Akla mağrur olma Eflatun-ı vakt olsan dahi
Bir edib-i kâmil gördükde tıfl-ı mekteb ol!
Platon kadar âlim olsan, zamanının allâmesi
hâline gelsen bile sana taşradan başka bir şeyi öğretemeyecek olan akıl ile (aklın ile değil!) boşuna âlimim diye övünüp durma da görür görmez bir ârifi, bir mektep çocuğu gibi
hemen dizinin dibine otur, otur da taşrayla meşgul olmaktan dolayı ihmal
ettiğin seni sana göstersin, sana seni özlemeyi öğretsin, seni yine sende
gezdirsin!
Akıl, tek başına sahibi bulunmakla övünülecek umurdan olaydı, işbu servete sahip olmakla asıl mecânin-i ukalâ övünürdü.
Beytin kabaca anlamı böyle.
Bazıları bu beyti
tevazu göstermesi istenen kimselere verilmesi gereken öğütler meyanında istimal
ederler ki şâirin maksadı tevazu öğüdü vermek olsaydı, pekâlâ daha başka ve
daha farklı simgeler kullanabilirdi.
Kanaat-i naçizâneme göre vurgu beytin
ikinci mısraında saklı.
Yani kendisine işaret edilen tevazu, ahlâkî bakımdan
sahip olunması gereken bildik alçakgönüllülükten ibaret değil! Büyüklük
illetiyle mağrur küçüklere, küçüklük perdesiyle gizlenen büyükler
hatırlatılıyor, mahviyet ehlinin mahv u perişan görüntülerine aldanılmaması
gerektiğine işaret olunuyor.
Öyle ya, bir de içinde yeraldıkları mertebenin
diliyle konuşsalardı, halleri nice olurdu?
Bakınız Yunus ne diyor:
İlmim var deyu mağrur olmagil
Hak kabul etti kefen soyanı
Çün Mansur gördü ol benim dedi
Oda yaktılar işittin ânı
Hâsılı, aşağıda olmak başka, aşağıda görünmek
daha başka!
O halde önce sözü soymakla işe başlayalım:
Tevazu sözcüğü vaz (koymak)
kökünden gelir. Nitekim aynı kökten gelen diğer sözcükler, mesela vaziyet durum, mevzî yer, mevzû konu,
muvazaa karşılıklı konmak,
yerleşmek, dolayısıyla uzlaşmak, anlaşmak mânâlarına gelir.
Tevazu, ise, kişinin kendisini
bulunduğu yerden daha aşağı bir yere (mevzî'ye) koyması demektir. Tevazu
sahibi olan kimselere ise mütevazı denir ki bu sıfat, kendisini olduğundan daha aşağıya koyan alçakgönüllü kimseler için kullanılır. (Şimdilerde âdet oldu, mütevazı yazmayı marifet bilenler çoğaldı. Hadi yine mütevazı diye yazılsın ammâ İstanbul Türkçesinde bu sözcük mütevazi diye okunur. Kişinin mütevazı diyeceğim diye -tıpkı و لا الضآلِّين (velâddāllîn) ibaresini mahrecinden çıkaracağım diye kendini zorlayan mübtediler gibi- ağızlarını eğip bükmeleri sadece gülünç değil, ayıptır da.)
Kimse alçak olmamalı, alçakta kalmamalı ve
fakat alçakgönüllü olmaktan da vazgeçmemeli. Nitekim tevazu sözcüğü, alçaklık, bayağılık, basitlik mânâlarına da
gelir.
Yani zaten aşağıda olan, aşağılık olan kişinin, ben aşağıdayım, demesi
tevazu değil, hakikati beyandır.
Böylesi beyanlar tevazu anlamına gelmeyip
aksine riyakârlık demektir, zira kişi, aşağıda olduğu halde, sanki değilmiş
gibi davranmakta, gerçeği (alçak olduğunu, alçakta bulunduğunu) söylediği
halde, sanki değilmiş de alçak görünmeye çalışıyormuş gibi konuşmaktadır. Bu
ise alçakta yaşamanın göstergesi olarak algılandığından alçakların tevazûu bile
alçaklıktır.
Kişi önce yukarıya çıkmalı, çıkmak için gayret
etmeli, nereyse ora, çıktıktan sonra diğer insanların karşısında yukarıda değil
de aşağıda imiş gibi davranmalıdır. Öyle ya, ne kadar yukarı çıkarsanız çıkınız,
hep çıkamadığınız bir üst kat kalacaktır.
O halde mağrur olmanın mânâsı ne?
Tevazu göstermek başka, tevazu gösterisinde
bulunmak daha başka!
Böylelerine verilmiş cevaplardan biri şudur:
Beyefendi, siz tevazu gösterecek kadar büyük değilsiniz!
Tam da burada Yenişehirli Avni Bey'in öğüdünü
hatırlamamak mümkün mü?
Dünyada öyle mahv-ı vücud eyle kim gönül!
Mahşer gününde nâm u nişanın görünmesin!
Kişinin kendini aşağıya koyması için yukarıda
olması gerekir. Ancak yukarıda olanların her zaman aşağıya inmesi gerekmez.
Kimileri
çıkar âşık-ı sâdık menem/mecnunun adı
var deyiverir, kimileri de çıkar İsmail Hakkı hazretleri gibi vecd u
istiğrak içinde benem ol aşk bahresi/denizler hayran bana der.
Bu tür sözleri yukarılardan aşağılara
söyleniyor sanılmasın, onlar kendi kendilerine yukarıda konuşuyorlar, can
sıkıntısından (beden içine hapsolan özlerini gürlüğe kavuşturmak için) söyleniyorlar
da zemane vefâları cefa gelir Yunus'a/Bir doğru yâr bulıcak feda kılar canını deyû edib-i kâmilin önemine işaret ediyorlar.
Kısacası ey talib, tevazu insanın
kendisini aşağı görmesi, aşağılık sanması değildir, bilâkis tevazu kişinin
haddini/hududunu bilmesi, yani sınırlarını, özünü, o özün sınırlarını
(hakikatini) görmesi demektir.
Bu sınırlar, sınırın ötesine nisbetle muayyendir.
Muayyen olan, bir yerde duran, bir yer tutan her nesnenin bir bitimi vardır;
zira cihetleri vardır.
Altı cihet sayılır:
ön-arka
sağ-sol
alt-üst
Bu cihetlerden tebeddül etmeyen, yani
birbirlerinin yerini almayan, değişmeyen, sabit kalan cihet (yön) sayısı
ikidir: alt ve üst (= aşağı ve yukarı).
Diğer bütün yönler değişir, sağınız sol,
solunuz sağ olabilir veya ön cihetiniz arka, arka cihetiniz ön olabilir. Fakat
üst cihetiniz hep üst, alt cihetiniz yine hep alt olarak kalır.
Cihetlerde alt-üst mertebesi subutiyeti
temsil eder, zira bu dört yön eskilerin deyişiyle hareket-i müstakime
(doğrusal hareket); diğer iki yön ise hareket-i müstedire (dairesel
hareket) ile taayyün eder. Bir zamanlar üst ve alt, dolayısıyla en üst ve en
alt yönleri bir küre tasavvuruyla birlikte tayin edilir, bu yönler bir
kürenin hareketi nazar-ı itibara alınarak izah edilirdi. Nitekim mertebe
(çoğ. meratib) kavramı bu klasik cihet telakkisinden türemiştir. Bu
nedenle varlıklar hiyerarşisi (meratib’ul-vücud), bu varlıklar hiyerarşisine
bağlı bilgi sıralaması, bu bilgiye bağlı davranışlar silsilesi ancak alt ve üst
cihetleri dikkate alınarak ortaya konulurdu.
Tabiattaki ünlü dörtlü sıralama şöyleydi:
Cemadât (madenler, inorganik maddeler)
Nebatât (bitkiler)
Hayvanât (hayvanlar)
İnsan
Haddini bilmek meselesi burada soru niteliği
kazanır:
Hz. İnsan bu varlıklar hiyerarşisi içerisinde nerede duruyor?
Binaenaleyh tevazu meselesi bir bu
sorunun cevabını aramak sadedinde ele alınabilir, bir de şu sorunun:
Ben bu insan topluluğu içerisinde nerede duruyorum?
İlk soruya verilecek cevap, kişinin kendi
yerini, konumunu, mevzîini mahiyet ve hakikatinden (insanlığından) hareketle,
ikincisi ise hüviyetinden hareketle tayin edecektir.
Vali olup adam (âdem) olamamak meseli,
şükür ki hâlâ halkımızın dilinde yaşadığından, ikinci soruya cevap vermeyi
adamlık sananları kendi hâllerine bırakmakla onlara hadlerini (sınırlarını)
hatırlatabilir ve ilk soruya nisbetle hz. insan olmanın önemine dikkat
çekebiliriz.
İlim sahibi olmak insanlar arasında üst bir
konum elde etmenin alâmeti midir?
Şayet hakikat böyle olsaydı, Fuzulî şu sözü
söylemezdi.
İlim kesbile rütbe-i rif’at arzu-yı muhal imiş ancak
Aşk imiş her ne var âlemde ilim bir kıyl u kal imiş ancak
Burada ilim sözcüğüyle kastedilenin, başlangıçta nokta olan ilim olmayıp —ki onu cahiller çoğalttı— ulum
mânâsında kullanıldığına dikkat etmek şartıyla, ulum vasıtasıyla rütbe-i rifat
(yüksek bir konum) elde etme arzusunun ne denli boş bir heves olduğu -biraz
gayretle- anlaşılır sanırım.
Peki varlıkları taayyünleri itibariyle değil
de sadece varlık olmaları itibariyle sıralamak istersek?
Bu isteği duyanların önce şu dizeleri dikkatle
okuması, anlaması gerekiyor:
Mânâ evine daldık vücud seyrini kıldık
İki cihan seyrini cümle vücudda bulduk
Musa ağdığı Tûr’u, yoksa Beyt’ul-Ma’muru
İsrafil çalan sûru cümle vücudda bulduk
Tevrat ile İncil’i, Furkan ile Zebur’u
Bunlardaki beyanı cümle vücudda bulduk
Yunus’un bu dizelerini iyi anlayabilirsek,
meratib ve tevazu meselesini taayyün itibariyle değil, aksine daha
üstü olmayan tek kavramla, vücud (varlık) kavramıyla mütalaa etmenin
kapısını usulca tıklatmış oluruz.
Çoğu kimse mevcud’a (varlık’a) nazar edip hz.
insan’ın yerini mevcudât arasında tayin etmeye çalışıyor. Oysa vücud’a
(Varlık’a) nazar etseler, taayyünât bütünüyle buhar olur da hz. insan’a yer
bile tayin edemezler.
Sokrates, bir vesileyle muhatabına ne güzel öğüt verir:
Dostum, Zeus’un Dodone’deki kurban yerinin rahipleri, geleceği haber veren ilk seslerin bir meşeden çıktığını söylerler. O zamanın insanları siz gençler gibi bilgin değillerdi, bir meşe veya taş hakikati söylüyorsa, tevazu gösterip bu taşı veya meşeyi dinlerlerdi.
Bu makam, yâ hû! (Varlık) makamıdır. (Bilen beri gelsin!)
Meselenin felsefe'yle değil, ve fakat tefelsüfle ve/veya felsefiyâtla hâll u fasl
edilebileceğini sananlara yine Yunus’un dilinden cevap verelim:
İlm-i Hikmet okuyanlar aşktan mahrum olur onlar
Mansur oldum asın beni kon dillerde söyleneyin
Yani
hikmetin kendisinden gafil olup sa’y u himmetlerini sırf hikmetin bilgisine
hasredenler, kendilerini aşk azığından mahrum ederler. Oysa Hallac-ı Mansur
hakikat aşkıyla canını feda etmekten çekinmedi ve gönülleri kaaliyle değil,
hâliyle fethetti.
Yunusumuz, mansur oldum asın beni, yani yok
edin, bedenimi ortadan kaldırın, yâr ile aramızdan şu perdeyi çekin, beni
hiçlik denizine salın diyor.
Asılınca,
yani cansız bedeni hiçlik denizine salınınca, yok mu oluyor, zâhirî mânâsıyla
hiçlik içinde hiçliğe mi dönüşüyor?
Hayır!
Kesinlikle hayır!
O, asıl o zaman konuşmaya başlıyor, o zaman
gerçek anlamıyla nâtık-ı Hak (varlığı terennüm eden) oluyor, ancak o takdirde
varlık buluyor, hâl bu ise şayet (var)oluyor, olabiliyor.
Denizin dalgaları, denizin her katresi yine
denizdir, denize nisbetle zâhiren bir hiçtir belki ama unutmamalı ki denizi
deniz kılan yine de o damlacıklardır.
Ey talib, öyleyse sen de Mansur gibi hoşça bak zatına!
Hakikat satırlarda değil,
sadırlardadır çünkü.



Hiç yorum yok:
Yorum Gönder