Sayfalar

KISKANÇLIK ÜZERİNE DERSLER


16-17 Haziran 2007 

Kelimelerin kökenine inmedikçe, biraz zahmet edip kelimelerin asıl anlamları üzerine çekilmiş perdeleri kaldırmadıkça, kelimelerin arkalarında saklı düşüncelerin ve duyguların hakkını nasıl vereceğiz?
Nasıl karşı karşıya konmayı başaracak, üzerinde bizi sağlamca tutacak bir zemini nerede bulacak, böylesi bir zeminde konuşmayı nasıl becereceğiz?
Dil, sabit kalan, bizi orada öylece bekleyen statik bir yapı değil ki! Durmadan değişiyor, değiştiriyor. İşveli, oynak. Cilveleriyle başa çıkmanın hiç de kolay olmadığı nâzenin bir dilber âdeta.
Olumsuz anlamı olan bir kelimeyi alıp biraz dibini kazdığımız takdirde olumlu bir anlamla karşılaşmamız işten bile değil. Öyle ki bazen tam aksi bir durumla da karşılaşabilir; elimizdeki sözcüğün gerçekte hangi anlamı temsil ettiğinden kuşkuya bile düşebiliriz.

Maço, angut, aptal...

Bu sözcüklerin gündelik dilde olumsuz bir anlam taşıdığından nasıl ve ne surette kuşkulanabiliriz?
Meselâ maço sözcüğünü, maganda karşılığında kullanıyor ve kelimeden, hoyrat, kaba-saba herif mânâsını çıkarmakta hiç zorlanmıyoruz. Oysa İspanyolca kökenli bu sözcük (macho), bir zamanlar, kadını için ölümü göze alabilen, kadınına sahiplenen, fedakârlıktan çekinmeyen şövalye erkeklerin sıfatı olarak kullanılırdı.
Keza herif kelimesi de dost, arkadaş, meslekdaş demekti.



Bugün karı sözcüğünü de sadece kaba anlamıyla biliyoruz ne yazık ki. Asalet yoksunluğundan olsa gerek ki dağarcığımızı kelimelerin asaletinden de mahrum ediyoruz.
Angut kelimesinin hikâyesi daha da hicranlı. Angut kuşunun (casarna ferruginca), ölen eşinin yanıbaşında her türlü tehlikeyi göze alarak beklediğini bilmiyor ve sırf eşine düşkünlüğü sebebiyle kolayca avlanabilen bu soylu kuşun tavrını enayilik olarak adlandırıyoruz.
Ne denli akıllanmış olmalıyız ki artık eşlerimizle ilgili angutluk etmiyoruz.
Aptal kelimesinin yazgısı farklı mı sanki? O da birçok kelime gibi, güya uyanıkların dilinde asaletini kaybetmiş, üstelik abdal’dan aptal’a dönüşmekle (tebeddül etmekle) kalmamış, ayaklarının tozu bile olamayacağımız o erdemli insanların (abdalların), hâllerini Hakk’a tebdil etmiş olmalarını, yani yüzlerini sema’ya çevirmelerini bir kusur belleyip menfaat hesabı yapmaktan kaçınan kimseleri, kelimenin önceleri olumlu, sonraları olumsuz anlamıyla nitelemişiz.
Aptallık işte, mi diyeceğiz? Hayır! Maçoluk yapamayacak, angutluk edemeyecek kadar akıllı olanlarımızın yok yere abdallık etmelerini nasıl umabiliriz?




Hakikaten başkaları nezdinde itibar arayanlardansanız, sakın abdallık etmeyiniz; ancak haysiyetinizin peşindeysiniz, yani değerinizi başkalarına göre değil, kendinize göre belirlemekten yanaysanız, bir düşünün bakalım, önünüzde abdal olmaktan, abdal gibi davranmaktan gayrı bir seçenek var mı?
Düşünce ve duyguları ifade ve dolayısıyla bu ifadelerin faidesinden istifade etmek için her ne kadar elimizdeki en etkin vasıta kelimeler ise de kelimelerden anlama gitmek yerine, önce anlamın kendisini hareket noktası almalı, çıkardığımız ses öbeklerini zihnimizde açık seçik hale gelmiş/gelebilmiş anlamlar listesiyle denetlemeyi öğrenmeliyiz.
İşte bu yüzden işimiz zor. Çünkü kelimeleri, önce kullanımdaki yaygın anlamlarıyla tanıyor, belliyor, sonra fırsatlar arar ve bulursak ancak, anlam ile kavramı birleştirmeyi akıl edebiliyoruz.
Sözgelimi hased etmek'ten söz ediyoruz ama hemencecik yanına kıskançlık kelimesini eklemekten kendimizi alamıyoruz.
Niçin?
Evet niçin, hased deyince, hemen aklımıza kıskançlık geliyor?
Cevabı basit: Bilen bilmeyen, yani herkes böyle kullandığı için. Oysa hased, Elmalılı Hamdi Yazır  merhumun (öl. 1942) tabiriyle, bir takımlarının zannettiği ve hayli şâyi olduğu vechile kıskançlık demek değildir.
Peki nedir?
Kendisi, hiç tereddüt etmeden hasedin karşısına çekememezlik sözcüğünü yerleştiriveriyor, kıskançlığın karşısına ise —haklı olarak— gayreti.

Sonuç:







Gayret (غيرة) = kıskançlık
Hased (حسد) = çekememezlik.







Gayret etmenin kıskançlık etmek anlamına geldiğini bilmiyorsak, hased etmenin çekememezlik anlamına geldiğini nasıl bileceğiz?
Kelimelerin kökenine inerek mi?
Hayır!
Bu, çıkar yol değil. Yapılması gereken, bir de duyguların kökenine inmek.
Biz de bu gerekçeyle kıskançlıktan başlayarak hasedin köklerine inmeye çalışacağız.
O halde soralım: 
Jaluzi denildiğinde ne anlıyoruz?
Akla ilk gelen kelime her halde pancur olmalı. Nitekim evimizin içini başkalarının nazarından korumak için pencerelerimizi kendisiyle kapladığımız, kapattığımız (sözlükteki tanımıyla: “şerit biçiminde madenî veya plastik ince uzun levhalardan yapılmış, indirilip kaldırılarak açılıp kapanan bir nevi pancur” anlamına gelen) jaluzi, dilimize Fransızca’dan geçmiş.
Aslı: jalousie.
Ne ilginçtir ki bu kelime Fransızca’da kıskançlık anlamına da geliyor (jalouserden).
Kıskançlık halis muhlis Türkçe bir kelime. Kıskanmak’tan türüyor. Kıskanmak ise kısmaktan.
Kısmak, bir şeyin gücünü ve miktarını azaltmak/eksiltmek, hatta kapatmak demek. Meselâ ses kısılır, dudak kısılır, göz kısılır, su kısılır, lamba kısılır, bu yüzden kısık kısık konuşulur, kısık kısık bakılır, vs.
Kıskanç, esasen cimri anlamına gelir, zira cimri olan malını kıskanır, parasını pulunu başkalarıyla paylaşmaktan kaçınır, elindekileri başkalarından esirger. Bu nedenle bir şeyi başkalarından kıskanmanın, başkalarından esirgemenin, başka bir deyişle elindekini sadece kendine saklamanın, kendinde alıkoymanın adıdır kıskançlık.
Başkalarıyla paylaşılabilecek olanı, başkalarıyla paylaşılması gerekeni elde tutmak, argo deyişle “kimseye zırnık koklatmamak” anlamındaki kıskançlık olumsuz (mezmum) bir davranışken, titizlenmek, ihtimam göstermek, hamiyet sahibi olmak, korumak, kollamak mânâsındaki kıskançlık olumlu (memduh) bir davranıştır.










Meselâ bir anne çocuğunu esirger, onu başkalarından kıskanır, çocuğunu korumak kollamak amacıyla yanına kimseyi yaklaştırmaz. Bir eş de diğerini kıskandığında, eşini sadece kendisine saklar, haklı olarak onu başkalarıyla paylaşmayı istemez.







Jalousie nasıl ki kişinin mahremiyetini korumak mânâsında bir perdeyse, kapalı tutulduğu takdirde başkalarının nazarına mâni oluyorsa, kıskanç kişi de aynı o şekilde sevdiğini başkalarının nazarından korur, yabancı bakışları engellemek için elinden geleni yapar.
Kıskançlık karşılığında eskiden Arapça kökenli bir sözcük kullanılırdı: gayret.
Gayret etmek, gayur olmak, esasen kıskanmak ve kıskanç olmak demekti. Bugünse gayret etmek, Türkçe’de sadece bir şeyi elde etmek amacıyla çabalamak, uğraşmak, didinmek, emek sarfetmek anlamına geliyor.
Bir diğer tabirle, gayret, gerçekte, elde tutma çabası anlamına gelirken, sonradan, elde etme çabası anlamı kazanmış. Yani bu kelime, sahip olduğu şeyi elde tutmak için çabalayıp didinen kişinin değil, daha çok, sahip olunacak şeyi elde etmek için uğraşan kişinin sıfatı olarak kullanılır olmuştur.
Keza gayret-i diniye, gayret-i vataniye gibi tabirler; kişinin dini için, vatanı için mücerred mânâda çabalayıp didinmesinden çok, bir annenin evladını kıskanması/esirgemesi mânâsında, dini veya vatanı düşmanlarından koruması, yabancı çizmeler altında çiğnenerek kirlenmemesi uğrunda canını tehlikeye atmaktan kaçınmaması anlamına gelir.
Kişi sadece eşini, çocuğunu değil, dinini de, vatanını da kıskanır.

Bu anlamıyla kelime o kadar olumludur ki sadece insan değil, Tanrı da sevdiklerini kıskanır.

Paylaşılabilecek şeyler/değerler olduğu gibi, paylaşılamayacak şeyler/değerler de vardır. Paylaşılamayacak olanı kıskanmak, yani mülkiyette ortak kabul etmeyeni elde tutabilmek için gayrete gelip çabalamak olumlu, öylece oturup başkalarının el koymasına izin vermekse olumsuzdur.
Bu yüzden gayretsizlik, namussuzluktur! Nitekim Türkçe'de güzel bir deyiş vardır, ha gayret, diye. İşbu davet, gayretsiz kimselere matuftur, açıkçası kıskanmaya çağrıdır. 
Gayretsizi gayret ettirmek, gayretten nasipsizi gayrete getirmek içindir.
Hâl böyleyken, her iki anlamıyla da kıskançlığın hasedle ne alâkası var?
Hakikatte hiçbir alâkası yok! Tamamen yanlış kullanılıyor. Çünkü kıskançlık “Benim var, onun olmasın!” demek iken, hased, “Benim yok, onun da olmasın!” demektir. “Onun var benim de olsun!” demek gıbta; “Benim var, onun da olsun” demek keremdir. En nihayet, son ikisi makbul hâllerdendir.
VE fakat ey talib, sen bu hâlleri bırak da, onun yok, o hâlde benim de olmasın, diyenler arasına katılmak için gayret et!
Dedik ya, ha gayret!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder