaki başarısızlığı, aleyhine değil, lehine yorumlanmalı.
Çünkü bu, Taksim’deki halk iradesinin bir stratejiyle değil, bilakis toplumsal
vicdanın yönlendirmesiyle belirlendiğini gösterir.
Unutulmamalı, vicdanın
yanılmazlığı, tablonun bütününde ortaya çıkar, yoksa her vicdan bir süreliğine sapma
gösterir ve sonunda istikametini bulur, tıpkı iktidarın vicdanının da başına
geleceği gibi.
Asıl soru şu:
Burada mesele birkaç ağacın sökülüp sökülmemesi meselesi midir?
Hem evet, hem hayır!
Evet, çünkü hükümetin bir tek insanların
üzerine beton dökmediği kaldı. Anlaşılmıyor mu, halk, kentsel dönüşüm
bahaneleriyle ülkenin betondan bir çöplüğe dönüştürülmüş olmasından ızdırap
duyuyor artık, ve dört bir tarafın devlet eliyle hem de sözde hizmet adına
çirkinleştirilmesini kesinlikle istemiyor. Koskoca İstanbul’un ortasında,
ellerinde, nasılsa şöyle böyle bir park(çık) kalmış, onun da basiretsiz
belediyecilerin, firaseti zayıf yöneticilerin o kerameti kendinden menkul
kararlarıyla ziyan olup gitmesine bir türlü gönlü razı gelmiyor.
Biraz vulgarize ederek söyleyeyim: Halk, bu
kadar hızlı kalkınmak istemiyor. Biraz teenni, biraz özen, biraz sükûnet
istiyor. Bilenler bilir, burasını tartışmayacağım, İstanbul neredeyse bitmek
üzere, bu nedenle halk, denetleyemeyeceği ölçülerdeki çılgın hamleleriniz sizin olsun, lütfen biraz nezahet, biraz nezaket,
biraz rekaket diyor. Meselâ İstanbul kültüründe, içki içen insanları kastederek
ayyaş ve alkolik sözcüklerini kullanmak veya aksırıncaya, tıksırıncaya kadar içtiklerinden dem vurmak, en hafif
tabirle ayıptır, çünkü bu sözcükler genellikle hakaret için kullanılır. Etnos
içinde kullanımı meşrû olan ifade ve tabirler, demos sözkonusu olduğunda
kullanılamaz. Kullanılırsa hubris’in tezahürü olarak algılanır.
Velhasıl, o kadar mı güç, o kadar mı zor,
böylesine basit bir tepkiyi anlayamamak?
Ne yazık ki o kadar güç ve o kadar zor! Çekiç olmayagörsün insanoğlu, tüm
dünyayı da çivilerden ibaret görür. Toplumu yönetmeye talip olmuş dindar
kadroların, türlü engellemeler ve darbeler arasından sıyrılarak ellerine
geçirdikleri iktidar koltuğuna tam da alışmaya başlamışken en küçük kıpırtıda
olup biten herşeyi bir rejim meselesi haline getirmelerinden, her çatışmayı bir
varlık-yokluk kavgası düzeyinde algılamalarından daha doğal ne olabilir?
Siyasette böyle, peki
ekonomide?
Ekonomide, hükümetin 70’li yıllara mahsus
kalkınmacı kapitalizm sloganlarına dayalı, ne pahasına olursa olsun kalkınma da
kalkınma diye tutturan tavrından hoşlanmıyor, zira halk kalkınma’nın nimetleri
kadar bedellerini de umursuyor artık.
Biliyorum, bu satırları okuyan değerli
yöneticilerimiz, muhtemelen, bahsedilen şu insanlar halkın yüzde kaçı ki diye düşünecekler
ve ellerinde, kendilerine itaatle yükümlü yüzde 50’lik bir kütleyi (cemaati)
tuttuklarına inandıklarından, bir iki homurtudan n’olur, siz asıl bize
sandıktan haber verin, diye kendi kendilerine mırıldanacaklardır. Halbuki
birilerinin onlara şunu -belki bir kez daha- hatırlatması gerekiyor: Demos,
yani halk, iradesini sadece sandık aracılığıyla göstermez, hele hele yöneticilerine
karşı güven duyguları biraz sarsılsın, aslâ ama aslâ, sandık’la, seçim’le filan
yetinmez, her fırsatı ganimet bilip sesini duyurmaya çalışır, hınçla sokakları
ve meydanları inletmeye başlar. İstediği takdirde büyük gürültüler çıkarmak
gibi bir özelliği vardır halkın. Bağırır, çağırır, ne yapar eder sesini
duyurur.
Zannedildiğinin aksine, demokrasi’nin gerçek
erdemi ve dahi gücü, kendisinin o çok kolaylıkla çiğnenmeye elverişli gibi
görünen kırılgan dengelerindedir. Demokratik haklar belki bir süreliğine
çiğnenebilir, ertelenebilir, ama asla yok edilemez. Teminatı halkın kendisidir
çünkü. Halkın kendisi, yani vicdanı.
Zümreleri oluşmuş, yönetim süreçlerine bizzat katılma
hakkının farkına varmış bir halk varsa ortada, oluşmuşsa, bu halk kendi kendini
yönetme talebinden asla vazgeçmeyecektir. Endişe edilmesin lütfen, her devirde iktidarın nobranlığı
karşısında beceriksiz muhalefetin çapsızlığını halkın vicdanı telafi edecektir.
İkinci kısmına gelince, burada mesele kesinlikle salt
birkaç ağacın sökülüp sökülmemesi meselesi değildir. Mesele, sonu gelmez üslup
hatalarının, en sonunda bir hubris
algısına dönüşmesi!
Sözgelimi iktidar sahipleri, Taksim’de ne olup
bittiğini anlayamadıklarını itiraf etmekten hiç çekinmiyorlar. Ne istiyor bu çapulcular, diyorlar, hizmetse hizmet
ettik, etmeye de devam ediyoruz, daha ne istiyorlar, diye ısrarla soruyorlar, yani
iktidar kudretin kullanımı demekse, kudretimizi onların hizmetlerinde
kullanıyoruz ya, niçin bir türlü memnun
olmuyorlar.
Olmuyorlar, çünkü iktidarın uygulamalarında,
kudret kadar rahmet’in nişanelerini de görmek istiyorlar. Adalet kadar
ihsan’ın, kısas kadar afv yolunun tezahürlerine de tanık olmayı arzu ediyorlar.
Kısacası, yüzde 50’ye indirgenmiş olan ve her fırsatta öteki yüzde 50’nin
gücüyle tehdit edilen bir halk ne hissederse aynen onu hissediyorlar.
Sizin biber gazınız, copunuz varsa, bizim de
bir haysiyetimiz, bir onurumuz, kime neye olduğunu bilmesek bile başımızı göğe
erdiren sevdalarımız var, gençliğimiz var çünkü, diye haykırıyorlar. O meydanda
çocuklarımız var, arkadaşlarımız var, kardeşlerimiz var diyerek gaz dumanları
arasında raks ediyorlar.
Onların sayesinde, bütün Türkiye olarak bizler
hem de hiç de farkında olmadan gerçek bir demos’a dönüşüyoruz. İtiraz etmeyi
öğreniyoruz. Karşı çıkmayı. Oldu bittilere razı olmamayı. Hâlâ bir geleceğimiz
olduğuna dair güçlü umutlar beslemeyi. Daha ne olsun, o çocuklar sayesinde, biz
zavallı korkaklar, insan olduğumuzu hatırlıyoruz.
İktidar davranışlarını dinî referanslarla
teyid etmeye çalışsa bile, inancınız sizin olsun biz sadece adalet istiyoruz, adalet
yetmez ihsanın tecellisine de tanık olmak istiyoruz, neyleyelim kudretinizi biz
bizatihi rahmetin kendisini görmek istiyoruz, demeyi de o hakikaten la-kaydî ve lâ-ubalî
çocuklardan öğreniyoruz.
Yöneticilere, eğer onlar birgün bize, yoldan
çıkarsak bizi neyle doğrultursunuz, diye sorarlarsa, onlara, sandığı beklemeye
gerek yok, biz sizi şimdiden şarkılarımızla da doğrulturuz, yetmezse
şakalarımızla, esprilerimizle, latifelerimizle de yeniden yola sokarız, demenin
binbir tarzını, bizler, Taksim’deki o muzip çocukların neşesinden çıkarıyoruz.
İrfan geleneğimizde birbiriyle ilgili üç tabir
kullanılır: akl-ı selim, kalb-ı selim, zevk-i selim.
Aklın da, kalbin de, zevkin de selim olması
doğuştan değildir, eğitimle ve çevrenin yardımıyla kazanılır. Toplumu oluşturan
bireylerin bu konuda farklılık arzetmeleri, bazılarının aşağıda, bazılarının
yukarıda olması gayet tabiidir, ama önemli olan toplamın, yani toplumsal
çoğunluğun aklının, kalbinin, zevkinin incelmişliğinin derecesidir.
Türkiye halkının kültürel tercihlerini iktidar
belirleyemez, hele hele yöneticilerin şahsi beğeni düzeyleri. Bu nedenle halkın
yüzde 50’sini temsil ediyor olduğu iddiasıyla kimse güya öteki yüzde 50’nin
zevk-i selimini belirleme, mümkün olmuyorsa aşağılama hakkına sahip olamaz.
Çünkü medinet’ul-fadıla’da, yani erdemli şehirde, halka hürmet, hakka
hürmettir! Halka, yani yüzde 100’ün tamamına.
İmdi, hükümeti halka ve hakka hürmete davet
ediyorum, insana hürmete, ve Cenab-ı Hakk’ın son elçisine, âlemlere rahmet
olarak gönderilmiş olan Efendimize öğrettiği bir ilkeyle, bu ülkenin bütün yöneticilerini
uyarmak istiyorum:
فَبِمَا رَحْمَةٍ مِّنَ اللّهِ لِنتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنفَضُّواْ مِنْ حَوْلِكَ
Allah’tan bir rahmet ile halkına yumuşak davrandın, eğer sen katı yürekli bir nobran olsaydın, çevrendekiler elbette senin etrafından dağılıp giderlerdi. (Alû İmran: 159)
KAYNAK: Dücane Cündioğlu, TAKSİM MANİFESTOSU, Hürriyet/Pazar, 16 Haziran 2013
Takip et: @ducane
Refika Doğan Dedi ki:
YanıtlaSilSanırım okuduğum en sağlıklı tespit, tahlil ve temenni yazısı; aklın ve vicdanın birlikte yol açmak istediği insana…
Yazıyı satır satır, soluklanmadan okudum. İçimi kaplayan ürkülere rağmen tarifi zor bir huzur esintisi yayıldı özüme. Hâlâ farkındalıklı, dürüst, mert, sağduyulu sevecen insanların varlığına inancımla umut kanatlarım kıpırdadı sanki bu toz duman içinde.
Noktasına virgülüne değin temiz, samimi, sevecen, yapıcı ve dönüştürücü olduğuna inandığım ve bütün iyi niyetimle katıldığım bu değerli yazının güçlü, yürekli, erdemli kalemine saygı ve teşekkürle, ortak temennilerimizin hayat bulması dileğimle…