Sayfalar

KİBİR ÜZERİNE DERSLER


13 Temmuz 2008

Hiçbir şeyin önünde eğilmeyen insan kendi yükünü taşıyamaz, der Dostoyevski.

Kibir ve tekebbür başa belâdır. Büyüklenir küçükler. Büyük olmak için değil, bilâkis olmak, varolmak, varolduğunu hissetmek için.

Büyüdükçe, büyüklendikçe, kişi, bu dev nefsi taşıyamaz hâle gelir. Belki çenesi yukarı kalkıktır ammâ beli de büküktür. İki büklümdür gerçekte. Tevazuyu bilmediğinden. Eğilmenin hakikatini öğrenemediğinden. Taati. İtaati. Sevmediğinden. Halkı, hakkı, hakikati.
Başkalarının küçüklüğü üzerinden büyük olduğunu hissetmek isteyenin hâlidir kibir.

Büyüklüğü salt kendinde (zatında) göremez. Çevresindekileri küçülttükçe, başkalarının boynunu eğdikçe büyüdüğünü düşünür. Eğer ama eğilmez, küçültür ama küçülmez. Öyle kibirli, öyle şımarıktır ki kendi altında kalır. Kendi gövdesi altında ezilir.

Çifte standart bilmez. Tek boyutludur. Güya doğrudur, dürüsttür. Özü sözü, içi dışı birdir. Hem zindandadır, hem zindancıdır. Oysa bilmez ki zindan bizzat kendisidir.

1935'te Suut Kemal Yetkin’in Türkçesiyle, Platon, bakınız, asırlar öncesinden insanın trajedisini ne de güzel tasvir eder:
Esrarın en mukaddeslerine vakıf olarak bütün mükemmeliyetlerimizden zevk duyarak istikbalin ıztıraplarından habersiz, gözlerimizin önünde en saf ışığın kucağında geçen mükemmel, sade sükun ve huzur dolu o güzel şeyleri seyrediyorduk, ve midyenin kendisinin kendisini kuşatan mahbesini beraber sürüklediği gibi biz de şimdi kendimizle sürüklediğimiz beden denilen bu mezara daha düşmemiştik.
Hakikaten, bir midye gibi, hapishanesini kendisiyle kendisi sürükler insan. Kibrini ve tekebbürünü.

Kur’an, insanın azgınlığını, taşkınlığını anlatmak için tağa sözcüğünü kullanır, ve nedeninin de istiğna olarak tanımlar.

Bir nehrin yatağından taşması gibi, insan da kendi kendisini aşacağını, taşacağını düşünür. Kendi kendine yetebileceğini sanır.

Hiçbir şeyin önünde eğilmeden varolabileceğine inanır. Kimseye muhtaç olmayacağına. Sonsuza dek. Fakr’dan, fakirlikten uzak durabileceğine.

Fakr gerçekte ihtiyaç demektir, fakir de muhtaç.

Eskiler, kendi fakirliklerinden söz ettiklerinde, maddi ihtiyaçlarını kasdetmezlerdi. Bilâkis mal ve mülkleri olsa da fakirlikten azâde olamayacaklarını bilirlerdi. Çünkü onlar her daim muhtaç bir hâlde bulunduklarını bilirlerdi.

Kime?

Elbette, Hakka. Varlık'a.

Bu nedenle, isimlerinin önüne, el-Fakîr ilellâh (Allah'a muhtaç olan) sıfatını getirirlerdi.
Her nefeslerinde Hakka muhtaç olduklarını bilen bu insanlar,  neyin önünde eğilseler Hakkın önünde eğildiklerini bilirlerdi. Zâhirde eğildiklerinin başka, bâtında eğildiklerinin başka olduğunu da.
Köleler bile en güçlü olanın kölesi olmayı isterler.
En güçlü olanın. En büyük olanın. En ulaşılamaz olanın. Ne garip değil mi, istediğinde isteğini hemen yerine getirebilecek kadar yakın olanın. İhtiyaçlarını bilenin. İhtiyaçlarına karşılık verebilecek olanın. Yaptıranın değil, yapanın. Köleyi kölelikten çıkaracak olanın.

Güzel olan her şeyin bir sureti var amma güzelliğin kendisinin bir sureti yok.

Bu yüzden, o o’dur, o var’dır, o bizatihi varlık’tır.

Samed’dir.

Her şeyin kendisine muhtaç olduğu, ama kendisinin kimseye muhtaç olmadığı zat-ı kibriya.
الله اكبر
Allah daha büyüktür.

O en büyüktür.

Yani?

Yani, büyük değil, daha büyük bile değil, en büyük!

Neden, hangi şeyden daha büyük? Hangi şeylerin arasında en büyük?

Ortada Hakk'ın kendisiyle mukayese edilebileceği bir nisbetler silsilesi mi var ki en büyük?

Önce bir büyük tasavvur edilebilmeli ki ona nisbetle daha büyüğü veya en büyüğü tasavvur edilebilsin.

Varlığında o’na ortak tanımayanlar, sıfatlarında ona ortak tanırlar mı?

Elbette böyle bir hadsizlik yapmayacaklardır.

Nitekim yukarıdaki soru, son asrın fakirlerinden Amiş Efendi’ye yöneltilince, şu cevabı verir:
Evlâdım, HAK, başkasına nisbetle değil, zatına nisbetle, yani bizatihi ekber’dir.                                
Filan büyükleniyormuş, falan şişiniyormuş.

İyi ama sormalı değil mi, kime nisbetle?

Dikkatle bakarsanız görürsünüz, kime olacak, halk arasındaki tüm büyüklenmelerde cüceler cücelere nisbetle.

Sokrates mahkum edildiği mel'un zehiri (baldıran otunu) içmeden önce, talebeleriyle vedalaşırken, onlara, kendinize dikkat edin, demiş. Sonu sözü buymuş ünlü bilgenin.

Kendine iyi dikkat ettin mi ey talib, bu cücelerden biri de sen olmayasın sakın?

Öyle ya, Firavun'un kendi halkına sarfettiği أنا ربُّكم الأعلي (Sizin en yüce efendiniz benim!) sözüne atfen, İmam Gazali der ki:








İşte her insanın nefsi kendisine aynen böyle söyler.







Kendine iyi dikkat et ey talib, bakalım, nefsinin sana sabah akşam fısıldadığı şu mel'un  sözü duymayı başarabilecek misin?

Duymadığın, duyamadığın için hemen kendini aklamaya kalkışma da usulca bir kenara kaydet:
Duymamak olmamak demektir!


Facebook

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder