5 Nisan 2009
Bana Allah nedir diye sorsalar en azından
adalettir derim, diye sözünü noktalamaktan çok hoşlanırdı rahmetli babam.
Sanki her defasında adalet’ten, adalet
duygusundan daha üstün, daha yüce bir kavram bulunamayacağını söylemek isterdi.
Hakikaten böyle miydi?
Böyle miydi, değil miydi bilmiyordum,
doğrusunu söylemek gerekirse meselenin nezaketini anlamıyordum da. Çocuktum en
nihayet. (İşbu nezaket, yıllar boyu bendenizin meçhulü olarak kalacaktı.)
Adalet kelimesiyle ilk olarak bir sıfat eşliğinde karşılaştığımı hatırlıyorum, bir
kitabın kapağında:
İslâm’da Sosyal
Adalet.
Gerisi, yani tek tek herbirimiz, yani adına beden de denilen mülkün zavallı
sultanları.
Soğuk Savaş döneminin anti-sovyet stratejileri
hatırlanacak olursa, sosyal adalet tamlamasının hangi ihtiyaçları gidermek
üzere imal edildiğini, hiç değilse bugün için kavramak pek zor olmaz. Sanırım.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra İslâm ve Sosyalizm kelimelerini yanyana anmak marifetti. Yeni bir şey
söylemekti. İslâm ile Ekonomi’nin arasında irtibat kurmak demekti.
İslâm’da Sosyal Adalet 1949’da
yayımlanmıştı. Türkçe’ye ilk çevirisi de —yanılmıyorsam— yaklaşık 20 yıl sonra
yapıldı. Devrin ruhuna uygundu. Rekabetin ruhuna. Sözde üçüncü yol iddialarına.
Milli Nizam Partisi’nden Milli Selâmet
Partisi’ne, oradan Fazilet, Refah, Saadet Partileri tarafından temsil edilen
siyasî çizgi, samimiyetle Soğuk Savaş döneminin sosyal adalet, sosyal refah,
sosyal kalkınma ideolojilerinin sözcülüğünü yaptı. (Adil Düzen efsanesi hatırlanmalı.)
Belki sosyal ön-eki —Türkçe açısından— geleneksel adalet teriminin yanına yakışmıyordu ama hiç değilse, bu tamlama, savunucularına,
iddialarının aktüalize edildiği hissini veriyordu.
Adalet, hemi de sosyal.
Bugün, AKP saflarında yeralan kadroların
önemli bir kısmı da aynı sosyal adalet jargonuyla yetişmiş kimselerdir.
Son yarım yüzyılın İslâmcılarının en parlak
mitlerinden birini temsil eder sosyal adalet tamlaması. Ne ki ekonomiyle
sınırlıdır. Adil paylaşım ve adil düzen iktisaden paylaşmanın adıdır. [Siyasî
hakların paylaşımı sözkonusu olduğunda da şûra (demokrasi) teriminden istifade edilmiştir.]
Siyasî hareketler açısından kavramların
hakikati değil, kullanım değeri önemlidir, ki bu terimlerin kullanışlı
olduğunda kimsenin kuşkusu yoktu. Samimiydiler. En az Türk sosyalistleri kadar.
Hâlâ da öyle olduklarına inanıyorum. Eğer
samimiyetin tek başına bir değeri varsa!
Adl, Cenab-ı Hakk’ın en has sıfatıdır. Öyle ki Hakk, adalet sahibi
olmaktan ziyade bizatihi adalettir.
Cenab-ı Hakk terkibi bile neredeyse Türkçe’ye mahsus bir
kullanımdır, ve diğer müslüman uluslar Allah Teâlâ’nın Hakk sıfatını pek
kullanmazlar. Türkçe’deki vurgusunu da pek bilmezler.
Peki biz bilir miyiz, orası meçhul.
Kısaca izah edeyim:
Hakk sıfatı, dilimizde, biz Türklerin ister istemez yaşattığı tasavvufî
terbiyenin gereği yaygınlaşmıştır, ve Allah Teâlâ’nın sıfatlarına değil, zatına
(Varlık’a) işaret etmek için seçilmiştir.
Hak ile hakikat kelimelerinin akrabalığını
hatırlatıp Hakk’ın evvelemirde Vücud (Varlık) demek olduğunu söyleyelim. (Büyük harfle Varlık, küçük harfle varlık değil. Çünkü aradaki fark, fark-ı azimdir.)
İkincisi, Hakk kelimesinin diğer bir
karşılığı da Adalet’tir.
Meselâ Kur’an’da, Allah yeri göğü hak ile yarattı, meâlindeki ayetlerde geçen بالحق (bi'l-hakkı) kelimelerinin tamamı بالعدل (bi'l-adli) ibaresiyle tefsir edilmiştir. Yani, hak ile yarattı, demek, aslında, adalet ile
yarattı, demektir. İstisnasız.
Adalet kavramını heyecanla
toplumsallaştıranlar, kavramın otantik bağlamını nasıl da dejenere ettiklerinin
hiç farkında olmadılar.
Tanrı’nın adil olmasından anladıkları, en çok titiz
bir yargıç imgesine denkti. Kıl kadar haksızlık yapmayacak olan âdil bir
yargıç!
Zavallı Kur’an!
Modern ilgilerin etkisiyle sadece politize
edilmekle kalmadı, aynı zamanda iktisad ve hukuk meseleleri arasına da
sıkıştırıldı kaldı.
Siyaset, hukuk, iktisad... çağdaşlarımızın
Kur’an’la kurabildikleri irtibatın en şâşaâlı girizgâhları. Yani Kelâm-ı İlâhî
ile irtibat kurmanın en düşük düzeyi. Amelî cihet.
Peki meselenin nazarî
tarafı? Akide ciheti?
Sonuç, Kur’an’ın toplumsal olmayan konularda
susturulmasıyla neticelendi.
Ne garip değil mi, günümüzün İslâmcısı
(müslümanı demiyorum) Kur’an’la başbaşa kalmaktan korkar hâle geldi.
Kur’an’ın sorularına cevap vermek her babayiğidin harcı değildir çünkü.
Meselâ, nereye gidiyorsun(uz), sorusuna kim,
nasıl cevap verebiir? Üstelik tek başınayken. Dürüstçe.
Adalet’i konuşmaya devam edeceğiz. Devam etmek
zorundayız.
AKP kısaltmasının ilk harfini temsil eden Adalet kelimesinin nasıl da bir çırpıda anlam daralmasına
uğradığını tartışmak zorundayız.
Çünkü önce âdil olmak zorundayız, kalkınma’dan
vazgeçmek pahasına da olsa.
11 Nisan 2009
Adalet deyince, bugün dünyada herkesin aklına, öncelikle sosyal adalet gelir. Evet, herkesin, üstelik ideolojisi ne olursa
olsun.
Sosyal adalet, yani âdil paylaşım. Çünkü adı
üstünde: toplumsal paylaşım. Adl-i
ictimaî.
Hangi bilim dalına yakışır bu terim?
Elbette
öncelikle Sosyoloji’ye, yani Toplumbilimi’ne.
Sebebi basit: adalet’in
üzerindeki ağır toplumsallık vurgusu.
İkinci olarak İktisad İlmi’ne.
Malların âdil
biçimde paylaşımı sözkonusu olduğundan, adalet terimi sosyal ön-ekiyle birlikte
ve fakat ekonomik bir terim olarak kullanılır. Adil paylaşım demek, biraz da ekonomik paylaşım demektir çünkü.
Sosyoloji ve ekonomi’den sonra Hukuk’u
unutmamalı. Zira adalet —tamamen yanlış anlaşılmakla beraber— mülkün temeli bilinir. Mülk’ün, yani mal
ve mülkün.
Türkçe’de adalet’in hemen yanıbaşında insaf kelimesinin bitivermesi boşuna
değildir.
Meselâ adl u insaf sahibi
olmak!
İnsafın kökü, Arapça نصف (nısf/yarım) kelimesine dayanır. Yarmak ise, tam ortadan (yarı yarıya) bölmek
demektir. Yargı, yargıç sözcüklerinin hukukî birer terim hâline gelmeleri,
yargıçların tam ortadan yarmakla (insafla) görevli olmalarından kaynaklanır.
Adalet teriminin çok defa müsavat (eşitlik) terimiyle karıştırılması, yarma işleminin, ortadan yarmak, eşit
olarak yarmak gibi niceliksel bir anlamı da içermesindendir.
Bölünen, bölünebilen herşey nicelikseldir.
Yarma/bölme işleminin kendisi kadar, bu işlem sırasında eşitliğin gözetilmesi,
ister istemez terime niceliksel bir mahiyet kazandırır.
Sosyoloji, İktisad ve Hukuk’tan sonra Siyaset bilimini de hatırlamalıyız. Çünkü paylaşmak, sadece malları
paylaşmaktan ibaret değil, haklar da paylaşılır.
Hakça paylaşmak ve hakları paylaşmak.
Burada mülk kelimesi doğru anlaşılmalı. Mülk’ün Türkçesi egemenliktir ve terim kesinlikle siyasî niteliklidir. Meselâ tam
da burada melik ve memleket kelimeleri hatırlatılabilir.
Mülk’ün çoğulu olan emlâk, ne yazık ki terimin anlam alanının iktisad ve hukuk’la
sınırlanmasına yol açmış, siyasî değerini ise arka plana itmiştir.
İşin içine siyaset girince, adalet, zorunlu
olarak mülkün temeli olur, yani idarenin/yönetimin.
Yönetimde adalet aranır. Adil olmayan
yönetimler ayakta duramazlar, yıkılırlar. Zorunlu olarak.
Sözün özü, tıpkı yargıçlar gibi yöneticilerin
de adil olmaları gerektiğini düşünürsek, terimin iktisadî ve hukukî tarafı
kadar siyasî tarafının da açıklığa kavuştuğunu söyleyebiliriz.
Adalet’i ictimâî düzeye getiren, kavramın işbu iktisadî, hukukî ve siyasî vasıflarıdır. Toplum
yoksa, ekonomi de, hukuk da, siyaset de olmaz.
Adalet’i vazgeçilmez kılan da,
nitekim, toplumun ve devletin idaresinde kendisine dayanılan en temel kavram
olmasıdır.
Adalet hakikaten mülkün temelidir.
Fransız devrimiyle birlikte siyasal bilinç üç
terimi yanyana getirdi:
Liberté, Egalité, Fraternité.
(Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik.)
Nerede?
Paris’te, Palais de JUSTICE'in tam alnında. Yani bugün Paris’in göbeğindeki ADALET SARAYI'nda. (Demek oluyor ki justice (adalet) başka, egalité (eşitlik) çok daha başka!)
Peki bizim İttihad’çılar, İslâmcılar,
Türkçüler, vs. bu terimleri nasıl iktibas ettiler, nasıl içselleştirdiler?
Çokluk,
Hürriyet, Adalet, Uhuvvet şeklinde.
Bazen de,
Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet şeklinde.
Bizim dünya-görüşümüz, dünyayı kavrama
biçimimiz toplumsal eşitlik (müsavat) kavramını bir yere oturtamaz, toplumu
niceliksel bir kavramla tanımlamayı beceremez. hâlen de bu böyledir biraz.
Müsavat yerine adalet kelimesi kullanılır.
Toplumda adalet, yönetimde adalet, iktisadda ve hukukta adalet...
Bizimkiler, o
yıllarda bu tamlamaları bu hâlleriyle anlayabilirlerdi, ve tabiatıyla adalet’in
yerine müsavat’ın kullanılmasını en çok sürç-i
lisan olarak telâkki edebilirlerdi. Çünkü onlar adalet’i ictimâî değil, bilâkis ilahî
sıfatıyla birlikte kullanırlardı. Yani adl-i ilâhî sayesinde âlem ayakta
durduğu için, adl-i ictimâî sayesinde de toplum ve devlet ayakta durabilirdi.
Onların zihninde adalet, itikadî ve ahlâkî bir kavramdı yani.
Adl-i ilâhî teolojik (akidevî) bir terim
olmakla birlikte, adl-i ictimâî de bir o kadar ahlâkidir. İktisad, hukuk ve
siyaset, en son tahlilde toplumun ve devletin yönetimiyle ilgili alanlardır.
Ahlâk ise ferdin, bireyin yönetimiyle.
Birey adil olmadıkça toplum da, devlet de âdil
olamaz. Çünkü toplumsal ve kurumsal adaletin teminatı bireysel ahlâktır. Etik
olmaksızın bu alanların hiçbiri meşruiyetini kazanamaz. (Gel de şimdi millî
eğitim meselesini bu açıdan masaya yatırma!)
Kısacası bugün adalet dendikde İslâmcıların
bile aklına adl-i ictimâî gelir, adl-i ilâhî gelmez.
Adl-i ilâhî ihmal edilince adl-i ictimâî’deki
ahlâkî temel de iptal edilmiş olur. Binaenaleyh din ötelenince, ahlâk da
mecburi olarak ötelenmiş olur.
Adalet Partisi'nin (AP) adalet tasavvuru ile Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) adalet tasavvuru arasında bir fark var mıdır?
Soru şöyle de sorulabilirdi:
Bir zamanlar adil düzen tamlaması aracılığıyla yapılan adalet çağrısıyla, sözgelimi Fransız Devrimi’nde dile getirilen eşitlik çağrısı arasında bir fark, meselâ bir duygu farkı var mıdır?
Bizde sol nasıl eşitlik kavramını hakkıyla temellendiremezse, sağ da adalet kavramını kolay kolay temellendiremez.
Kalkınma yoksa adaleti neyliyek, diye bakan
gözler önünde düşünmeyi sürdüreceğim.
18 Nisan 2009
Hatırlanırsa bir de bireysel adaletin
mevcudiyetinden bahsetmiş ve fakat ayrıntılı bir biçimde açıklama fırsatı
bulamamış, bu kavramı, hakkıyla, düşünmenin ışığı önüne getirmeyi
becerememiştim.
Çaresizim.
İmdi, tekrar deneyeceğim.
Düşünce geleneğimizin büyük ustalarının
kavradığı biçimiyle ferdî adalet, modern dünyada en çok ihmâl edilen, çünkü
hemen hemen hiç bilinmeyen bir adalet biçimidir.
Derinlerdedir, zira tüm adalet tarzlarının
özüdür. Hakikattir. Varlık deryasının, açığa çıkarılması, ışığa tutulması güç
incilerindendir.
Başkasına, başkalarına karşı değil, bilâkis
insanın kendi kendisine karşı âdil olmasından söz ediyorum. Hem hâkim, hem
mahkûm olanın adaletinden. İnsanın. İnsanların değil, bu insanın. Tek tek
herbirimizin birgün elde edebilmeyi umduğumuz o yüksek adalet vasfından.
Cenab-ı Hak âdil değildir, bilâkis adaletin ta
kendisidir. Adil olmakla Hak olmak arasında hiçbir fark yoktur bu yüzden!
Ene’l-Hakk'ın,
marifet ehli nezdindeki karşılıklarından biri de Ene’l-Adl'dir.
Ben âdilim, demedikçe, ey talib, aslâ ben
hakikatim diyemezsin!
En azından iki taraf olmalı, yargıcın elindeki
terazinin hiç değilse iki kefesi bulunmalı, ki böylece bölme, paylaştırma,
üleştirme işlemi gerçekleştirilebilsin!
İki tarafın olmadığı yerde kavramsal olarak
adalet’ten söz edilemez.
Muhabbetin olduğu yerde adalete ihtiyaç
duyulmaz, çünkü muhabbetin kendisi tarafları birleştirir. Etrafın (tarafların)
birleşmesi taraf olma duygusunu bastırır, hatta bazen tamamen ortadan kaldırır.
Kaldırabilir.
Dostlar birbirlerine karşı terazi
kullanmazlar. Birbirleri üzerindeki haklarını ölçüp biçmeye tenezzül etmezler.
Dostun kendisi karşı-taraf değildir çünkü.
O hâlde dostlukta taraf da yoktur, karşı-taraf
da.
Varsa, ortada dost yoktur!
Birey sözkonusu olduğu takdirde de taraftan, taraf kavramından söz edilemeyeceği sanılabilir, yahut en çok
bireyin başka bireyler üzerinde haklarından, yani yine son tahlilde karşılıklı
haklardan bahsedilebilir.
Ne büyük bir hata!
Bu bilinç, her yönüyle moderndir.
Söylemek zorundayım: İnsanın kendini kendi
eliyle kavramasına yardım edemeyecek denli güçsüz bir ideolojinin eseridir
modernlik.
Bugün modern bilinç, miyop! Kendi özünü
göremeyecek denli kendisinden uzakta. Kendisiyle nasıl konuşacağını bilemiyor,
nefis klozetinin kapağını açmaktan çekiniyor.
Haklı. Çünkü içinden çok kötü sızdığını
kendisi de duyumsuyor. Hem de hergün.
Bir zamanlar insanın kendini kavrama imkânları
daha zengindi. İnsan kendini merak edebilirdi. Özünü.
Özünü özlemek...
Kendi kapısını önünde durmak,
kapıyı tıklatmak ve kapıyı açacak olanın yüzüne bakmaktan utanmamak...
İnsanın kendisindeki sözde ikiliği ortaya
çıkarmak...
İkiliği, yani tarafları. İnsanın hâkim ve mahkûm tarafını.
Zordur bu, gerçekten çok zor!
Bir süreliğine nefis klozetinin kapağı arasından
sızan kokuya tahammül etmedikçe, kimse kendi evinin kapısını tıklatamaz.
Kapısına bile yaklaşamaz. Kur'an boş yere و لو انفسكم (kendi nefsiniz aleyhine de olsa) kaydını koymaz, anne-babanız ve akrabalarınız aleyhine de olsa, diye gereksiz yere nefs kavramının alanını genişletmez.
Sözün özü, bir hakikat dostunun desteği gerekir. Hikmeti
seven, ve sırf bu yüzden hikmeti arayan bir dostun nefesi. Hikmeti bulan
değil, hikmeti arayanın yardımı.
Bu dost senin dışında değil ey talib!
İnsanda üç temel yeti vardır: akıl, şehvet, öfke.
Bu üç yetisinin üçünü de itidale
kavuşturmadıkça, insan âdil olmayı beceremez.
Aklın itidali hikmet, şehvetin itidali iffet,
öfkenin itidali şecaat, yani cesarettir.
Bir insanın adil olabilmesi için, hikmet, iffet ve cesaret sahibi olması gerekir. Biri bile eksik olsa adalet’ten söz
edilemez. Çünkü adalet, kemâl’in
diğer adıdır. Kemâlin, yani yukarıda zikredilen üç vasfın toplamının.
Adalet , teraziyle, metreyle, mezurayla
ölçülmez. O, terbiye edilmiş iç sesin marifetidir. Bu nedenledir ki o iç sesi
duyamayanların, yani kendilerine karşı âdil olmayanların başkalarına âdil
olmaları mümkün değildir.
Sosyal adaletmiş!
Sosyal adalet, gerçekte zalimlerin adaleti.
Evet, zalimlerin. Yani insanın özüne
zulmedenlerin.
Kendi özüne.
Evvelemirde kendi insanına.



Hiç yorum yok:
Yorum Gönder