9 Ekim 2010
Nasıl ki seslerin kendine özgü bir dizisi
varsa, renklerin de kendisine özgü bir dizisi var.
Ses dizileri ve renk dizileri.
Haz işbu dizilerin ahengini idrakten kaynaklanıyor, kulağa ve göze
mülâyim olanı idrakten.
Doğasıyla uyum içinde olanı idrak suretiyle
alınan hazzın sürekli olması beklenir, ama o beklenen süreklilik hiç
gerçekleşmez.
İdrak edilen uyum ve ahenk, nedense, bir süre
sonra haz vermez olur, derken eleme bile dönüşür. Çünkü idrak edilen uyum ve
ahenk, zaman içinde bir yeknesaklık, bir tekdüzelik kazanıverir. Bu durumda aynı eseri dinlemek veya aynı
manzaraya bakmak ızdıraba yol açar, zira nisbetler çözülmüş, tenasüb
bozulmuştur. Eskiden beğenilenin sonradan beğenilemez oluşu bundandır.
Farklı idraklerin sebebi, idrak eden (müdrik)
ile idrak edilen (müdrek) arasındaki tenasüb ve ahengin sabit olmamasıdır.
Nisbetler değiştikçe idrak de değişir. İdrak değiştikçe, kaçınılmaz olarak
idrakten hasıl olan haz ve elemin miktarı da.
İdrak’in seviyesi idrak eden nefsin
mertebesiyle orantılıdır.
Nefsin mertebeleri vardır, insanın kemâle
erdirmeye uğraştığı nefsin.
Evet, nefsin de kemâli var.
Bu âlemden alınan hazların en yükseğinin
alındığı mertebedir nefsin kemâle erdiği mertebe. Kemâle erdiği, yani öldüğü.
Bu dünyada çekilen acı ve elemlerin tamamı
aslında nefsin kemâle eremeyişinden kaynaklanır.
Birileri kusur desin, birileri de eksiklik ve
noksanlık, her iki hâlde de kastedilen aynıdır: Yetkin olamayış, yani
kemâlden mahrumiyet.
Kemâle eren nefs, hakikatte nefs (anima) vasfından sıyrılmış, ruha (spritus) dönüşmüştür. Başka bir
deyişle teslim (müslüman) olmuştur.
İrfan geleneğinde nefs-i kâmile veya nefs-i
sâfiye şeklinde adlandırılan mertebe, özgürlüğün ta kendisidir. Bu mertebenin hiçbir rengi yoktur. Nefs-i
kâmile renksizdir.
Nefs-i kâmile yeniden başa dönüşün
mertebesidir. Masumiyet hâli. Bebeklik.
Cennet gibi kokar bebekler. Nefs-i sâfiye de
öyle.
Rengi yok amma kokusu vardır. Hakkın kokusu. Oysa diğer mertebelerin her birinin kendine
özgü birer rengi var.
Altı mertebe ve altı renk.
Tümü de psychenin
renkleri. Nefsin.
Nefsin mertebeleri mülkiyetle başlıyor. Sahip
olmakla, elde etmekle, mülkiyeti taleble.
Bu mertebenin adı: nefs-i emmâre.
Kötülüğe sevkeden nefis. Kötüden ve kötülükten
haz alan nefis.
Rengi mavi,
ve fakat unutmamalı ki ışığı kendisinden değil. Çünkü tavrı, tavr-ı Kamerî.
Ay’la karakterize olur.
Adem oluşun ilk mertebesidir. Şehvet ve
gazabın tecessüm ettiği mertebe.
Mahrumiyete katlanamaz. Kaybedenlerin ve
kaybolanların mertebesidir nefs-i emmâre.
Mahrum olanların. Nâdanın.
Züleyha gibi.
Aramak yazgısıdır. Aramak, bulmak, ele
geçirmek, ve her defasında kaybetmek, kaybettikçe kaybolmak.
Nefsin —ne gariptir ki— kendisine en sahip
olduğuna inandığı an, hakikatte kendisini tümüyle yitirdiği andır, tıpkı
Buñuel’in Conchitası gibi.
Kendimden
daha değerli bir şeyim yok, der Conchita, çıplak dans ettikten sonra, ve kazandığı an kaybeder. (Cet obscur objet du désir, 1977)
Mathieu (Fernando Rey) kuklasını elinde oynatan iki Conchita (Carole Bouquet ve Ángela Molina) vardır. Ama zahirde. Bazen nefs-i emmare, bazen nefs-i levvame kıvamında. Oysa düşünmeli değil mi, gerçekte oynatan kim, oynatılan kim?
Conchita ve Mathieu aynı hakikatin iki yüzü. Aynı gerçeğin. Aynı halin. Birinin elinde kırbaç var, diğerinin sırtında kan izleri.
El kimin, sırt kimin?
Erkek kim, kadın kim?
Düşünüp de konuşmalı, insan insan dediğimiz kim ve ne?
Görünen sadece Buñuel'in üçgeni, gizlenen ise nefsin derinlikleri. Arzu'nun. Şevk u iştiyakın. Cupiditas'ın değil sadece, aynı zamanda Appetitus'un. İştah ve şehvetin.
Nefsin halleri, biraz da arzunun halleridir.
Buñuel, ne şaşırtıcı değil mi, kadını, güya reddettiği kendi hıristiyanlığının etkisi altında yorumlamaktan kaçınamaz. En nihayet kadın yönetmenin vizöründen obscur objet'ye dönüşür. Birden sahneye iki yüzlü bir la femme fatale çıkıverir. Birdenbire, ve fakat daima.
Mavi uzağın rengidir bu yüzden. Uzağın ve yasın. Emmâre de öyle, Hak’tan en uzak oluşun sembolüdür.
Bu yüzden karşıtı nefs-i sâfiyedir.
Yani
çizginin bir tarafında mavi vardır, tam karşıtı ise renkten âridir.
Kötülüğe sevkeden nefs, ait bulunduğu
mertebenin kendisini nelere zorladığından habersizdir. İster ama niçin
istediğini bilmez. Bilebilmesi için bir mertebe yukarı çıkması gerekir.
Bilebilmesi, yani pişman olabilmesi için.
Nefs-i
levvâmeye.
Psyche’nin ikinci mertebesine.
İyi ile kötünün arasını tefrik etmek başka, bu
tefrikin gereğini yerine getirmek daha başkadır.
İnsan çelişkinin hasını asıl bu mertebede
yaşamaya başlar. Bilir ama bildiğinin tam aksine de davranabilir.
Halvetîler ve Nakşîler bu mertebeyi sarıya boyarlar, Uşşakîler ve Rifaîler
ise kırmızıya.
Niçin sarı,
niçin kırmızı?
Renk deyip geçme ey talib, o renkler, nefsinin rengi. Senin. Bazen bir erkeğin. Mathieu'nün mesela. Bazen de bir kadının.
Conchita'nın.
Hem de her iki yüzüyle.
İnsanın.
Nefsin en aşağı hallerinden en yükseğine bir alçalıp bir yükselen insanın.
Meleği de, şeytanı da kendisi olan insanın.
Hem sarının, hem kırmızının.
Ama çoğunlukla rengi yokmuş sayılanın.
Ek okuma için tıklayınız:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder