12 Mayıs 2013
Beyoğlu, Beşiktaş, Kadıköy.
İlk ikisi Boğaz’ın Avrupa yakasında, üçüncüsü ise
Anadolu yakasında.
Kitabın en çok satıldığı, yani en nitelikli kitapların
değil sadece, en nitelikli kitapçıların da bulunduğu yerlerin başında geliyor
bu üç ilçe.
Sevimsiz bir
yükü omuzlamaktan kaçınamam, açıkça sormak zorundayım bu yüzden.
Acaba Fatih, Eyüp, Üsküdar gibi görece muhafazakâr
ilçeler bu koca şehirde kitaba ve kitapçılara evsahipliği yapmaktan kaçınırlarken,
onları, niçin Beyoğlu, Beşiktaş
ve Kadıköy ilçeleri bağırlarına basmakta?
Bir rastlantı
mı? Şehre özgü ulaşım olanaklarının kahredici bir cilvesi mi? Yerel
yöneticilerin basireti ve/veya basiretsizliği mi? Niçin Eyüp değil de Beyoğlu
mesela, Üsküdar değil de Kadıköy, yoksa bu karşıtlık nasıl işlediğini
bilmediğimiz bir mekanizmanın mı eseri?
Karşıtlığın nedenlerini belirgin kılmak istiyorsak,
soru sormaya devam etmeli, örneğin yanısıra kafelerin, restoranların, bar ve
meyhanelerin, kültür ve eğlence yerlerinin yoğunlaştığı semt ve/veya ilçelerin
hangileri olduğunu da sormalıyız.
Bu sefer alacağımız yanıtlar bir farklılık arzedecek
mi?
Hiç sanmıyorum, çünkü kitapçıların yanısıra eğlence
mekanlarının, tiyatroların, sinemaların, barların en çok yoğunlaştığı semtler de
yine bu üç ilçe içerisinde yer almakta. Beyoğlu’nda, Beşiktaş’ta, Kadıköy’de.
Üstelik birbirinden yalıtılmış bölgecikler halinde değil, yanyana, bitişik
halde, neredeyse içiçe. Üç uzun cadde. İstiklal, Ortabahçe, Mühürdar caddeleri.
İstiklal caddesinin renkliliğini ayrıca tasvire ne
hacet, sade tasavvuru bile yeterli. Beşiktaş’ta (Ihlamurdere’ye çıkan) Ortabahçe
caddesi sizi iki büyük kitapçının arasından hoşâmedi ederken, daha ikinci
adımınızı atmışken Çarşı size hemen ellerini uzatır. Kadıköy’de Mühürdar
caddesi iki taraflı kitapçı dükkanlarının arasından bir lalezar gibi sizi sînesine
davet ederken, cafe ve restoranlar biraz ötenizden size seslenirler. Hele akşam
olmaya görsün, ışıl ışıl yanar her yer.
Apolloncu yarar ilkesi, Dionysosçu haz
ilkesine daha fazla direnemez, pazarlık yapmak zorunda kalır. İkisi de bir
türlü birbiriyle başedemez. Pazarlık pazarın şanındandır çünkü. Müzakere ve diyalog.
Eşit ve özgür olanların diyaloğu, farklı olanların müzakeresi.
Kitaba ve kitap okumaya düşkünlük ile eğlence, haz
ve zevk birarada yaşamak için bu semtleri tercih ettiklerinden, üçü de zaman
içinde kendilerine özgü birer kültür havzasına dönüşmüş. Her birinin belleği
var, çünkü muhayyilesi var. Muhayyilesi var, çünkü önlenemez bir devinimi var. Devinimin
olduğu yerde yaşam, yaşamın olduğu yerde haz vardır, hazzın olduğu yerde de
kültür. Bir tek iktidar yoktur. Tek boyutluluk. Her halukarda farklılıklara
hürmet vardır çünkü.
İster istemez bir de gürültü vardır. Gürültü, hem de
ne azîm bir gürültü, koca bir ırmağın çağıldayan sularının gürül gürül akışının
değil ama, aksine insan yığınlarının o muazzam yayılışının gürültüsü. Bulutların
arasından sızan ışıkla işbirliği halinde talihsizliklerin, alınganlıkların,
kibir ve hasedin üzerini bir şal gibi örten şehrin gürültüsü.
Bireye, bireyselliğe, dolayısıyla farklılıklara
nefes aldıran ortamların bu denetimsiz gürültünün ortasında saklanmasından daha
doğal ne olabilir?
Olmaz, olamaz, çünkü şehir yaşamının canlı olduğu
yerlerde belirir neş’enin alametleri. Sadece neş’enin mi, hüznün de! Taşra’nın
tekdüzeliğine, hatta teksesliliğine karşın şehrin o akılalmaz karmaşası. Bir
senfoni. Akıl ile kalbin çatıştığı nice arasokak. Çatıştığı ve uzlaştığı. İkinci
doğa âdeta. Kültür. Bir şaka gibi sanki, kultur,
yani hars veya ekin. Ama bu sefer toprağa değil, insan bilincine. Şehrin
bilincine.
Her kadim şehir varoluşunu hem aklî (Apolloncu), hem de kalbî
(Dionysosçu) ilkelerin yarattığı gerilime borçludur bu yüzden. Bu gerilim değil
midir ki şehir halkının, Nietzsche’nin deyişiyle, hem daha neşeli (heiterer), hem daha bilimsel (wissenschaftlicher) olanın arasında
salınmasını mümkün kılan?
Bir yandan aklın ve düzenin, uyumun ve kontrolün, nizam ve intizamın hükümfermâ olduğu anacaddeleri
inşa eden Apolloncu ilke, öte yandan taşkın ve coşkun duyguların
esrimelere yol açan o denetlenemez usdışılığının saklandığı arka sokaklardaki mütebessim
Dionysosçu seziş ve kavrayış!
Atina’da
agora meyhanelerinde, yani çarşıda sadece lâf u güzafla vakit öldürülmez, Greklere
özgü o şölenler (symposium) en ciddi felsefi tartışmalara da evsahipliği yapardı.
Şaşırmamalı
tarihin cilvelerine, Dionysos’un mabedinde, hem gösteri, hem müzik, hem
siyaset.
Dağlar gibi dalgaların dört bir yana doğru, uğultuyla yükseldiği ve indiği azgın bir denizde, bir gemici, bir sandalın içinde, güçsüz teknesine güvenerek nasıl oturursa, yalnız insan da böylece sakin oturur, bir acılar dünyasının ortasında, principium indivuduationis’e dayanarak ve güvenerek.
Schopenhauer’in tasvir
ettiği işbu hayal (maya) perdesini Apolloncu ilkeye uyarlamakta hiç tereddüt
etmez Nietzsche.
Bakmayın siz tablonun
ortasında bir gemiciye rol verildiğine, gerçekte, şehrin törpüleyici
düzenliliği tarafından sürüklenen masabaşı insanının yazgısıdır anlatılmak
istenen. Büro yaşamının eşitlikçi düzenekleri arasında eriyip giden zavallı
insanın. Kısaca bireyin.
Principium
indivuduationis!
Türkçesini
nasıl bulalım da söyleyelim, eskilerin diline başvuracağız çaresiz. Toplumsal
olanın ortaya çıkardığı bu halin adı teferrüd
ve teşahhus. Çağdaşlarımız bireyleşme, bireyselleşme diyorlar, hem
de teferrüd’de kendisini saklayan ferd
ile, teşahhus’un içinden gözlerini bize dikmiş bakan şahsın varlığına karşın. Ferd
ve şahıs sözcüklerinin yanında birey de biraz cılız kalıyor ne yazık
ki, bireyleşme de. Öyle ya, hani
nerede şu canım ferdiyet, nerede şahsiyet, nerede çağrışımlar ülkesinin,
yani dilin insanın ayağını yerden kesen şu baştan çıkarıcı kadîm cilveleri?
Neş’e arasokaklarından
sızar şehre. Derken, ciğerleri dolduran kokusu, farklılıkların yanından
süzülmeden edemez özgürlüğün. Kuruntularına aldırmaz bile, bir çırpıda eşitliği
ihlal eder. Bilhassa geceleri. Işıkların körelttiği karaltıların arasında.
Meydanlarda.
Kentin eşitlikçi düzeni,
anacaddelerinde, ferdiyeti ve şahsiyeti adım adım oluşturmakla kalmaz, şehrin
insanlarını arasokakların o özgürlükçü belirsizliğiyle tehdit etmeyi de
sürdürür. Üstelik farklılıkların ölçüsüzlüğüyle. Bireylerin.
Kitap ve eğlence. Düşünce
ve sanat. Düzen ve düzensizlik. Müzik ve belirsizlik. Kısaca haz ile anlam’ın
aniden ve yeniden çarpışması: sevinç.
Öncelikle yığınlar, ve pek
tabii ki sonra şehrin tam da ortasında fıçılarının içinde kimseyi rahatsız
etmeden oturmayı beceren bireyler. Görünüş’ün alametleri çoğaldıkça inadına
gözden yitip giden Aristotelesçi cevher-i ferd’ler. Ama hep yanyana. Birlikte.
Çelişkiden çok karşıtlık. Birbirini hem iten, hem çeken beşik tonozu kıvamında.
Bir kemer gibi. Kilittaşı da, insanın, kaslarını, karşıtlıkların oluşturduğu yüreği.
Mırıldanmaya ne gerek var, açıkça söylemeli, şehrin ana sermayesi insan yüreğidir.
Ölçüye ve ölçüsüzlüğe aynı anda hürmet etmeyi bilen insan yüreği.
İnsanın beyni kitapçılara
gereksinim duyduğu kadar, gönlü de yanısıra teselliyi bazen kafelerde,
restoranlarda arar. Hem hüzün, hem neşe. Geçim sıkıntısının lafı mı olur,
sıkıntının hası: can sıkıntısı. Daralan ruhlar.
Dev panoların altında, parlak neon ışıklarının önünde karaltılar. Belli
belirsiz üstelik. Yığın ve birey. Eşitlik’le çatışan özgürlük. Tekdüzeliğe
teslim olmamakta direnen farklılık. Her daim ölçü ve ölçüsüzlük. Başka bir deyişle, vérités de la
raisonun (akıl gerçekliği) yanısıra bir de vérités du fait (olgu gerçekliği). İstanbul’da kültür ve sanat denince, çaresiz Beyoğlu,
Beşiktaş ve Kadıköy.
İstanbul’un gerçek karakteri: kosmopolis.
Farklılıklar-arası gerilimin yarattığı cennetler.
Rengarenk bahçeler yani. Her dinden, dilden, kültürden çiçekler. Her şehirden,
her bölgeden, Türkiye’nin her kesiminden.
İnsan, hep insan! Önce ve sonra
insan!
Gayr-i müslim vatandaşlar, diğerlerine nisbetle üç
ilçede de hâlâ hatırı sayılır bir nüfusa sahip bu yüzden. Bir türlü içimin ısınamadığı
o sözcükle azınlıklar. Yanısıra sol
ve liberal kesimlerin ağırlıklı olarak yaşadığı yerler buralar. Başka deyişle, çokluk
İstanbul’un şehirleşmiş popülasyonu. Esasen İstanbullu değilse bile, artık
İstanbullu olmuş kesimleri.
VE öte yanda, mahcup bir
halde susakalmış üç koca ilçe, hazdan ve zevk
ilkesinden uzakta üç kadim belde, hem de bir kanadı kırık tam üç yüzük kaşı. Fatih, Eyüp, Üsküdar. Bir asra yakın bir süredir kendilerine gelemiyorlar,
bir türlü geçmişlerine yaraşır bir kültür havzası olmayı başaramıyorlar.
Bugün’de ve şimdi’de yaşamadıkça, zamanda ve mekanda geçmişin mirasına bir
gelecek sunamayacaklarını anlayamıyorlar.
Niçin?
Henüz
terkettikleri köyün hatıralarıyla meşgul yerel yöneticilerinin beceriksizliği
mi, yoksa ilçe sakinlerinin yaşamdan uzak, neş’eden uzak, devinimden uzak taşralı
ufukları mı?
Her ikisi de
değil, çünkü bu ihtimalleri geçersiz kılacak bir geçmişe sahip oldukları
malumumuz, zira gayet iyi biliyoruz ki ne eski Fatih, ne eski Eyüp, ne de eski
Üsküdar bugün işaret ettiğimiz türden uzaklıklara aşina idiler.
Peki sorun
nerede? Cumhuriyet dindarlığının bu denli haz ilkesinden, yani şehir
yaşamından, kültürden, neş’eden, umut ve sevinçten uzak oluşunun asıl sebebi
ne?
Fatih’in
merkezinde Fatih Camii, hemen yanında çarşısı (Malta). Eyüb’ün merkezinde Eyüp
Sultan, hemen yanında çarşısı (İkram ve Arasta). Üsküdar’ın merkezinde Mihrimah
Sultan ve Yeni Cami, yine hemen yanında çarşısı (Atlama Taşı). Benzerlerine
bütün Osmanlı şehirlerinin merkezinde rastlayabileceğiniz türden, loncaların
belirleyiciliğinde oluşmuş küçük dükkanlardan müteşekkil tipik çarşılardır bunlar.
Örneğin Bursa’da, Muğla’da veya Üsküp’te, Saraybosna’da, hep aynı arasta’lar.
Cami ile çarşı yanyana, hatta içiçe. Pek tabii ki yanısıra medreseler, ve
(sonraları) taş mektepler. Kısaca düzen ve intizam. Kurallar ve yasalar. Her
türlü değişime direnen töreler.
Şiir ve musiki?
Bunca yasaya, bunca kurala rağmen, hani kuraldışılık,
hani farklılık, hani çeşitlilik?
Özgürlük nerede?
Deliler ve sarhoşlar?
Şairler
ve dervişler?
Fransızların la raison a
toujours raison dedikleri gibi haklı olan, hâkim olan hep akıl mıdır bu
beldelerde?
Yegâne belirleyici, tartışmasız hakem, topluluğu kayıtsız şartsız
zabt u rabt altına alan hep Musa’nın şeriatı mıdır, Hızır’a hiç mi yer yoktur?
Hep
Arapça’nın kesinliği mi Türkçe’nin yalınlığına eşlik edecek olan, hani nerede
Farsça’nın kıvraklığı ve ürkekliği?
Bu kadar mı tek boyutludur bu şehirler?
Yoldan çıkmaya, günaha hiç mi izin verilmez? Günaha, yani mahremiyete, yani
sırr u esrara, yani neş’eye, hüzne, eğlenceye, şiiriyete?
Nizam’ul-Mülk
yaşıyor hâlâ, ama Ömer Hayyam nerede? Molla Kasım’lar da tamam artık, peki ya
hani Yunus’larımız? Vani Efendi’ler her yerde, peki ama Niyazi Mısrî’ler
nerede? Ebusuud Efendi’lere sözümüz yok, İbn Kemal adaylarına da, iyi ama a
dostlar bizim gözlerimiz İbrahim Maşukî’leri arıyor. Hani şu, ey canlar dedikçe
canlarına okunan şah-ı merdan çocuklarını. Çentik atılmış isimsiz
mezartaşlarıyla bile nadanın nazarından saklanan şehrin us’lanmaz deli
çocuklarını.
Mehmed Akif’i
dilinizden düşürmüyorsunuz, ama siz bize niçin Neyzen Tevfik’ten hiç söz
etmiyorsunuz? Hani şu Yenikapı Mevlevihanesi’nin eşiğinde büyüyen ser-mestten.
Akif’in dostundan? Medreselerin estirdiği poyraz ve lodos şöyle dursun, seher
vakti tekkelerde esen meltemlerin bile ciğerlerini harab ettiği İstanbul’un has
evladından? Sokakların sultanından, delilerin, meczubların, serserilerin pirinden?
Cibril’in
inişi için insana hüzün ve keder gerek, peki ya Cibril’i bile geride bırakacak
mirac için? Hani sizi yedi kat semanın üzerine uçuracak Refref’iniz, hani
üzerine bineceğiniz Burak, lütfen söyleyin a dostlar hani nerede semavi cazibe,
mehabbet ve aşk nerede?
Dindar
semtlerde neş’e, hüzün ve yanısıra derin kültür arıyorsak, çaremiz yok,
tekkelerinin izlerini takip edeceğiz.
Fatih’in
Haliç’e bakan tarafı medresenin, medresecilerin yakası, peki Hırka-i Şerif’e
mücavir olan yaka? Avam bir yanda, peki havass? Hani İskenderpaşa’nın eski
asaleti? Asitane’nin sesi hiç mi ulaşmaz Mihrimah Sultan’ın civarına?
Asitane’nin, yani Yenikapı Mevlevihane’sinin? Cerrahi Tekkesi’nde inleyen ses,
içten gelen bir sestir, ama Fatih hiç duymaz bu sesi, duysa bile hazmetmeyi
beceremez. Hele hele delilerine ve sarhoşlarına tahammül bile edemez.
Eyüp
Sultan’da, Haliç’in kenarında suya dudaklarını değdiren o ünlü Bahariye
Mevlevihanesi’nin yerinde yeller esti yıllarca.
Güya restore edildi de n’oldu,
şimdi ideolojinin merhametsiz pençeleri el koydu o canım binaya.
Çırağan
Sahilhanesi’ne feda edilmiş Beşiktaş Mevlevihanesi’nin bedeninden eser kalmamış
olsa da, İstiklal caddesinin tutunamayan çocuklarına kucak açan Galata
Mevlevihanesi Tünel’in yanıbaşında veya Üsküdar Mevlevihanesi başından itibaren
hem bedenen, hem ruhen tüm haşmetiyle saklandı durdu Doğancılar’ın arka
sokaklarında.
Eyüp’te Haki Baba Tekkesi’nin İstiklal Harbi’nden sonra nasıl hiç
esamesi okunmadı ise, Üsküdar’da Özbekler Tekkesi’nin de bir daha doğru dürüst
çığlığı duyulmadı. Mehmed Akif’in ve dostlarının ziyaretçilerinden oldukları
Beylerbeyi’ndeki Bedevi Tekkesi’nin de, Havuzbaşı’ndaki Afgani Tekkesi’nin de
bugün adını da, yerini de bilen ne az kimse var.
Sözün özü,
Eyüp’te de, Fatih’te de, Üsküdar’da da hüzün ve neş’e vardı bir zamanlar. Haz
ve zevk ilkesinin hası hem de. Çünkü yüzlerce tekkeyi sînelerinde
saklıyorlardı. Sadece sarhoşlara, berduşlara, külhanbeylerine mi, bahtı
karalara da, aşıklara da, tutunamayanlara da kucaklarını açıyorlardı. Delilere.
Şairlere, hep şairlere. Şiire.
Cami ve
Medrese ve Çarşı merkezi temsil ediyordu, nizam ve intizamı. Anacaddeleri.
Musa’nın şeriatını. Hızır ise tam da aksine arasokaklarda dolaşırdı, iktidarın
aşinası olmadığı izbe mahallerde, bazen mehtaba çıkamayacak kadar yorgun
aşıkların düşlerine girer, bazen tekkelerin tevhidhanelerinde, kafeslerin arkasından
da seyretseler el-âlemi, o gönülleri kıpır kıpır genç kızların hayallerini zenginleştirirdi.
Konaklar
arasında sevgililere mektupları kimlerin taşıdığını sanıyorsunuz, elbette
öncelikle çocuklar, sonra bohçacılar, derken deliler, meczublar, dervişler...
Şehir
yaşamının işaretleri bir zamanlar bu dindar semtlerde de vardı. Öncelikle diri
bir yaşam, özellikle düşünce ve sanat, yani kültür, yani neş’e! Cami ile tekke
arasında oluşan gerginliğin tüm meyveleri. Yasak olduğu için yasak çiğneyiciler
de eksik olmazdı şehrin sokaklarından. Günah.
Cumhuriyet
dindarlığının dünyasını sadece Cami şekillendirdi, hâlâ da şekillendirmeye
devam ediyor. Anlamı hazla buluşturamadığından olsa gerek genellikle neş’esiz ve
hülyasız. Had ve hududdan ötesini bilmeyen bir dindarlık bu! Güya yüzünü
geleceğe dönmüş ama şimdi’siz ve burada’sız, yıldızlara gözünü dikmiş yürürken
çakıltaşına basıp düşen bilgeler misali. Mısır’dan, Pakistan’dan, İran’dan
yapılan beylik çevirilerce ideolojik ufku belirlenen Cumhuriyet dindarlığı,
yıllardır Tanrı’yı şehre nasıl davet edeceğini düşünüyor. Sadece camilerde
toplanmayı biliyor, derneklerde, kurs binalarında, bir de gençken göçmenliğin
bütün faturasının kendisine çıkarıldığı bekar odalarında.
Evet, içim
yanarak söylemek zorundayım, neş’eden ve hüzünden uzak bir dindarlık bu. Farklı
olanı (hoş)görme yetisinden neredeyse
mahrum. İlmihal sadeliğinde, ve namaz hocası katılığında.
Şehrin aşure
tadındaki çoğulculuğu sadece farklılıklar-arası gerilimin yol açtığı zenginliği
ortaya çıkarmakla kalmaz, insana olduğundan daha farklı olabilmenin
olanaklarını da sunar. Korkma, istersen değişebilirsin, der. Sana güven veren
alışkanlıklarını gözden geçirebilirsin, dilersen bir başkası bile olabilirsin,
diye kulağına fısıldar. Süreklilik ilkesinin yanısıra değişmenin heyecanından da
mahrum etmez insanı. Hiç çekinme, şiirin, müziğin ve raksın (semahın) eşliğinde
ruhunu pekâlâ katılaşmaktan kurtarabilir, bakışlarını kendine çevirmeyi
bildiğinde dünyayı da yerinden oynatabilirsin diye muştulamaktan kaçınmaz
insanı.
O halde bir
türlü şehre ısınamamış yığınların desteğinde kurumasına izin vermemeli canım
yaşam ilkesinin, inat edip onu asla ideolojik müsamahasızlığın cenderesinde
öğütmemeli, eskilerin tabiriyle havalandırmalı, onu sevinçle şehrin üstüne
serpmeli. Yaşamın en temel ilkesini. Arzu’yu, sevgi’yi, aşkı, ama her daim aşkı.
Tüm şehir o
aşktan nasiplenmeli, Bektaşilerin duasıyla, evvela, aşkolsun erenler, demeli.
Aşkolsun, yani herşey aşka dönüşsün, diye seslenmeli. Israr edilecekse, aşkta
ısrar edilmeli.
Ne yapıp edip
tanrı’yı şehre çağırmalı! Belki de meydanlarda toplanmak yerine
usulca şehrin arasokaklarına dağılmalı!
Aramıza ‘rahmet’in inmesini istiyorsak,
korkmamalı, neş’eyle semaya yükselip oradan tekrar şehrin üstüne damla damla
düşmeli!
NOT: Bu yazı, ilk olarak "Tanrıyı Şehre Çağırmalı" başlığıyla yayımlanmıştır. (Hürriyet, 12 Mayıs 2013)
http://www.hurriyet.com.tr/kultur-sanat/haber/23257243.asp
Takip et: @ducane
NOT: Bu yazı, ilk olarak "Tanrıyı Şehre Çağırmalı" başlığıyla yayımlanmıştır. (Hürriyet, 12 Mayıs 2013)
http://www.hurriyet.com.tr/kultur-sanat/haber/23257243.asp
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder