Sayfalar

TEVAZU ÜZERİNE DERSLER


24-25 Ocak 2004 

Akla mağrur olma Eflatun-ı vakt olsan dahi 
Bir edib-i kâmil gördükde tıfl-ı mekteb ol!
Platon kadar âlim olsan, zamanının allâmesi hâline gelsen bile sana taşradan başka bir şeyi öğretemeyecek olan akıl ile (aklın ile değil!) boşuna âlimim diye övünüp durma da görür görmez bir ârifi, bir mektep çocuğu gibi hemen dizinin dibine otur, otur da taşrayla meşgul olmaktan dolayı ihmal ettiğin seni sana göstersin, sana seni özlemeyi öğretsin, seni yine sende gezdirsin!
Akıl, tek başına sahibi bulunmakla övünülecek umurdan olaydı, işbu servete sahip olmakla asıl mecânin-i ukalâ övünürdü.
Beytin kabaca anlamı böyle. 
Bazıları bu beyti tevazu göstermesi istenen kimselere verilmesi gereken öğütler meyanında istimal ederler ki şâirin maksadı tevazu öğüdü vermek olsaydı, pekâlâ daha başka ve daha farklı simgeler kullanabilirdi.
Kanaat-i naçizâneme göre vurgu beytin ikinci mısraında saklı. 
Yani kendisine işaret edilen tevazu, ahlâkî bakımdan sahip olunması gereken bildik alçakgönüllülükten ibaret değil! Büyüklük illetiyle mağrur küçüklere, küçüklük perdesiyle gizlenen büyükler hatırlatılıyor, mahviyet ehlinin mahv u perişan görüntülerine aldanılmaması gerektiğine işaret olunuyor.
Öyle ya, bir de içinde yeraldıkları mertebenin diliyle konuşsalardı, halleri nice olurdu?
Bakınız Yunus ne diyor:





İlmim var deyu mağrur olmagil

Hak kabul etti kefen soyanı

Çün Mansur gördü ol benim dedi

Oda yaktılar işittin ânı





Hâsılı, aşağıda olmak başka, aşağıda görünmek daha başka!

O halde önce sözü soymakla işe başlayalım:

Tevazu sözcüğü vaz (koymak) kökünden gelir. Nitekim aynı kökten gelen diğer sözcükler, mesela vaziyet durum, mevzî yer, mevzû konu, muvazaa karşılıklı konmak, yerleşmek, dolayısıyla uzlaşmak, anlaşmak mânâlarına gelir.
Tevazu, ise, kişinin kendisini bulunduğu yerden daha aşağı bir yere (mevzî'ye) koyması demektir. Tevazu sahibi olan kimselere ise mütevazı denir ki bu sıfat, kendisini olduğundan daha aşağıya koyan alçakgönüllü kimseler için kullanılır. (Şimdilerde âdet oldu, mütevazı yazmayı marifet bilenler çoğaldı. Hadi yine mütevazı diye yazılsın ammâ İstanbul Türkçesinde bu sözcük mütevazi diye okunur. Kişinin mütevazı diyeceğim diye -tıpkı و لا الضآلِّين (velâddāllîn) ibaresini mahrecinden çıkaracağım diye kendini zorlayan mübtediler gibi- ağızlarını eğip bükmeleri sadece gülünç değil, ayıptır da.) 
Kimse alçak olmamalı, alçakta kalmamalı ve fakat alçakgönüllü olmaktan da vazgeçmemeli. Nitekim tevazu sözcüğü, alçaklık, bayağılık, basitlik mânâlarına da gelir. 
Yani zaten aşağıda olan, aşağılık olan kişinin, ben aşağıdayım, demesi tevazu değil, hakikati beyandır.
Böylesi beyanlar tevazu anlamına gelmeyip aksine riyakârlık demektir, zira kişi, aşağıda olduğu halde, sanki değilmiş gibi davranmakta, gerçeği (alçak olduğunu, alçakta bulunduğunu) söylediği halde, sanki değilmiş de alçak görünmeye çalışıyormuş gibi konuşmaktadır. Bu ise alçakta yaşamanın göstergesi olarak algılandığından alçakların tevazûu bile alçaklıktır.
Kişi önce yukarıya çıkmalı, çıkmak için gayret etmeli, nereyse ora, çıktıktan sonra diğer insanların karşısında yukarıda değil de aşağıda imiş gibi davranmalıdır. Öyle ya, ne kadar yukarı çıkarsanız çıkınız, hep çıkamadığınız bir üst kat kalacaktır.
O halde mağrur olmanın mânâsı ne?
Tevazu göstermek başka, tevazu gösterisinde bulunmak daha başka! 

Böylelerine verilmiş cevaplardan biri şudur: 
Beyefendi, siz tevazu gösterecek kadar büyük değilsiniz!
Tam da burada Yenişehirli Avni Bey'in öğüdünü hatırlamamak mümkün mü?
Dünyada öyle mahv-ı vücud eyle kim gönül! 
Mahşer gününde nâm u nişanın görünmesin!
Kişinin kendini aşağıya koyması için yukarıda olması gerekir. Ancak yukarıda olanların her zaman aşağıya inmesi gerekmez.
Kimileri çıkar âşık-ı sâdık menem/mecnunun adı var deyiverir, kimileri de çıkar İsmail Hakkı hazretleri gibi vecd u istiğrak içinde benem ol aşk bahresi/denizler hayran bana der.
Bu tür sözleri yukarılardan aşağılara söyleniyor sanılmasın, onlar kendi kendilerine yukarıda konuşuyorlar, can sıkıntısından (beden içine hapsolan özlerini gürlüğe kavuşturmak için) söyleniyorlar da zemane vefâları cefa gelir Yunus'a/Bir doğru yâr bulıcak feda kılar canını deyû edib-i kâmilin önemine işaret ediyorlar.

Kısacası ey talib, tevazu insanın kendisini aşağı görmesi, aşağılık sanması değildir, bilâkis tevazu kişinin haddini/hududunu bilmesi, yani sınırlarını, özünü, o özün sınırlarını (hakikatini) görmesi demektir.
Bu sınırlar, sınırın ötesine nisbetle muayyendir. Muayyen olan, bir yerde duran, bir yer tutan her nesnenin bir bitimi vardır; zira cihetleri vardır.
Altı cihet sayılır:
ön-arka 
sağ-sol 
alt-üst
Bu cihetlerden tebeddül etmeyen, yani birbirlerinin yerini almayan, değişmeyen, sabit kalan cihet (yön) sayısı ikidir: alt ve üst (= aşağı ve yukarı).
Diğer bütün yönler değişir, sağınız sol, solunuz sağ olabilir veya ön cihetiniz arka, arka cihetiniz ön olabilir. Fakat üst cihetiniz hep üst, alt cihetiniz yine hep alt olarak kalır.
Cihetlerde alt-üst mertebesi subutiyeti temsil eder, zira bu dört yön eskilerin deyişiyle hareket-i müstakime (doğrusal hareket); diğer iki yön ise hareket-i müstedire (dairesel hareket) ile taayyün eder. Bir zamanlar üst ve alt, dolayısıyla en üst ve en alt yönleri bir küre tasavvuruyla birlikte tayin edilir, bu yönler bir kürenin hareketi nazar-ı itibara alınarak izah edilirdi. Nitekim mertebe (çoğ. meratib) kavramı bu klasik cihet telakkisinden türemiştir. Bu nedenle varlıklar hiyerarşisi (meratib’ul-vücud), bu varlıklar hiyerarşisine bağlı bilgi sıralaması, bu bilgiye bağlı davranışlar silsilesi ancak alt ve üst cihetleri dikkate alınarak ortaya konulurdu.
Tabiattaki ünlü dörtlü sıralama şöyleydi:
Cemadât (madenler, inorganik maddeler) 
Nebatât (bitkiler) 
Hayvanât (hayvanlar) 
İnsan
Haddini bilmek meselesi burada soru niteliği kazanır:
Hz. İnsan bu varlıklar hiyerarşisi içerisinde nerede duruyor?
Binaenaleyh tevazu meselesi bir bu sorunun cevabını aramak sadedinde ele alınabilir, bir de şu sorunun:
Ben bu insan topluluğu içerisinde nerede duruyorum?
İlk soruya verilecek cevap, kişinin kendi yerini, konumunu, mevzîini mahiyet ve hakikatinden (insanlığından) hareketle, ikincisi ise hüviyetinden hareketle tayin edecektir.
Vali olup adam (âdem) olamamak meseli, şükür ki hâlâ halkımızın dilinde yaşadığından, ikinci soruya cevap vermeyi adamlık sananları kendi hâllerine bırakmakla onlara hadlerini (sınırlarını) hatırlatabilir ve ilk soruya nisbetle hz. insan olmanın önemine dikkat çekebiliriz.
İlim sahibi olmak insanlar arasında üst bir konum elde etmenin alâmeti midir?
Şayet hakikat böyle olsaydı, Fuzulî şu sözü söylemezdi.
İlim kesbile rütbe-i rif’at arzu-yı muhal imiş ancak 
Aşk imiş her ne var âlemde ilim bir kıyl u kal imiş ancak
Burada ilim sözcüğüyle kastedilenin, başlangıçta nokta olan ilim olmayıp —ki onu cahiller çoğalttı— ulum mânâsında kullanıldığına dikkat etmek şartıyla, ulum vasıtasıyla rütbe-i rifat (yüksek bir konum) elde etme arzusunun ne denli boş bir heves olduğu -biraz gayretle- anlaşılır sanırım.
Peki varlıkları taayyünleri itibariyle değil de sadece varlık olmaları itibariyle sıralamak istersek?
Bu isteği duyanların önce şu dizeleri dikkatle okuması, anlaması gerekiyor:
Mânâ evine daldık vücud seyrini kıldık 
İki cihan seyrini cümle vücudda bulduk 
Musa ağdığı Tûr’u, yoksa Beyt’ul-Ma’muru 
İsrafil çalan sûru cümle vücudda bulduk 
Tevrat ile İncil’i, Furkan ile Zebur’u 
Bunlardaki beyanı cümle vücudda bulduk
Yunus’un bu dizelerini iyi anlayabilirsek, meratib ve tevazu meselesini taayyün itibariyle değil, aksine daha üstü olmayan tek kavramla, vücud (varlık) kavramıyla mütalaa etmenin kapısını usulca tıklatmış oluruz.
Çoğu kimse mevcud’a (varlık’a) nazar edip hz. insan’ın yerini mevcudât arasında tayin etmeye çalışıyor. Oysa vücud’a (Varlık’a) nazar etseler, taayyünât bütünüyle buhar olur da hz. insan’a yer bile tayin edemezler.

Sokrates, bir vesileyle muhatabına ne güzel öğüt verir:
Dostum, Zeus’un Dodone’deki kurban yerinin rahipleri, geleceği haber veren ilk seslerin bir meşeden çıktığını söylerler. O zamanın insanları siz gençler gibi bilgin değillerdi, bir meşe veya taş hakikati söylüyorsa, tevazu gösterip bu taşı veya meşeyi dinlerlerdi.

Bu makam, yâ hû! (Varlık) makamıdır. (Bilen beri gelsin!)
Meselenin felsefe'yle değil, ve fakat tefelsüfle ve/veya felsefiyâtla hâll u fasl edilebileceğini sananlara yine Yunus’un dilinden cevap verelim:
İlm-i Hikmet okuyanlar aşktan mahrum olur onlar 
Mansur oldum asın beni kon dillerde söyleneyin
Yani hikmetin kendisinden gafil olup sa’y u himmetlerini sırf hikmetin bilgisine hasredenler, kendilerini aşk azığından mahrum ederler. Oysa Hallac-ı Mansur hakikat aşkıyla canını feda etmekten çekinmedi ve gönülleri kaaliyle değil, hâliyle fethetti.
Yunusumuz, mansur oldum asın beni, yani yok edin, bedenimi ortadan kaldırın, yâr ile aramızdan şu perdeyi çekin, beni hiçlik denizine salın diyor.
Asılınca, yani cansız bedeni hiçlik denizine salınınca, yok mu oluyor, zâhirî mânâsıyla hiçlik içinde hiçliğe mi dönüşüyor?
Hayır!
Kesinlikle hayır!
O, asıl o zaman konuşmaya başlıyor, o zaman gerçek anlamıyla nâtık-ı Hak (varlığı terennüm eden) oluyor, ancak o takdirde varlık buluyor, hâl bu ise şayet (var)oluyor, olabiliyor.
Denizin dalgaları, denizin her katresi yine denizdir, denize nisbetle zâhiren bir hiçtir belki ama unutmamalı ki denizi deniz kılan yine de o damlacıklardır.
Ey talib, öyleyse sen de Mansur gibi hoşça bak zatına!
Hakikat satırlarda değil, sadırlardadır çünkü.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder