13 Ekim 2007
Halk çoğunlukla çocukça ve çocuksu
düşünür ve bu nedenle insanlar hayat içerisinde sıklıkla karşılaştıkları
çelişkilerden —zannedildiğinin tam aksine— pek de rahatsız olmazlar.
Tecrübeli siyasetçiler halkın bu zaafını iyi
bilirler ve iyi de değerlendirirler, yani halk tarafından aslâ farkedilmeyeceği
için çelişkiye düşmekten, çelişkili davranmaktan pek çekinmezler, tıpkı çapkın
erkeklerin kadınlar karşısında çelişkiye düşmekten çekinmemeleri gibi.
Yanlış anlaşılmasın, halkın çoğunun, tıpkı
kadınların çoğu gibi hataları önemsediğini inkâr ediyor değilim. Hatalar umumiyetle
gözden kaçmaz. Ancak bazı kayd u şartla.
Birincisi, o hatalardan bir mağduriyet hissi doğmuş olmalıdır. (Mağduriyetin gerçek olması gerekmez, öyle hissedilmesi kâfidir.)
İkincisi, bu mağduriyetin telâfisi mümkün olmamalıdır. (Yani hatalı, hatasının üzerini örtecek bir jest yapma kabiliyetinden mahrum bulunmalıdır.)
Hem hata, hem de —meselâ— o hatayı telâfi
edecek bir armağan, yanyana iken aslâ çelişki oluşturmazlar, yeter ki armağan hatayı gölgede bıraksın. Armağanın ışığı bu düzeye çıkmasa bile, oluşan aslâ çelişki (tenakuz) değildir, bilâkis en mütevazı
hâliyle karşıtlıktır (tezad).
Bu durumda mağdur taraf kendisine uygun
gördüğü rolü seçer. Buna mukabil hatalının sorunu çözmek için yapması
gerekense, ne yapıp edip ışığın parlaklığını artırmak ve böylelikle hatayı
gölgede bırakmaktır.
Özetleyecek olursak, yöneten-yönetilen
ilişkisinde veya kadın-erkek ilişkilerinde aklî çelişkiler hiç gündeme gelmez.
Doğanın akla ihtiyacı, zannedildiğinden çok
daha azdır.
Halkın siyasetçilere yönelik şikayetleri,
onları, en çok, anne-babasını, peki
tanrıyı kim yarattı, sorusuyla afallatan bir çocuğun sorusu kadar tereddüt
ve şaşkınlığa düşürür.
Çocuğun zihin dünyasını bilen yetişkinler,
çocukların bu ve benzeri soruları, o soruların gerçek cevaplarını almak için
sormayacaklarını bilirler.
Çocuğa ne cevap verilirse verilsin ve bu cevap ne
kadar saçma, hatta çelişkili olursa olsun, o, kendisine
verilen cevap neyse, o kadarıyla iknâ olup yetinecektir, üstelik belleği o
cevabı bir daha hatırlamayacaktır da.
Niçin?
Çünkü sorusu yetişkinlerin anladığı anlamda
bir soru değildir. Ortada bir diyalog da yoktur. Çocuğunki sadece sözde-sorudur.
Sözde-soruların ise, sahici cevapları olmaz, olsa bile bu cevapların muhatab
nezdinde bir değeri bulunmaz.
Halkın çoğunluğunun çocuklar gibi çelişkiyi
umursamamaları, nedensellik yasalarıyla aralarındaki uzaklıktır. Nedenselliğin
ciddiye alınmadığı yerde, zorunluluğu ciddiye almaya gerek yoktur. O hâlde kim,
niçin çelişkileri ciddiye alsın?
Çelişkiyi kavramamızı sağlayan, zihnimizdeki zorunluluk kategorisidir. Zorunluluğun
olmadığı yerde çelişki de olmaz.
Var vardır, demek, varolanın varolması
zorunludur demektir.
Yok yoktur, demek de, yokolanın yokolması
zorunludur demektir.
Hâl böyle olunca, var varsa yok olamaz, yok
yoksa var olamaz. Demek ki bir şey hem var, hem yok olamaz. (Özdeşlik yasası
olarak da bilinen bu ilk ilke, A A’dır, şeklinde ifade edilir.)
Çocuk kişi değildir. Çocukluktan çıkınca kişi
hâline gelir.
Kapının ardından gelen, kim o, sorusuna, benim, diyemez. Derse,
bu sefer, sen kimsin, sorusuna cevap veremez.
Ne ilginç değil mi, çocuklar gerçekte adlarıyla değil, soyadlarıyla vardır.
Halk da öyle, gayr-ı şahsî bir gerçekliğin adı.
Şahsın/şahsiyetin,
ferdin/ferdiyetin silindiği bir kütle, bir karaltı âdeta, bir çokluk.
Özdeşliği en nihayet biz’de, bir biz’in içinde
algılayan bu çokluk da, ben benim, diyemeyeceği için kim olduğunu değil, kimlerden
olduğunu söyleyebilir.
Karşıtlıklar ve çelişkiler olmadan yaşam da
olmaz. Yaşamın çelişkiye ihtiyacı vardır. Yaşamı paylaşanlarınsa doğal olarak
aldatılmaya.
Aldanışımız bu denli doğal işte.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder