Sayfalar

KORKU ÜZERİNE DERSLER


12-13 Şubat 2005


Düşünmenin salt sözcükler aracılığıyla yürütülen bir işlem olduğu sanılır. Oysa düşünme sözcüklerle gerçekleşmez, aksine düşünme sözcükleri kullanır. Sözcükler sadece düşünmenin sonucu olan düşünce'yi ifade etmenin/dile getirmenin araçlarından ve belki de en önemli araçlarından biridir. Düşünme kavramlarla gerçekleşirken, sözcükler bu kavramların dışa aktarılmasını (dile getirilmesini) sağlar.
Peki dil denen bu araç, düşünmeyi belirlemez mi, düşünmenin yönünü, seviyesini etkilemez mi?
Elbette hem belirler, hem etkiler.
Kişi konuştuğu dilin sınırları içinde ve dilinin düzeyi ölçüsünde düşünür. Dolayısıyla kavramlar kadar, sözcükler de düşünmenin konusunu ve seviyesini belirler. Nitekim aşk’ı tanımadan aşk sözcüğünü kullanan nice insan var, bu kimseler ya bir de aşkın kendisini tanısalardı? (Sanırım o zaman hepsi susardı.)

Bu durumda sözcüklerle düşünüp kavramlarla konuşmaktan söz edebilir miyiz?
Mecazî anlamıyla pek tabii ki. Ancak gerçekte olan, kavramlarla düşünüp sözcüklerle konuşmaktır. Nitekim kullandığımız sözcükler evvelemirde kavramların karşısına konulur. Sözcük kavram'ın karşısına konulmadan önce kavram'ın elde bulunması zorunludur, zira kavramsız sözcük olmaz. Evet, dilde kavramını/anlamını bilmediğimiz sözcükler, ifadeler vardır ve fakat kavramı/anlamı olmayan sözcük ve ifadeler yoktur. Anlamsız veya anlamını bilmediğimiz ifadelere lâf (boş söz) der geçeriz.
Oysa ikisini ayırmalı: Hangi anlamda boş?
Kavramsızlığının, anlamsızlığının, boşluğunun nedeni ne?
Anlamını bilmediğimiz için mi, bilinecek bir içeriği olmadığı için mi boş?
Yani sözcük hakikaten boş mu, yoksa bize mi öyle görünüyor, işte bunu iyi bilmeli.
Kavram —bu açıdan bakıldıkda tıpkı anlam gibi— sözcük'ten önce gelir. Önce kavram kavranılmalı, sonra bu kavramın karşısına şu veya bu şekilde uygun bir sözcük konulmalı. Ne var ki bizler kendimizi kavramlardan önce sözcüklerle karşı karşıya buluruz, önce sözcükleri öğrenir, sonra kavramlarını görmeye çalışırız, tıpkı yabancı bir dili öğrenirken yaptığımız gibi, anadilimizi, hatta düşünmeyi öğrenirken de anlam(lar)a sözcüklerden hareketle ulaşırız. Sözcük hazinemiz ne kadar zenginse, düşüncelerimiz de o kadar zengindir. Lâkin anlamlar değilse bile sözcükler sınırlıdır. Bu bakımdan her dilde anlamların sayısı sözcüklerin sayısından çoktur.
Sözcük sayılabilir ve fakat anlam sayılamaz, bu anlam ister duygulara, ister düşüncelere karşılık gelen bir anlam olsun, farketmez.
Çokanlamlılık işte burada bir sorun olarak beliriverir. Sınırlı sayıda sözcüklere sınırsız sayıda anlam yüklendiğinden/yüklenebildiğinden ötürü çokanlamlılık sorunu zuhur eder.
Hakikatte dil için bu büyük bir imkân iken, sorun olarak nitelenmesinin sebebi ne?
Sebebi şu: Dili öğrenirken sözcükleri ilk ve en yaygın anlamlarıyla öğreniriz, hatta bir bakıma bu sözcükleri son anlamlarıyla öğreniriz. Sözcüğün son anlamı, biraz da yaygın olan, kullanımda olan anlamıdır. Son olan, yaygın olan anlam, ne yazık ki çoğu kez sözcüğün en dar anlamıdır da.
Demek ki bir dili öğrenmek, öncelikle o dilin sözcüklerini dar anlamlarıyla öğrenmek demektir. Nitekim sözcüklerden anlama gitmeye çalışanların işini zorlaştıran en önemli taraf da burasıdır. Böyleleri dili sokakta kullanıldığı gibi kullanmayı marifet bilirler ve ister istemez sokaktaki anlamıyla, gündelik dildeki anlamıyla, yani en dar anlamıyla kullanırlar.
İkincil, üçüncül anlamlara gelince, ellerinde/dillerinde bir yığın sözcük vardır ve fakat bu sefer, bu sözcüklerin derin anlamları ve/veya üst-kavramları yoktur.
Acaba burada vurgularla sözcüklerin ıstılahî anlamlarına, terim anlamlarına mı atıf yapılmış oluyor?
Yani belli bir grubun, meselâ akademisyenlerin, uzmanların kullandıkları şekliyle özel anlamlar yüklenmiş sözcükleri/terimleri anlamanın güçlüğünden mi söz ediliyor?
Hayır!
Çünkü akademisyenler veya uzmanlar da kullandıkları terimlerin genellikle sözlük anlamlarını, meslekî karşılıklarını bilirler ve fakat o terimleri, çoğu kez kavramlarını görmeksizin kullanırlar, tıpkı sınavda cevap kâğıdını dolduran bir felsefe öğrencisinin, kavramını görmeksizin terimlerin anlamını açıkladığı takdirde meseleyi biliyor kabul edilmesi gibi, uzmanlar da terimlerle konuştukları takdirde mesleklerinin erbabı sayılırlar. Kimse onlara sözünü ettikleri bu terimlerin kavramlarını gerçekten ve bizzat görüp görmediklerini sormaz, bildiklerini veya en azından birgün öğreneceklerini (!) varsayar. Nitekim Türkçe'de çeviri veya telif yoluyla Felsefe Sözlüğü yayımlamaya kalkışmış birçok uzmanın (!), anlamlarını ve açıklamalarını verdikleri çok sayıdaki felsefî terimin kavramını bizzat ve kesinlikle görmediklerini, ne yazık ki kavramlarını bizzat görmedikleri terimleri açıklamaya çalıştıklarını, daha da kötüsü bu yüzden yalan-yanlış kopya-çevirilerle bu zaaflarını örtmek için çırpınıp durduklarını —hem de örnekleriyle— göstermek çok kolaydır.
İmam Gazâlî, düşünmenin gerçekte anlamlardan sözcüklere doğru hareket etmesi gerektiğine, buna karşın düşünmenin sapa yollarından geçmemiş acemilerin sözcüklerden hareketle onların anlamlarına ulaşmaya çalıştıklarına işaret eder. (İmam'ın bu uyarısının hakikatini anlamam yıllarımı aldı.)
Kavram bir kez kavranılmaya görsün, artık sözcükler de, anlamları da peşisıra sökün ederler. Ancak bu durumda düşüncenin de, dilin de hakkı verilmiş olur.
Şiir de böylelikle gelişigüzel sokaktan toplanmış sözcüklerle gezinmek yerine, ancak düşünmenin süzgecinden geçmiş, düşünme tarafından kendilerine açıklık kazandırılmış ve âdeta kanaviçe gibi işlenmiş sözcüklerle kendini besleyip zenginleştirir. Düşünme, çaresiz kendini bu nitelikteki şiirin oluşturduğu duyarlılığı izlemek zorunda hisseder. Bu safhada sanatın ifade ettiğini düşünme açıklamaya koyulur. Sanat ise düşünmenin açtığı evlekte düşünürce açıklanacak anlatımlar yaratmayı sürdürür gönlünce.
İmdi soru'ya cevap verilmiş oldu:
Bir kimse boşa, hatta boşu boşuna konuşabilir ve fakat boşu konuşamaz! 
Söz (kelâm) 
Sözcük (kelime) 
Terim (ıstılah) 
Anlam (mânâ) 
Kavram (mefhum)

Bu beşli genellikle birbirine karıştırılarak kullanılır ve aralarındaki fark pek farkedilmez.
Anlam taşıyıp taşımadığı dikkate alınmaksızın ağızdan çıkan seslere lâfız, şayet hiç anlam taşımıyorsa lâf, anlam taşıyorsa kelime (sözcük); tamlamaları kapsıyorsa kavl, cümleyi kapsıyorsa kelâm (söz) denir. Belirli bir grup tarafından özel olarak kullanılan sözcüklere ise terim (ıstılah) adı verilir. (Jargon ve argo ise tasnifin daha alt katmanları için kullanılır.)
Sözcüklerin anlamlarınesne ve olguların kavramları olur. Eski deyişle (kelimelerin mânâlarışeylerin ve hâdiselerin mefhumları olur.
Mânâ ve mefhum sözcükleri, tıpkı kelime ve ıstılah gibi —çoğu kez— eşanlamlı olarak kullanılıp sözcük ve terimlerin kavramlarını görmekten de sözedilebilir. Oysa gerçekte kastedilen/kastedilmek istenen, sözcük ve terimlerin anlamları, nesne  ve olguların ise kavramlarıdır. Sözgelimi “Kur’anî Kelimeler”, “Kur’anî Terimler”, “Kur’anî Kavramlar”, “Kur’anî Anlamlar” başlıklarıyla yayımlanan kitap ve makalelerde bu karışıklık kendini iyiden iyiye belli eder. Nitekim gitmek, gelmek sözcükleri Kur’an'da geçer ve fakat bu sözcükler için terim ve kavram karşılıklarının kullanılması uygun değildir. Buna mukabil kitab, nebî, iman, küfr, fısk gibi sözcükler Arapça'daki ilk anlamlarının dışında yeni anlamlar kazanmış iseler, bu sözcüklerin Kur’an'daki yeni anlamlarıyla kullanılışına atfen terim lâfzı zikredilebilir. Bu bağlamda meselâ gitmek, gelmek sözcüklerinin veya kitab, vahiy terimlerinin anlamından, lâkin yürüme’nin veya iman etme”nin ise kavramından söz edebiliriz, elbette fiilin kavramı, bu fiile delâlet eden sözcük veya terimin ise sadece anlamı olduğu için.
Dil-Düşünce-Varlık arasındaki bağlantılar aslında sözcük-kavram-nesne/olgu bağlantılarıdır.
Düşünme eyleminin hareketi son tahlilde nesne ve olgulardan kavramlara, kavramlardan anlamlara, anlamlardan ise sözcüklere doğrudur; yani düşünme, varlıktan düşünceye, düşünceden de dile doğru yönelir. Eğitim sırasında bunun tersi bir yol takip edilir. Önce sözcüklerin (terimlerin), sonra anlamların, sonra kavramların, en nihayet varolanların bilgisi öğretilmek istenir. Zihnin nesne ve olgulara bakan tarafında kavram, sözcüklere/terimlere bakan tarafında ise anlam durur. Sözcüğün anlamı, nesnenin kavramı olur, derken kasdettiğimiz başka bir şey değil, sadece budur.

Bir misâlle bu açıklamaları daha anlaşılır kılmakta yarar var. Sözgelimi korku sözcüğünü ele alalım.


Korkmak bir fiil, korku ise görünürde korkmak'tan türeme bir isimdir. Bu açıklama doğru ya da yanlış, en nihayet dilsel bir açıklamadır, zira korku sözcüğünün açıklamasıdır. Yapılması gereken de artık korku sözcüğünün Türkçe'deki anlamını açıklığa kavuşturmaktır.
Türkçe'deki anlamını, diyoruz, çünkü korku Türkçe bir sözcüktür ve Türkçe sözcüklerin anlamı da doğal olarak Türkçe'dir. Eğer bu sözcüğün terim anlamını açıklığa kavuşturmak isteseydik, onun muayyen bir bilim dalındaki anlamından söz ediyor olacaktık ki netice itibariyle yaptığımız iş, ister istemez dil düzeyini pek aşamayacaktı. Ancak korku’yu bir hâl, nefse ait bir keyfiyet olarak ele almayı deneseydik, bu sefer olgunun kendisi üzerinde düşünecek ve düşüncelerimizi dile getirmeye başladığımızda, bir anda kendimizi korku kavramını çözümlüyor olarak bulacaktık.
Sözcükleri çözümleyemeyiz, sadece açıklarız, kavramları ise hem açıklar, hem de çözümleriz. Olgulara gelince, olguların ta‘lili yapılır (nedenleri gösterilir, nedenleriyle resmedilip açıklanır), kavramların ise sadece tahlili (tanımı).
Korku sözcüğünün korkmak'tan türediğini söylemiştik. Peki kork'mak sözcüğünün kök anlamı ne olabilir, biraz eşeleyelim:
Korkmak sözcüğü korku'dan, korku da korumak'tan türemiş olmalı, tıpkı tutmak'tan hareketle tutgu (tutku), atmak'tan atgı (atkı), sarmak'tan sargı, silmek'ten silgi dendiği gibi korumak'tan hareketle de korgu (korku) denmiş olmalı. Dolayısıyla korku korkmak'tan değil, bilâkis korkmak —tıpkı korkuluk gibi— korku'dan türemiş sayılmalı.
Nedir korkmak?
Korkmak, kişinin kendini korumak istemesi anlamına gelir.
Kişi bir şeyden korkar, yani o şeyden kendini sakınır, kendini muhafaza etmeye çalışır, o şeyin kendisine zarar vermesini engeller. Kendini sakındığı, muhafaza ettiği ve koruduğu için korkmuş olur. Kendini herhangi bir şeyden koruyan kişilere ise korkak denir. Çünkü korumak saklamanın, muhafaza etmenin diğer bir adıdır. Meselâ ağaçları saklanmış, korunmuş, muhafaza edilmiş yere, ağaçlarının saklandığı mahâl anlamında koru; bu ağaçlıklı yeri koruyan kimselere koruyucu/koruyan anlamında korucu denir. Bugün pek bilinmiyorsa da bir bekçiye, bir korucuya, bir mahalli muhafaza ettirmek anlamında eskiden korutmak fiili kullanılırdı.
Korkak, kendini korumaya çalışan kişi, demekse, niçin bu sözcük olumlu değil de olumsuz olarak kullanılıyor?
Korkak, kendini savunmak yerine kaçan, aktif değil, pasif bir surette, yani karşı koyarak, mücadele ederek, direnerek değil, kendini geri çekerek, kaçarak savunmaya çalışan kişi anlamına geldiğinden.
Evet, cesaret yoksunu kişidir korkak.
Kişi çoluğunu, çocuğunu, ülkesini, inançlarını, vs. savunması gerektiği yerde kaçarsa, savaşmaz, mücadele etmez, direnmez, saldırılara göğüs  germezse,  sadece kendini korumuş, ama korumakla mükellef olduğu başka şeyleri —her ne ise ve her kimse onlar— korumaktan kaçınmış, bencilce ve pek tabii ki korkakça davranmış olur.
Kişi, meselâ kavgadan kaçmakla kendini koruyabilir ama arkadaşlarını kavgada yalnız bıraktığı takdirde, bu sadece kendi açısından olumlu, arkadaşları açısından olumsuzdur. Korku ve korkaklık sözcüklerinin Türkçe'de olumsuz bir anlam taşımasının asıl nedeni de budur.
Bu açıklamalar sonucunda korkma'nın anlamını —doğru ya da yanlış— dil açısından açık-kılmaya, kavram ve anlamı sözcükten hareketle belirlemeye çalıştıysak da korku'yu bir hâl olarak, bir duygu olarak ele almayı, yani korku'nun özünü soruşturmayı denemedik.
Deneseydik, bu takdirde bir sözcükten, bir terimden, bir anlam ve kavramdan değil, düpedüz bir olgudan (nefsanî bir hâlden) söz ediyor olurduk ki bu durumda hiç kuşkusuz korkudan dilin nutku tutulurdu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder