Mart 1988
Giriş
Türkiye’de son yıllarda kemiyet bakımından
oldukça önemli ilerlemeler kaydettiği müşahede olunan İslamî yayınların,
keyfiyet bakımından da –hiç değilse– yeterli bir seviyeye ulaştığını söylemek
maalesef zor görünmektedir. Çoğunlukla niteliği tercüme olan bu
yayınların, İslam dünyasında itibar kazanmış ve kaynak olma özelliği
taşıyan eserler arasından seçilerek piyasaya sunulması, büyük çoğunluğu
eserlerin aslına başvurma imkânı olmayan okuyucu kitlesi tarafından iştiyakla
karşılanmasına neden olmuştur, halen de olmaktadır. Oysa hurafelerin, cehaletin
yaygınlaştığı, hatta İslam adına revaç bulduğu bir dönemde, sahih ve saf bir
İslam’ın kitlelere ulaştırılması ve muhatapları nezdinde aslına layık bir
itibar kazanması, ancak İslam’ın sağlıklı bir şekilde
öğrenilebilmesi/öğretilebilmesi halinde mümkün olacağından, sloganları hareket
noktası alan, ilmî dayanaklardan ve cehdden yoksun çalışmaların pek verimli
olamayacağı aşikârdır. Nitekim her geçen gün yeni bir örneği görülen sathî ve
kısır tartışmalar, ciddi ve tutarlı öncüllere sahip olunmaksızın taraflarca
sürdürülen suçlamaların sergileri olmaktan kurtulamamaktadırlar.
Tefekkürden yoksun, muhakeme, tahlil ve tenkid
melekeleri dumura uğramış toplumlarda böylesine seviyesiz ve karmaşık bir
ortamın meydana gelmesi, elbette kaçınılmaz olacaktır. Bu bakımdan İslam ile
İslam kültürü arasındaki ayrımın bilincinde olmak, birtakım meselelerin
yeniden ve fakat layıkıyla tartışılmasına yol açabilecektir. İşte bu noktada müslümanlardan
beklenilen, öncüllerini Kur’an’dan oluşturabilmeleri ve her şeyden önce bizzat
kendilerinin kesbettikleri sonuçları ortaya koymalarıdır.
Bu hususta merhum Ali Şeriati güzel bir örnek
verir. O, yanlış bir anlayışı kanıtlamaya veya inkâr etmeye çalışmanın boşuna
olduğunu vurgulayarak, bir şairin yanlış tercüme ettikleri bir mısraı üzerinde
ciddi tartışmalara giren biri müslüman diğeri marksist iki gencin düştükleri
gülünç durumu uzun uzun anlatır, sonra da dünyada dinin lehinde ve aleyhinde
yapılan (çoğu) tartışmaların bu türden olduğunu söyler.1
Nitekim hatırlanacak olursa, sol tandanslı bir derginin İslam kaynaklarına(!)
dayanarak Hz. Peygamber’e (s.a) yönelttiği tenkidleri birtakım müslümanlar
cevaplayabilmek için oldukça mesai sarfetmişlerdi. Oysa samimi olduğuna
inandığımız bu kardeşlerimiz, yeryüzünde İslam’ı temsil etmeye layık bir tek
Kitab’ın (Kur’an) olduğunu ve herhangi bir eserdeki hataların, eksikliklerin ve
yanlışların faturasının İslam’a değil, o eserlerin kendilerine ve müelliflerine
(veya râvilerine) çıkartılması gerektiğini kavramış olsalardı, sanırım o denli
kendilerini yormaya gerek görmeyeceklerdi.
İşte biz bu makalemizde, Kur’an ve Hadis
ile ilgili olarak yapılmış bazı çeviri ve telif eserlerdeki hataların ne tür
sonuçlar doğurabileceğine dikkatleri çekmeye çalışacak ve günümüz Türkiye’sinde
müslümanlarca ortaya konulmuş bazı çalışmaların, aşağıda da görüleceği üzere,
mahiyet itibariyle çok önemli olmalarına rağmen ne tür bir kıymet taşıdıklarına
ilişkin izlenimlerimizi aktaracağız. Ancak burada hemen şunu da belirtmeliyiz
ki vereceğimiz bu örnekler, adı geçen çalışmaların geneli için menfi kanaatler
olarak değerlendirilmemelidir.
1. Kur’an'la İlgili Çalışmalar
a. Klâsik
tefsirler Bakara sûresinin 102. ayetinde geçen و ما أنزل علي الملكين ibaresinin, sihrin Babil’de Harut ve
Marut adlı iki meleğe indirilmiş olduğuna delâlet ettiğini iddia ederler. Oysa
bazı müfessirler de bu görüşe katılmayıp sözkonusu ibaredeki ما edatının nefy mânâsında olduğunu ve
diğer yorumların aksine Harut ve Marut’a sihrin indirildiğine değil, indirilmediğine
delâlet ettiğini savunurlar.2
İşte Seyyid Kutub da bu
ikinci görüşte olan müfessirlerden biridir.3 Oysa Fî Zilâl’il-Kur’ân’ın Emin Saraç, İ. Hakkı Şengüler ve Bekir
Karlığa tarafından ortaklaşa yapılan çevirisinde, Kutub’un görüşü doğru olarak
çevrilmesine rağmen, ilgili ayet üç kez müfessirin kavlinin hilafına “Ve
Babil’de iki meleğe –Harut ve Marut’a– indirilenleri öğretiyorlardı” şeklinde
verilmiştir.4
Böyle bir durumla karşılaşan okuyucunun Seyyid
Kutub’un ayetle ilgili görüşünü nasıl anlayabileceği sorusuna gerekli cevabı
mütercimler vermelidirler.
b. Türkiye’deki müslümanların
fikrî seviyelerinin gelişimine olan katkısı inkâr edilemeyecek düşünürlerden
Mevdudi’nin en önemli eserlerinden biri hiç kuşkusuz Kur’an’a Göre Dört
Terim adlı çalışmasıdır. Bu eserin Dr. Osman Cilacı ve İsmail Kaya
tarafından çevirisi gerçekleştirilmiş olan elimizdeki üçüncü baskısında,
Kur’an’da rab kelimesinin kullanımları verilirken, ilk olarak Yusuf
sûresinin 23. ayeti zikredilmektedir. Mevdudi gerek aynı eserdeki ayetin hemen
altındaki dipnotta, gerekse Tefhim’ül-Kur’an adlı tefsirinde ilgili
ayetin açıklamasında, ayetin metninde geçen إنَّه ربِّي ibaresindeki
zamirin, daha önce geçen معاذ الله lafzına râci olduğunu ve ibarenin
“Kuşkusuz o (Allah) benim rabbimdir” şeklinde anlaşılması gerektiğini söyler.5
Buna karşılık müfessirlerin
çoğunluğu sözkonusu zamirin Mısır Azizine râci olduğunu ve ayetin “Allah’a
sığınırım. Kuşkusuz o (Mısır Azizi) benim efendimdir” şeklinde anlaşılacağını
iddia ederler.
İlginç olanı şu ki, Mevdudi’nin ayetin bu şekilde tercüme
ve tefsirine şiddetle karşı olduğunu söylemesine ve bizzat eserinde ayetin
hemen altında açıkça bu görüşünü bildirmesine rağmen, kitapta ayetin meali
şöyle verilmiştir:
Yusuf: “Allah’a sığınırım. Doğrusu Mısır Azizi
benim efendimdir. O bana güzel bir mevki vermiştir” dedi.6
Burada okuyucuların Mevdudi’nin ayet ile
ilgili görüşünü net olarak öğrenebilmeleri için, kitabın seneler sonra yapılan
son baskısına veya Tefhim’ül-Kur’anın ilgili bölümüne bakmaları
gerekecektir.
c. Diyanet İşleri Başkanlığı’nca 1961 yılında çıkarılan ve Dr. Hüseyin
Atay ile Dr. Yaşar Kutluay tarafından hazırlanan Kur’an-ı Kerim ve Türkçe
Anlamı adlı mealin elimizde 1983 basımı bir nüshası bulunmaktadır. Bu
nüshada Sad sûresinin 7. ayeti (ki burada müşriklerin sözleri aktarılmaktadır)
şöyle verilmiştir:
Son dinde de bunu işitmedik; bu ancak bir
uyarmadır.
Mealde uyarma şeklinde karşılığı
verilen kelime ihtilâktır ve uydurma anlamına gelir. Görüldüğü
gibi mânâ tamamen murad edilenin zıddınadır.
Hiçbir çalışmanın ve eserin baskı
ile tashih hatalarından salim olması beklenemez. Ancak Başbakanlıkça 1961’de 1.
baskısı yapılan eser, o zaman bizzat Diyanet İşleri Başkanı Hasan Hüsnü Erdem
ile Müşavere ve Dinî Eserler İnceleme Kurulu’ndan Yusuf Ziyaeddin Ersal’ın
nezareti altında hazırlanmış, daha sonra da Mahir İz, Osman Keskioğlu, M. Ziya
Bilgin ve Mahmut Öğütçü’den kurulu Redaksiyon Komitesi’nin tedkikinden
geçmiştir. İkinci baskısı ise, 1972 tarihli bir karar uyarınca Doç. Hüseyin
Atay, Doç. Mehmet Hatipoğlu ve Osman Keskioğlu’ndan kurulu bir komisyon
tarafından tekrar gözden geçirilmiştir. Elimizde aynı mealin 1985 yılında
yapılmış bir baskısı daha bulunmaktadır ki aynı hata onda da mevcuttur. Aradan
24 yıl geçmiş olmasına rağmen –ki şu anda 1988 yılındayız– bu hatanın hâlâ
durması karşısında söyleyecek söz bulamıyoruz.
d. Ali Bulaç’ın
1983 yılında basımı yapılan Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Anlamı adlı
çalışmasındaki Bakara sûresinin 42. ayetine bakıldığında şöyle bir ifadeyle
karşılaşılacaktır:
Hakkı bâtılın yerine geçirmeyin.
Ancak hakkı bâtılın yerine geçirmekle görevli
olan biz müslümanların, Allah Teala’nın nasıl olup da böyle bir emir verdiğini
düşünür düşünmez, elbette ilk yapmamız gereken şey, ayetin aslına bakmak olacaktır.
Oysa bunu yaptığımızda, وَلاَ تَلْبِسُواْ الْحَقَّ بِالْبَاطِلِ ibaresine tesadüf ediyoruz ki bu da “hakkı
bâtılın yerine geçirmemek” değil, bilakis “hakkı bâtıl ile gizlememek,
örtmemek, karıştırmamak” anlamlarına gelir. Okuyucu burada sehven yapılmış bir
hatanın olabileceğini –haklı olarak– düşünebilir. Fakat bu sefer aynı çalışmadaki Alu İmran suresinin
71. ayetine baktığımızda, “Ey Kitab ehli, neden hakkı bâtılın yerine geçiriyor...”
şeklinde ve diğer ibareden farklı olarak emir sigasında olmayan bir ifadeyle
karşılaşıyoruz. Bu da bizi –haklı olarak– bir önceki mealin herhangi bir baskı
hatasından kaynaklanmadığı, aksine gerekli titizliğin gösterilmediği
düşüncesine götürmektedir.
2. Hadis'le İlgili Çalışmalar
a. Bilindiği üzere
Sünnî dünyanın en itibar ettiği hadis eserleri arasında bulunan ve Kütüb-i
Sittenin ikinci sırasında sayılan İmam Müslim’in el-Cami’us-Sahîh
adlı eserinin Türkiye’de iki çevirisi vardır. Bunlardan bizi ilgilendireni
geçen yaz vefat eden merhum Mehmet Sofuoğlu’nun çevirisidir. Sofuoğlu esere
geniş bir takdim ve giriş kısmı ekleyerek, bu kısma Dua adlı bir bölümle son vermiştir. İşbu bölümde Sofuoğlu, çevirisini
yapmış olduğu eserin Hacc’un-Nebî
adlı kısmını mahreç göstererek şöyle bir hadis nakletmekte ve anlamını da hemen
ardından vermektedir:
و قد تركت فيكم ما لن تضلّ بعده أن إعتصمتم به : كتاب الله و سنة رسوله
Ben size kendisine sıkıca sarıldığınız takdirde
ondan sonra asla sapıtmayacağınız (iki) şeyi bıraktım: Allah’ın Kitabı ve
Resulünün Sünneti.7
Bu hadisin sadece çevirisi okunduğunda bile, به (kendisine), بعده (ondan sonra) şeklindeki tekil zamirlerin birdenbire önce parantez
içinde, sonra da açıkça ikil sigaya dönüşmesi dikkati çekmektedir. Ancak mânâ
bakımından bu anlamdaki hadislere alışmış olan kulaklar, belki de bu değişimi
yadırgamayacaklardır. Fakat bu konuda Sahih-i Müslimin asıl ibaresine
önceden vakıf olanlar için, سنة رسوله lafzı çok şaşırtıcı gelecektir. Çünkü böylesine bir fazlalık
sadece hadisin çevirisinde bulunmuş olsaydı, pek o kadar önemli görülmeyebilirdi.
Ancak hadisin metni Arap harfleriyle dizildiği için, mütercimin hadisin sonunda
işaret ettiği yere bakmak gerekmektedir.
Aynı eserin (Sofuoğlu çevirisinin) 4.
cildindeki Kitab’ul-Hacc'ın Hacc’un-Nebi
babına bakıldığında, ne Arapça metinde ne de çevirisinin yapıldığı bölümde سنة رسوله şeklinde bir ibareye
rastlanılmamaktadır.8 O halde merhum Sofuoğlu’nun
hadisin ne metninde ne de çevirisinde olan bir lafzı, üstelik hem Arap
harfleriyle dizdirmiş olmasını, hem de altına, hadisin aslı sanki Hacc’un-Nebî babında imiş gibi mahrec
göstermesini nasıl izah edeceğiz?
Akla bunun başka bir hadis eserinden aktarılmış
olabileceği geliyorsa da hadis eserleri içinde aynı lafızla bu hadisi nakleden
başka bir kaynağa rastlamadık. Sadece bu hadis mânâ bakımından benzer olarak
İmam Malik’in Muvattaında kayıtlıdır. Ancak ondaki ibare şu şekildedir:9
تركت فيكم أمرين تضلّ ما مسكتم (تمسكتم) بهما : كتاب الله و سنة نبيّه
Bu bakımdan bu tahrifin sehven olmadığı
anlaşılmaktadır. Kanaatimizce Hz. Peygamber’in sünnetine ittibaya müslümanları
teşvik için bu tür yollara(!) başvurulması doğru değildir.
b. Hadis
çevirilerinden bir diğer örnek olmak üzere, İmam Malik’in Muvatta adlı
eserinin beş kişi tarafından yapılmış Türkçe çevirisinde geçen bir hadisi ele
alacağız.
Hadisin ilgili kısmının çevirisi şöyledir:
Resulullah, Eslem kabilesinden (yaptığı
zinayı itiraf eden) Hezzal ismindeki şahsa, “Ey Hezzal! Sen elbisenle onu
örtseydin (bunu gizli tutsaydın) senin için daha hayırlı olurdu” buyurdu.10
Görüldüğü gibi bu hadisin çevirisinde, Hezzal
adlı zatın zina yaptığı mütercimler tarafından parantez içinde iddia
olunmuştur. Hadisin metninden böyle bir ibare çıkarmak mümkün olmadığı içindir
ki mütercimler bunu parantez içinde ifade etme gereği duymuşlardır. Ancak bu
bilginin nereden edinildiğini öğrenmek bizim için çok enteresan olacaktır.
Çünkü Hezzal adlı bir kimsenin zina yaptığının hiçbir muhaddisten rivayet
edildiğine rastlamadık. Ancak mesele biraz tedkik edildiğinde, aynı hadisin
Ahmed b. Hanbel’in Müsnedinde ve Ebu Davud’un Süneninde de
rivayet edildiği görülecektir. Bu eserlerdeki hadislerde Hezzal’in zina
yaptığına dair herhangi bir ifade olmadığı gibi, bilakis Hezzal’in, recmolunduğu
nakledilen Mâiz b. Mâlik’e Hz. Peygamber’e gidip durumunu anlatmasını emreden
zat olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Ebu Davud’un Süneninde yukarıdaki
hadisin hemen ardından gelen ikinci bir hadiste ibare aynen şöyledir:
أنّ هزّال أمر ماعزاً أن يأتي النبي و يخبره
Hezzal Mâiz’e Hz. Peygamber’e gidip durumunu
haber vermesini emretti.11
Yine aynı şekilde Ahmed b. Hanbel’in Müsnedinde
Mâiz b. Mâlik’in Hezzal’in Fatıma adlı cariyesiyle zina yaptığı ve bunu haber
alan Hezzal’in Mâiz’e, gidip bu durumunu Resulullah’a bildirmesini söylediği
nakledilmektedir.12
İşte Hz. Peygamber bu
yüzden Hezzal’e, “Onu gizleseydin bu senin için daha hayırlı olurdu” demiştir, yoksa mütercimlerin iddia ettikleri gibi Hezzal’den istenen kendi zina suçunu
saklaması değildir. (Bu hususta daha fazla bilgi almak isteyen okuyuculara
sahabe biyografilerini ihtiva eden Askalanî’nin el-İsabe ve İbn
Abdilberr’in el-İstiab adlı eserlerine başvurmalarını tavsiye ederiz.13)
Böylece anlaşıldığını umduğumuz bu meselede,
yaptıkları çeviri yoluyla Hezzal adlı sahabîye zina iftirasında bulunma
durumuna düşen mütercimlerin kazf cezasına müstahak olmaları, yaşadığımız
trajedinin boyutlarını göstermesi bakımından ibretamiz bir örnek teşkil
etmektedir.
c. Hadis
sahasındaki çalışmalarıyla tanınan Dr. İsmail Çakan’ın 1983’de basılmış olan Hadîslerde
Görülen İhtilaflar ve Çözüm Yolları adlı eseri aslında bir doktora tezidir.
Eserin “(Râvinin) Mânânın Kendisiyle Tamamlandığı Kelimeyi Atlaması” başlıklı
bölümünde meşhur hadis-i zutt meselesiyle ilgili şöyle denmektedir:
(...) İbn Abbas’tan rivayet edilen hadis’uz-zutt
diye meşhur rivayetler bu durumu en canlı şekilde ortaya koymaktadır. Bir
rivayette İbn Abbas, ‘‘Cinleri bizden kimse görmedi”, ikincisinde ise, “Bunlar
Cin Gecesi gördüğüm cinlere çok benzemektedirler” demektedir.14
Dipnotta bu hadisin kaynağı olarak İbn
Kuteybe’nin Tevil’ul-Muhtelif’il-Hadisi ile İzmirli İsmail Hakkı’nın İlm-i
Hilaf adlı eserinin ilgili sayfaları gösterilmiştir. Oysa ne İbn
Kuteybe’nin ne de İzmirli’nin adı geçen eserlerinde böyle bir olayın İbn
Abbas’la ilgili bir tek örneği vardır. Buna karşın bu hadis adı anılan
eserlerin yine aynı sayfalarında İbn Mesud’a atfen zikredilmektedir. İzmirli bu
hadisi, İbn Seyyid Batalyevsî’den aktarırken, İbn Kuteybe de Süleyman
et-Teymî’nin Ebu Osman en-Nehdî’den ve Davud b. Ebi Hind’in Şa‘bi’den, onun da
Alkame’den naklettiğini bildirmektedir. Sözkonusu hadisin, hadis eserlerinde
farklı bir varyanta sahip olup olmadığını araştırdık. Ancak tedkik ettiğimiz
tüm eserlerde bu olayın kahramanı olarak sadece İbn Mesud gösterilmektedir.15
Sayın İsmail Çakan’ın İbn Mesud yerine sehven
İbn Abbas yazmış olması sıradan bir hata olarak karşılanabilirdi. Ne var ki
bunu iki kez yapmış olması bir doktora tezine yakışmayacak denli büyük bir
ciddiyetsizliktir. Ayrıca iki profesör ile üç doçentin tez okuma konusundaki
hassasiyetlerini de böylece öğrenmiş bulunmaktayız.
d. Yine hadis
sahasındaki önemli çalışmalarıyla bilinen Talat Koçyiğit’in, Kelâmcılarla
Hadisciler Arasındaki Münakaşalar adlı eserinin “İhtilafların Zuhurundan
Sonra Hadis” başlıklı bölümünde, sahabenin çok bulunduğu senelerde zuhur eden
fitnelerde sahabenin hemen hemen hiçbirinin bunlara iştirak etmediğinin
görüldüğü söylenmekte ve misal olarak da Cemel Harbine iştirak eden sahabelerin
sayısı hakkında gelen bir rivayette Şa‘bi’nin, “Cemel’e Peygamberin ashabından
Ali, Ammar, Talha ve Zübeyr’den başka bir kimse iştirak etmemiştir. Eğer
beşincisini bulurlarsa ben yalancıyım” şeklindeki sözü nakledilmektedir.16
Dipnotta Zehebi’nin el-Münteka min
Minhac’is-Sünne adlı eserini gösteren Sayın Koçyiğit aynı eserinin
“Mutezile’nin Sahabe ve Diğer Hadis Râvileri Hakkındaki Görüşleri” başlıklı
bölümünde Vasıl b. Ata’nın, “Ya Ali, Hasan, Hüseyin, İbn Abbas, Ammar b. Yasir,
Ebu Eyyub el-Ensarî ve diğer taraftarları veyahutta Aişe, Talha ve Zübeyr
fâsıktır. Ancak fıskın her iki gruptan hangisinde olduğunu kestirmek güçtür. Bu
itibarla iki gruptan Ali ve Talha veya Ali ve Zübeyr şehadet etseler, ikisinden
birisinin fasık olması dolayısıyla şehadetleri kabul olunmaz” görüşünde
olduğunu söyleyerek Abdülkâhir Bağdadi’nin el-Fark beyn’el-Fırak adlı
eserini dipnotta zikretmektedir.17
Dikkat edileceği üzere yukarıdaki rivayette
dört kişinin adını zikrettikten sonra beşincisinin bulunması halinde kendisinin
yalancı olduğunu söyleyen Şa‘bi’nin rivayeti, ikinci rivayetteki isimlerle nakzolunmaktadır.
Yine aynı şekilde sahabeden Berâ b. Âzib’in de Cemel’de Hz. Ali
tarafında bulunanlardan olduğunu hatırlatmakta yarar görüyoruz.18
Sayın Koçyiğit Şa‘bi
rivayeti ile aynı yerde zikrettiği bir iki rivayet hakkında “Bu haberler bize
şunu açıkça gösteriyor ki...” diyerek sözkonusu habere itimad ettiğini ihsas
ettirmektedir. Oysa yine Sayın Koçyiğit daha ileride ikinci rivayetle ilgili
olarak Mutezile’yi tenkid edebilmek maksadıyla “Görülüyor ki Mutezile’nin ilk
imamı Vasıl b. Ata mezhebinin temel taşlarından birini bu esas üzerine dikmiş,
Kur’an ve Sünnet’in tebşirine mazhar olan sahabileri fısk ile itham etmiştir”
diyebilmiştir.
Bu
bakımdan ince bir süzgeçten geçirmeden, bir sürü rivayet aktarmak yerine, bu
rivayetleri titizce değerlendirerek zikretmek sonuç itibarıyla daha hayırlı
olacaktır. Fakat maalesef Sayın Koçyiğit –belki de meşrebi icabı– muhakeme
yerine sadece tarafgir bir nakil yöntemini izlemiştir.
Sonuç
Buraya kadar verdiğimiz örnekler, adı geçen
eserlerin bütününe dair bir kanaate yol açmamalıdır. Biz sadece iddialı
başlıkların, kısa sürede kotarılan çalışmaların, ticarî maksatların kamçıladığı
ürünlerin ve akademik ukalalıkların sebebiyet verebileceği sonuçlara işaret
etmek istedik.
Bu husustaki örnekleri çoğaltmak mümkündü. Ne var ki biz salt
eserleri ve sahiplerini tenkid etmeyi amaçlamadığımız için buna gerek görmedik.
Burada asıl tenkid edilmesi gereken kimselerin müslüman okuyucular olduğunu hiç
çekinmeden söyleyebiliriz. Çünkü yaşanılan trajedinin asıl sorumluluğu
seviyesiz ve gayrı ciddi bir okuyucu kitlesinin omuzları üzerindedir. İçi boş
sloganlarla ve basit fetvalarla acımasız tekfir kulislerinin sürdürüldüğü
günümüzde, eğer okuyucular, bakıcılar olmayı terkederlerse, inanıyoruz
ki ortaya konulan çalışmaların seviyeleri okuyucuların seviyeleriyle orantılı
yükselecektir.
Sözlerimizi noktalarken böyle bir makaleyi
yazmamızın nedeni olarak, birtakım yayıncıların, dergilerin ve hatta yazarların
“Ne yapalım okuyucu böyle istiyor” demelerinden bıkmış olmamızı gösterebiliriz.
KAYNAK: Dücane Cündioğlu, "Türkiye'deki Kur'an ve Hadis Çalışmaları Hakkında Tespitler", Kalem, sy. 3, s. 10-13. Mart 1988
Ek okumalar için tıklayınız:
[1] Ali
Şeriati, Biz ve İkbal (çev.
Ergin Kılıçtutan), s. 117-119.
[2] Bu
konudaki görüşler için bkz. Cemaleddin Kasımî, Mehasin’ut-Tevil, II/215-216; Tabatabai, el-Mizan,
I/235-247, Zemahşeri, Keşşaf, I/301, İbn Kesir, Tefsir’ul- Kur’an’il-Âzim,
I/136-143.
[3] Seyyid
Kutub, Fî Zilâl’il-Kur’an (Darulilm
baskısı), I/95.
[4]
Seyyid Kutub, Fi Zilâl’il-Kur’an:
Kur’an’ın Gölgesinde, I/174, 200, 201.
[5]
Mevdudi, Kur’an’a Göre Dört Terim
(çev. Dr. Osman Cilacı), s.
35; Tefhim’ül-Kur’an (çev. İsmail Bosnalı), II/422.
[6] Mevdudi,
Kur’an’a Göre Dört Terim, s. 35.
[7]
Sofuoğlu, Sahih-i Müslim ve
Tercemesi, I/LXXV
[8]
Sofuoğlu, a.g.e., I/LXXV; IV/483 ve 487. Ayrıca bkz. Müslim, K. 15, B. 18
[9] Muvatta:
K. 46, hadis no: 3. Ayrıca bkz. Suyuti, Tenvir’ul-Havalik, III/93
[10] İmam
Malik, Muvatta, II/32
[11] Ebu
Davud, K. 37, B. 6.
[12]
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/217.
[13]
Askalani, İsabe, III/602; İbn Abdilberr, İstiab, III/607.
[14]
İsmail L. Çakan, Hadislerde Görülen
İhtilaflar ve Çözüm Yolları, s. 130.
[15]
Buharî, K. 63, B. 32, Müslim, K.4, B.33; Ebu Davud, K.1, B.43; Tirmizî, K.1,
B.14; K.44, B.46; İbn Mâce, K.1, B.37; Müsned, I/398, 402, 449, 455,
457, 458.
[16]
Talat Koçyiğit, Kelamcılarla
Hadisciler Arasındaki Münakaşalar, s. 103.
[17]
Koçyiğit, a.g.e., s. 239.
[18]
Askalani, İsabe, I/142; İbn Abdilberr, İstiab, I/140.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder