Sayfalar

15 TEMMUZ MANİFESTOSU: “TÜRKİYE’NİN RUHU”

Hürriyet, 7 Ağustos 2016





Bir siyasal ortaklık biçimi olarak Cumhuriyet, asla belirli bir toprak parçası üzerinde hasbelkader yaşayan insan kütlelerinin toplamından ibaret doğal bir şekilleniş değildir, aksine Cumhuriyet,

o toprak parçasının tamamını bir yurt,

o yurt üzerinde yaşayan nüfusun tümünü birer eşit ve özgür yurttaş,

o yurttaşların herbirini kendi yurtlarında kendi geleceklerini yine kendilerince belirlemeye ahdetmiş gerçek özneler haline dönüştürmeyi amaçlayan bir ortak iradenin adıdır, eşdeyişle bir tinsel biçimlenişin adı.

Bu yüzden ne belirsiz, köksüz, tanımsız sıradan bir başlangıç, ne de bitmiş, tamamlanmış rastlantısal bir sonuçtur, aksine Cumhuriyet, özü gereği gelişme, büyüme, serpilme arzusu taşıyan dirimli bir süreç, yönünü geleceğe çevirmiş bilinçli bir ilerleyiş, yaşamı daha iyi bir yaşama dönüştürme yolunda kesintisiz bir yürüyüştür. Ne ki tüm yalpalamalarına karşın amaçsız bir yolculuk, sıradan bir gezinti, bilinçsizce bir sağa sola savruluş değil, aksine kararlı bir yürüyüştür, kuşaklar boyu sürecek düşe kalka bir yürüyüş, öyle ki tarihsel olarak tek başına bir lider veya soyun yetenek ve öngörülerine, sırf ayrıcalıklı bir zümre, sınıf veya kurumun öznel becerilerine, sadece kendine özgü zenginlikleriyle ayrışmış bir bölgenin nisbî kazanımlarına hasredilemeyecek denli kollektif bir yürüyüş.





Bu aşamayı Tanzimat’tan, I. ve hatta II. Meşrutiyet’ten ayıran en belirgin ve üstün vasfı onun asıl bu yanında aranmalıdır: Cumhuriyet, kelimenin tam anlamıyla cumhurun, yani tümüyle bir halkın kendi yazgısını yine kendisinin belirleme konusundaki kararlılığının ifadesidir.

Cumhuriyet’i vareden ve yaşatan ortak irade, sanılmasın ki sadece bu iradeyi taşıyan maddi koşulların, sözgelimi nüfus ve toprağın, buğday ve arpanın, demir ve çimentonun, sanayi ve ticaretin, tank ve tüfeğin ürünüdür. Asla! Bu ortak irade, bu halkın en özsel yeteneğinin, yani bizzat kendi ruhunun eseridir. Ortak iradenin ete kemiğe bürünmesi anlamında Cumhuriyet böylesi bir ruhun, evet, doğrudan Türkiye’nin Ruhunun tecellisidir, bir tecelli ki tarih boyunca asla sadece yaşamda kalma ve yaşamı sürdürme gibi ilkel güdülerini doyurmakla sınırlı kalmamış, daima daha özgür ve eşit bir halk, daha bağımsız bir devlet, daha adil bir yönetim, daha onurlu bir yaşam talep etme hakkından asla vazgeçmemiştir. Nitekim “Gençliğe Hitabe” gibi 1927 tarihli kısacık bir metinde bile istiklal ve cumhuriyet sözcükleri dörder kez ve her kullanımlarında yanyana geçerler. Bu yanyanalık, sadece Cumhuriyet’in temelinde halkın istiklal talebinin yer aldığını imlemekle kalmaz, ikisinin birbirinden ayrı düşünülemeyeceğinin tarihsel kanıtını da teşkil eder.

Türkiye Cumhuriyeti’nin, kuruluşunun üzerinden çeyrek yüzyıl bile geçmeden yapılan ilk seçimle bir demokratik cumhuriyet haline dönüşmesi ve bu iki sözcüğün bundan böyle birbirinden ayrı düşünülemeyecek en aslî nitelikler olarak siyasal alanı belirlemesi kesinlikle bir rastlantı eseri olmayıp tüm farklılıklarıyla sivil toplumun kendi ortak yaşam idealini gerçekleştirme azminin doğal sonucudur, çünkü son tahlilde özgürce yaşama liyakatını kanıtlamış her halk kendi ruhunun yüceliklerine boyun eğer ve asla kendi iradesinin gereğini yapmaktan kaçınamaz, dolayısıyla bu halkın özgürlük ve bağımsızlığını bir armağandan, bir ihsandan çok bir hak olarak görmesi kimseyi şaşırtmamalıdır. Bu yüzdendir ki “hakkıdır hakka tapan milletimin istiklâl” dizesi şairane bir temenninin veya öylesine dile gelmiş bir hüsn-ü kuruntunun ya da yaşanmış onca felakete karşın umut vaad eden gelişigüzel bir dileğin değil, tarihen kanıtlanmış bir hakikatin en sahici ifadesidir.

Bizi aldatmak isteyen sivil veya askeri oligarşi heveslileri, bizi yine bizim ortak değerlerimizle aldatmak zorunda olduklarını gayet iyi bilirler. Nitekim kendi olanakları ölçüsünce yüzünü daha eşit ve daha özgür bir yaşama çevirmiş olan halkın bu yürüyüşü zaman zaman kimi müdahalelerle durdurulmak ve siyasal alanın sınırları namlu’nun talep ve korkularınca belirlenmek istendiğinde, bu teşebbüslere “cumhuriyet’i koruma ve kollama” gerekçesiyle meşruiyet kazandırılmaya çalışılmış ve demokrasiye kasteden her çete, Türkiye’nin Ruhunu, her defasında ancak yine onun kendi özlemleri üzerinden ikna etmek zorunda kalmıştır. Ancak yine de her darbeden, her baskıdan, her tasalluttan sonra, daha ilk seçimde, bakışını daima ileriye çeviren halkın iradesi bu ruhun tecellisine aracılık etmekten geri durmamış ve asla Cumhuriyet’in ortak kazanımlarını feda etmeye yanaşmamıştır.

Varoluş mücadelesinin olduğu her yerde ya-ya da kipini kullanmak bir zorunluluk halini alır ve öyle bir an gelir ki insan, önünde “ya istiklal ya ölüm” demekten başka çıkar yol bulamaz. Ölüm ister istemez seçilmesi gereken bir yola dönüşür ve doğal olarak halk istiklalini kaybetmektense ölümü tercih eder, çünkü bilir ki kölelik ya da kula kulluk, yani halkın kendi iradesini ayrıcalıklı bir zümrenin veya grubun eline teslim etmesi, gerçekte ölümden de beter biçimde yaşamanın adıdır. Hiç kimsenin kuşkusu olmasın ki yaşamanın “haysiyetlice yaşamak” anlamına geldiği yerdir burası. Köleci ve kölece bir yaşamı seçenler, bu yüzden sadece istiklallerini değil, haysiyetlerini de kaybederler.

O halde şimdi zaman, bakışımızı halkın vekillerinden, temsilcilerinden, liderlerinden çok bizatihi kendisine yöneltme zamanı. Siyasal önderliği önemsemediğimiz veya küçümsediğimiz için değil, halkın asaletine gösterilecek özenin kendisi bizi bu yola davet ettiği için.

Hiçbir parça, parçası olduğu bütüne galebe çalamaz, hiçbir uçak, hiçbir tank, hiçbir tüfek onları ellerine veren halkı can-evinden vuramaz, onun vicdan-evine ateş edemez. Vurursa, ederse, temsilcilerinden önce halkı karşısında bulur, bulmuştur da.





15 Temmuz gecesi gerçekleşen oligarşik darbenin düzenleyicileri her olasılığı tüm ayrıntılarına değin hesaplamış olsalar dahi, büyük bir gafletle hesap dışı bıraktıkları tek hakikattir Türkiye’nin Ruhu. Onları asıl durduran başlıca engel de, attıkları her bombaya, sıktıkları her kurşuna göğsünü siper eden de, kaldırdıkları F-16’lara kendi tarlalarını kendi elleriyle ateşe vererek direnen de esasen bu ruhtu: Türkiye’nin Ruhu. Lakin bu sefer bedeniyle birleşmiş bir ruh! Bedeniyle, yani halkıyla.

Bu gafletin belleklerimizden silinmemesi gereken en başat simgesi Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bombalanmasıdır, çünkü orası eşitlik ve özgürlük içinde yaşamak isteyen bu halkın kendi iradesinin en mukaddes tecelligâhıdır. Halkın sadece temsilcilerinin değil, bizzat kendi kalbinin de attığı yerdir ve bombalanması bir rastlantının değil, bu ülkenin geleceğine yönelik bir kasd-ı mahsusun eseridir. Orada sadece taştan duvardan bir bina değil, aksine bu ülkenin asırlarca kanından, canından, alınterinden, inancından inşa ettiği koca bir vicdan-evi bombalanmıştır.

O halde düşünmenin tam sırası: şu adına katılımcı demokrasi denilen şey de nedir? Seçimden seçime sandığa oy atmak mı, yoksa bir hülya, bir ütopya mı veya kılı-kırk-yarıcı kuramcıların reel-politikte karşılığı olmayan o bildik kavramsallaştırmalarından biri mi? Sahiden nedir katılımcı demokrasi?

Özellikle 15 Temmuz’dan itibaren, bu ülke halkının artık ne kitaplardan öğrenmesi gereken bir kavramdır katılımcı demokrasi, ne de sonu gelmez tartışmalara dalmış akademisyenlerin hayallerini süsleyen ütopik bir imge, aksine, bundan böyle hakikatini herbirimizin şahsen ve bizzat idrak ettiğimiz, hatta işte budur diye somut olarak tanıklık edebileceğimiz denli açık-seçik bir sahici olgudur. Katılımcı demokrasi, başkalarının zorlamasıyla veya önerisiyle bu halkın isteksizce boyun eğdiği ne idüğü bilinmez bir kurum veya kavram değil, aksine, Türkiye’nin Ruhunun, kendi ruhumuzun bize kazandırdığı geri dönüşü olmayan bir tarihsel aşamadır. Evet, ortak iradenin bu ülkede eşit ve özgür olarak yaşamayı hayal eden sivil toplum aracılığıyla tahakkuk ettirdiği emsalsiz bir aşama. “Cumhuriyet’i koruma ve  kollama”nın “demokrasiyi koruma ve kollama” anlamına dönüşmekle kalmayıp asıl şimdi halkın bilincinde gerçek değerini kazandığı bir aşama.

Ne ki savaşın amacı savaş değil, barıştır, yaşamın amacıysa salt yaşam değil, daha iyi, daha onurlu, daha erdemli bir yaşamdır; hangi ırktan, hangi sınıftan, hangi cinsten, hangi din ve mezhepten olursa olsun ülkenin tüm yurttaşlarının kendilerini daha eşit ve daha özgür hissedecekleri bir yaşam, kısacası Türkiye’nin Ruhuna yakışır bir yaşam.

Hiçbir halk, ruhsal değerlerini salt maddi koşullarından üretmeyi başaramaz, hiçbir zümre kendine özgü simgeleri sırf tek yanlı dayatmalarla yurttaşların geneline şamil kılamaz. Yine hiçbir halk, insanın özüne saygı duymayan, insanca farklılıkları hiçe sayan, sezgileriyle aradığı o yasaların yasasını: adaleti gözetmeyen kimi öznel heveslerin, kendi iradesiyle akdettiği “toplumsal sözleşme”yi çiğnemesine izin veremez.

Aydınların ve siyasetçilerin her zaman olduğu gibi halktan öğreneceği çok şey var:

Her ne pahasına olursa olsun karşılıklı konuşmanın, uzlaşmanın, anlaşmanın tüm yollarını, tüm araçlarını sonuna değin zorlamak. Nitekim her akşam Türkiye’nin her yerinde demokrasi nöbeti tutmak için biraraya gelen sivil toplumun tüm sahte zıtlıkları bir yana bırakarak Mehter Marşı ile Onuncu Yıl Marşı’nı peşisıra çalma aşamasına gelmesi bile, kendi arasına sokulmuş sözde karşıtlıklar üzerinde beliren yeni bir uzlaşma arzusunun ifadesi değil de nedir? Keza daha düne kadar çatışma dilini terketmeye yanaşmayan partilerin hep birlikte demokrasiyi güçlendirmek amacıyla düzenledikleri ortak mitingler üzerinden dalga dalga tüm ülke sathına yayılan olumlu havanın, barış içinde daha eşit, daha özgür, daha erdemli bir yaşam umudunu beslediğinde hiçbir kuşku yok. Yeni bir anayasa yapmak yükümlülüğüyle karşı karşıya olan bu ülkenin, öncelikle böylesi bir uzlaşma zeminini eşsiz bir kazanç sayarak hareket etmesi, henüz yetersiz de olsa bu gelişmeleri iç barışın tesisi bakımından kaçırılmaması gereken büyük bir fırsat olarak değerlendirmesi gerekir, çünkü zaman, ne mutlu ki bize, artık demokrasiyi kurmak değil, sağlıklı biçimde toprağımızda yerleştirmek zamanı.

Düşünmenin, özü gereği, en temel, en aşkın, en evrensel ilkelere yönelmek olduğunu bilen ve bu ülkenin geleceğine içtenlikle inanan her namuslu aydın, hiç tereddüt etmeksizin cemaatlerin değil cemiyetin, hükümetlerin değil devletin, cemiyet ve devlet karşısında ise bireyin, yani daima insanın yanında yer almayı bilmelidir, çünkü ülkenin içinden geçtiği bu zor günlerde hiçbir ayrım yapmaksızın evrensel değerlere sahip çıkmak, aynı zamanda Türkiye’nin Ruhuna sahip çıkmaktır.

Bu halk esarete yeteneksiz olduğunu bir kez daha kanıtlamıştır. O halde şimdi artık konuşma zamanı. Sesimiz kısılana değin, korkmadan, çekinmeden, tüm özlemlerimizi, tüm umutlarımızı sanki onları hemen yarın gerçekleştirebilirmişcesine tüm yüreğimizle tartışma zamanı. Birbirimize pazularımızın gücünü göstermekten çok gönlümüzün genişliğini açma zamanı. Bizi bir arada tutan en temel özelliklerimizin benzer yanlarımız kadar farklılıklarımız olduğunu da unutmadan sonsuza değin birbirimizle konuşmak ve birbirimize inanmak zamanı.

“Olması gereken” hakkında konuşmak, “olan”dan gaflet etmek anlamına gelmez. Olan olur çünkü, hem de daima olur. Fakat unutulmamalı ki bizler en insanî yanımızı, “olan”ın o soğuk ve katı gerçekliğinden dem vurmayı marifet bilmekle değil, “olması gereken”in o kırılgan ve naif hayalini yüreğimizde diri tutmakla hissederiz, insana inanmakla, umut ve özlemlerimizden vazgeçmemekle.

İnanmak güvenmek demek, insana, insanımıza.

Güvenmek, insana özgü üst-değerler sözkonusu olduğunda hayal kırıklığına uğramaktan korkmamak demek.

Korkmamaksa, bilincimizi, hiçbir hakikatin onu incitemeyeceği şekilde eğitmeyi sürdürmek, insana öncelikle Hz. İnsan olarak hürmet etmek demek.

İstiklal Marşımız niçin “Korkma!” diye başlıyor sanıyorsun ey talib, işte bundan.

O halde sen sen ol da insana, yaşama, geleceğe güvenmekten korkma, ve hiç tereddüt etmeden yürümeye devam et, yol insanı terbiye eder çünkü.

Şimdi, salt yaşamak, yaşamda kalmak değil, daha iyi yaşamak zamanı!



Facebook

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder