Sayfalar

ŞATAHAT ÜZERİNE DERSLER


15 Ekim 2006

İnsan şiddetli duygulara sahip olduğunda bu duygularını dile getirmek için ifadelerinin şiddetini de artırma ihtiyacı hisseder.

Bu gayet doğal.














Ne var ki ifade yetersizliğini bütün hücrelerine kadar hissettiğinden olsa gerek, kişi, o duyguları dile getirmeye yarayan alışılmış ifadeleri seçmekle yetinmez, zihni, ister istemez sıradışı kullanımlara kayar, olumsuz sözcüklerden ve deyimlerden de yardım almak zorunda kalır. Şatahata başvurur. Abartılı sözlere ve sözcüklere.

Sadece sözcükler mi, davranışlar da birer ifade aracıdır, ve duygulardaki şiddetin, şiddetli davranışlarla kendini göstermesinden daha doğal ne vardır?








Bir dedenin torununu severken, ne kadar edepli davranmak isterse istesin, yine de bir yandan gözlerinin içi güler, bir yandan da, gel bakalım seni dürzü.. seni kerata... seni zilli... gibi, yetişkinler için kullanıldığında kaba kaçacak argo deyişlere başvurmaktan çekinmez.
Bir baba, bir anne çocuğuna bu ifadelerle seslenmez, seslenemez, terbiyenin icablarını gözetip alışıldık, bilinegelen sevgi sözcüklerini yeterli bulur. Bebeğini okşar, sever. Onu incitmeyecek şekilde sever.
Peki ya dedeler, dayılar, amcalar?
Dedeler, meselâ torunlarının burunlarını sıkarlar, yanaklarından bir kesme almadan sevgilerini zor ifadelendirirler.
Hele hele dayılar ve amcalar, küçük jestleri de yeterli bulmazlar, çocukları ağlatsalar bile daha hoyrat ve fakat daha güçlü ifadelerle sevgilerini gösterirler.
— Sen çocuk sevmeyi bilmiyorsun! 
— Çocuk hiç öyle sevilir mi? 
— O ne biçim sevmek!
Genç anne ve babaların yakınlarına (pek tabii ki küçüklerine veya yaşıtlarına, ama herhalukârda nazlarının geçtiği kimselere) bu tür tatlı sitemler ettiklerini, etmek zorunda kaldıklarını kim bilmez!
Büyükler, küçüklerin sevgilerini aşırı (kaba) davranışlarla göstermelerinden rahatsız olurlar, kendileriyse bu gösteriyi davranıştan çok, dil düzeyinde gerçekleştirmeyi uygun bulurlar.
Çocukları (sevgiliyi) kızdırmak, ağlatmak, hatta korkutmak, çokluk sevgi gösterisinin aşırılığıyla ilgilidir. Bu bir sevme tarzıdır. Doğru veya yanlış, ama duyguların şiddetinden kaynaklanan bir ifade biçimidir.
Sözgelimi, çocuğu havaya atarak, hoplatarak seven genç bir amca veya dayı, şayet çocuk korkup ağlamaya başlarsa, yeğenini böyle sevmekten vazgeçmez, sadece mükâfatının miktarını artırır.
Bazen çocuklar da —korksalar bile— kendilerine iletilmek istenen sevginin şiddetini duyumsadıklarında ağlamaktan çok gülerek karşılık verirler.
Acaba tasavvuf edebiyatımızdaki şatahatın mevcudiyetini işbu beşerî mekanizma ile izah edebilir miyiz?
Deneyelim,
Vecd u istiğrak (manevî duygulardaki coşku), sûfînin hissettiklerini normal, alışıldık, sıradan ifadelerle dile getirmesini yeterli görmez. Bu nedenle sûfî de ister istemez mecaz ve istiarelere başvurarak duygu ve düşüncelerini dile getirir. Daha doğrusu, sûfî, düşüncelerini duygu formunda kavrar, duygu ile düşünceyi gönlünde birleşmiş halde bulur, düşünürken duyar, duyarken düşünür.
Bu mertebede şiire başvurmaktan, söz sanatlarını neredeyse tüketinceye değin kullanmaktan başka çıkar yol bulamaz. Şiiriyet kaçınılmazdır derviş için. Sınırları zorlamak. Hiç değilse dilde. Duygular uçlara yöneldiğinde dil kendini abartıdan alamaz.
Cami, mescid, tekke, dergâh diyemez talib, bir bakarsınız meyhanelerden, puthanelerden dem vurmaya başlamış. Vecd u istiğrak bir anda sekrmeste, sarhoşluğa dönüşmüş, taat u ibadet ise yerini bir çırpıda meye, bâdeye, şaraba bırakmış.
Derviş, dinin o bilindik meşrû ve makbul sembollerini tersyüz eder, muhabbetindeki şiddet lafızlarına yansır, sıradışına çıkmakta hiç beis görmez.
Küçük ve bir o kadar da tehlikeli bir örnek. 
Şeytan olumsuz bir semboldür. Bunda kuşku yok. Fakat bu sembol bazı sûfîlerin dilinde olumlu bir mânâ kazanır, kazanmak zorunda kalır. Herkesin ifade ettiğinden farklı bir anlam libasına bürünür.
Malum, bütün melekler Adem’e secde etmişlerdir ama iblis (şeytan) müstesna!
Bu ilahî tasvirlerin açıklığında hiçbir kuşku olmamasına rağmen, bazı sûfiler, şeytanda, Cenab-ı Hakk emretmiş bile olsa, muhabbetinin ziyadeliğinden ötürü Cenab-ı Hakk’ın emrine bile itiraz edecek denli şedîd bir âşık, bir muvahhid (tevhid âşığı) imgesini bulmuşlar ve şeytanın, bu yüzden secde emrini yerine getirmediğini/getirmemesinin tabii olduğunu söyleyebilmişlerdir.

Sûfi, şeytanla karşılaştığında şöyle der:
Ey şeytan, ne de güzelmişsin. Oysa seni bana hep çirkin olarak tasvir ettiler.
Şeytan da yanıtlar:
Sen hiç beni benden dinlemedin ki dostum! Beni tasvir eden kalemler hep hasımlarımın ellerindeydi.
Dinî bilgilerimiz, inançlarımız ve alışkanlıklarımız, sembolizmin bu kadarına izin vermez. 
Ve zahir ehli de kendince haklı olarak, bu kadarı da olmaz, deyu itiraz eder. Dinin bu tür laubaliliklerden incineceğini savunur. Böylesi sevgi gösterilerini edebe mugayir görür.
Trajedi de burada başlar. Gerçekte sûfî incitirken bile incinmeyi isteyen adamdır çünkü.
Aşk itidale razı olmaz. Vasata. Sıradanlığa. Herkes gibi'ye. Hemen farklılaşmak ister. Sürüden ayrılmak. Farkedilmek. Sevgilinin dikkatini çekmek. Abartır bu yüzden. Büyütür. Küçültür. Bağırır çağırır. Türküler çığırır. Şarkılar söyler. Utanmazlığı marifet beller. Edebsizlikte (çukurda) dahi edebi (zirveyi) yaşayabilecek bir hâl ile hâlelenmeyi maksud-ı aslî addeder. Gerekçesi hazırdır. Aşıktır.
O aşk ki sınır dinlemez. Olup bitenin hepsi en nihayet bir kalpte olup bitmektedir. Süveyda'da. Bir kara noktacıkta. Hakikatin saklandığı yegâne mekanda.
İtirazın makbul ve meşrû, inkârınsa merdud sayılacağı makam işte burasıdır.
Özgürlüğün suç olmadığı tek makam.
Halka en uzak, hakka en yakın olunduğu biricik makam.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder