Sayfalar

TÜRKİYE'DE KUR'AN VE HADİS ÇALIŞMALARI HAKKINDA TESPİTLER


Mart 1988 

Giriş

Türkiye’de son yıllarda kemiyet bakımından oldukça önemli ilerlemeler kaydettiği müşahede olunan İslamî yayınların, keyfiyet bakımından da –hiç değilse– yeterli bir seviyeye ulaştığını söylemek maalesef zor görünmektedir. Çoğunlukla niteliği tercüme olan bu yayınların, İslam dünyasında itibar kazanmış ve kaynak olma özelliği taşıyan eserler arasından seçilerek piyasaya sunulması, büyük çoğunluğu eserlerin aslına başvurma imkânı olmayan okuyucu kitlesi tarafından iştiyakla karşılanmasına neden olmuştur, halen de olmaktadır. Oysa hurafelerin, cehaletin yaygınlaştığı, hatta İslam adına revaç bulduğu bir dönemde, sahih ve saf bir İslam’ın kitlelere ulaştırılması ve muhatapları nezdinde aslına layık bir itibar kazanması, ancak İslam’ın sağlıklı bir şekilde öğrenilebilmesi/öğretilebilmesi halinde mümkün olacağından, sloganları hareket noktası alan, ilmî dayanaklardan ve cehdden yoksun çalışmaların pek verimli olamayacağı aşikârdır. Nitekim her geçen gün yeni bir örneği görülen sathî ve kısır tartışmalar, ciddi ve tutarlı öncüllere sahip olunmaksızın taraflarca sürdürülen suçlamaların sergileri olmaktan kurtulamamaktadırlar.

Tefekkürden yoksun, muhakeme, tahlil ve tenkid melekeleri dumura uğramış toplumlarda böylesine seviyesiz ve karmaşık bir ortamın meydana gelmesi, elbette kaçınılmaz olacaktır. Bu bakımdan İslam ile İslam kültürü arasındaki ayrımın bilincinde olmak, birtakım meselelerin yeniden ve fakat layıkıyla tartışılmasına yol açabilecektir. İşte bu noktada müslümanlardan beklenilen, öncüllerini Kur’an’dan oluşturabilmeleri ve her şeyden önce bizzat kendilerinin kesbettikleri sonuçları ortaya koymalarıdır.
Bu hususta merhum Ali Şeriati güzel bir örnek verir. O, yanlış bir anlayışı kanıtlamaya veya inkâr etmeye çalışmanın boşuna olduğunu vurgulayarak, bir şairin yanlış tercüme ettikleri bir mısraı üzerinde ciddi tartışmalara giren biri müslüman diğeri marksist iki gencin düştükleri gülünç durumu uzun uzun anlatır, sonra da dünyada dinin lehinde ve aleyhinde yapılan (çoğu) tartışmaların bu türden olduğunu söyler.1
Nitekim hatırlanacak olursa, sol tandanslı bir derginin İslam kaynaklarına(!) dayanarak Hz. Peygamber’e (s.a) yönelttiği tenkidleri birtakım müslümanlar cevaplayabilmek için oldukça mesai sarfetmişlerdi. Oysa samimi olduğuna inandığımız bu kardeşlerimiz, yeryüzünde İslam’ı temsil etmeye layık bir tek Kitab’ın (Kur’an) olduğunu ve herhangi bir eserdeki hataların, eksikliklerin ve yanlışların faturasının İslam’a değil, o eserlerin kendilerine ve müelliflerine (veya râvilerine) çıkartılması gerektiğini kavramış olsalardı, sanırım o denli kendilerini yormaya gerek görmeyeceklerdi.
İşte biz bu makalemizde, Kur’an ve Hadis ile ilgili olarak yapılmış bazı çeviri ve telif eserlerdeki hataların ne tür sonuçlar doğurabileceğine dikkatleri çekmeye çalışacak ve günümüz Türkiye’sinde müslümanlarca ortaya konulmuş bazı çalışmaların, aşağıda da görüleceği üzere, mahiyet itibariyle çok önemli olmalarına rağmen ne tür bir kıymet taşıdıklarına ilişkin izlenimlerimizi aktaracağız. Ancak burada hemen şunu da belirtmeliyiz ki vereceğimiz bu örnekler, adı geçen çalışmaların geneli için menfi kanaatler olarak değerlendirilmemelidir.

1.  Kur’an'la İlgili Çalışmalar

a. Klâsik tefsirler Bakara sûresinin 102. ayetinde geçen و ما أنزل علي الملكين  ibaresinin, sihrin Babil’de Harut ve Marut adlı iki meleğe indirilmiş olduğuna delâlet ettiğini iddia ederler. Oysa bazı müfessirler de bu görüşe katılmayıp sözkonusu ibaredeki ما edatının nefy mânâsında olduğunu ve diğer yorumların aksine Harut ve Marut’a sihrin indirildiğine değil, indirilmediğine delâlet ettiğini savunurlar.2
İşte Seyyid Kutub da bu ikinci görüşte olan müfessirlerden biridir.3 Oysa Fî Zilâl’il-Kur’ân’ın Emin Saraç, İ. Hakkı Şengüler ve Bekir Karlığa tarafından ortaklaşa yapılan çevirisinde, Kutub’un görüşü doğru olarak çevrilmesine rağmen, ilgili ayet üç kez müfessirin kavlinin hilafına “Ve Babil’de iki meleğe –Harut ve Marut’a– indirilenleri öğretiyorlardı” şeklinde verilmiştir.4
Böyle bir durumla karşılaşan okuyucunun Seyyid Kutub’un ayetle ilgili görüşünü nasıl anlayabileceği sorusuna gerekli cevabı mütercimler vermelidirler.

b. Türkiye’deki müslümanların fikrî seviyelerinin gelişimine olan katkısı inkâr edilemeyecek düşünürlerden Mevdudi’nin en önemli eserlerinden biri hiç kuşkusuz Kur’an’a Göre Dört Terim adlı çalışmasıdır. Bu eserin Dr. Osman Cilacı ve İsmail Kaya tarafından çevirisi gerçekleştirilmiş olan elimizdeki üçüncü baskısında, Kur’an’da rab kelimesinin kullanımları verilirken, ilk olarak Yusuf sûresinin 23. ayeti zikredilmektedir. Mevdudi gerek aynı eserdeki ayetin hemen altındaki dipnotta, gerekse Tefhim’ül-Kur’an adlı tefsirinde ilgili ayetin açıklamasında, ayetin metninde geçen إنَّه ربِّي ibaresindeki zamirin, daha önce geçen معاذ الله lafzına râci olduğunu ve ibarenin “Kuşkusuz o (Allah) benim rabbimdir” şeklinde anlaşılması gerektiğini söyler.5
Buna karşılık müfessirlerin çoğunluğu sözkonusu zamirin Mısır Azizine râci olduğunu ve ayetin “Allah’a sığınırım. Kuşkusuz o (Mısır Azizi) benim efendimdir” şeklinde anlaşılacağını iddia ederler. 
İlginç olanı şu ki, Mevdudi’nin ayetin bu şekilde tercüme ve tefsirine şiddetle karşı olduğunu söylemesine ve bizzat eserinde ayetin hemen altında açıkça bu görüşünü bildirmesine rağmen, kitapta ayetin meali şöyle verilmiştir:

Yusuf: “Allah’a sığınırım. Doğrusu Mısır Azizi benim efendimdir. O bana güzel bir mevki vermiştir” dedi.6

Burada okuyucuların Mevdudi’nin ayet ile ilgili görüşünü net olarak öğrenebilmeleri için, kitabın seneler sonra yapılan son baskısına veya Tefhim’ül-Kur’anın ilgili bölümüne bakmaları gerekecektir.

c. Diyanet İşleri Başkanlığı’nca 1961 yılında çıkarılan ve Dr. Hüseyin Atay ile Dr. Yaşar Kutluay tarafından hazırlanan Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı adlı mealin elimizde 1983 basımı bir nüshası bulunmaktadır. Bu nüshada Sad sûresinin 7. ayeti (ki burada müşriklerin sözleri aktarılmaktadır) şöyle verilmiştir:

Son dinde de bunu işitmedik; bu ancak bir uyarmadır.

Mealde uyarma şeklinde karşılığı verilen kelime ihtilâktır ve uydurma anlamına gelir. Görüldüğü gibi mânâ tamamen murad edilenin zıddınadır.
Hiçbir çalışmanın ve eserin baskı ile tashih hatalarından salim olması beklenemez. Ancak Başbakanlıkça 1961’de 1. baskısı yapılan eser, o zaman bizzat Diyanet İşleri Başkanı Hasan Hüsnü Erdem ile Müşavere ve Dinî Eserler İnceleme Kurulu’ndan Yusuf Ziyaeddin Ersal’ın nezareti altında hazırlanmış, daha sonra da Mahir İz, Osman Keskioğlu, M. Ziya Bilgin ve Mahmut Öğütçü’den kurulu Redaksiyon Komitesi’nin tedkikinden geçmiştir. İkinci baskısı ise, 1972 tarihli bir karar uyarınca Doç. Hüseyin Atay, Doç. Mehmet Hatipoğlu ve Osman Keskioğlu’ndan kurulu bir komisyon tarafından tekrar gözden geçirilmiştir. Elimizde aynı mealin 1985 yılında yapılmış bir baskısı daha bulunmaktadır ki aynı hata onda da mevcuttur. Aradan 24 yıl geçmiş olmasına rağmen –ki şu anda 1988 yılındayız– bu hatanın hâlâ durması karşısında söyleyecek söz bulamıyoruz.

d. Ali Bulaç’ın 1983 yılında basımı yapılan Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Anlamı adlı çalışmasındaki Bakara sûresinin 42. ayetine bakıldığında şöyle bir ifadeyle karşılaşılacaktır:

Hakkı bâtılın yerine geçirmeyin.

Ancak hakkı bâtılın yerine geçirmekle görevli olan biz müslümanların, Allah Teala’nın nasıl olup da böyle bir emir verdiğini düşünür düşünmez, elbette ilk yapmamız gereken şey, ayetin aslına bakmak olacaktır. Oysa bunu yaptığımızda, وَلاَ تَلْبِسُواْ الْحَقَّ بِالْبَاطِلِ ibaresine tesadüf ediyoruz ki bu da “hakkı bâtılın yerine geçirmemek” değil, bilakis “hakkı bâtıl ile gizlememek, örtmemek, karıştırmamak” anlamlarına gelir. Okuyucu burada sehven yapılmış bir hatanın olabileceğini –haklı olarak– düşünebilir. Fakat bu sefer aynı çalışmadaki Alu İmran suresinin 71. ayetine baktığımızda, “Ey Kitab ehli, neden hakkı bâtılın yerine geçiriyor...” şeklinde ve diğer ibareden farklı olarak emir sigasında olmayan bir ifadeyle karşılaşıyoruz. Bu da bizi –haklı olarak– bir önceki mealin herhangi bir baskı hatasından kaynaklanmadığı, aksine gerekli titizliğin gösterilmediği düşüncesine götürmektedir.

2. Hadis'le İlgili Çalışmalar

a. Bilindiği üzere Sünnî dünyanın en itibar ettiği hadis eserleri arasında bulunan ve Kütüb-i Sittenin ikinci sırasında sayılan İmam Müslim’in el-Cami’us-Sahîh adlı eserinin Türkiye’de iki çevirisi vardır. Bunlardan bizi ilgilendireni geçen yaz vefat eden merhum Mehmet Sofuoğlu’nun çevirisidir. Sofuoğlu esere geniş bir takdim ve giriş kısmı ekleyerek, bu kısma Dua adlı bir bölümle son vermiştir. İşbu bölümde Sofuoğlu, çevirisini yapmış olduğu eserin Hacc’un-Nebî adlı kısmını mahreç göstererek şöyle bir hadis nakletmekte ve anlamını da hemen ardından vermektedir:

و قد تركت فيكم ما لن تضلّ بعده أن إعتصمتم به : كتاب الله و سنة رسوله

Ben size kendisine sıkıca sarıldığınız takdirde ondan sonra asla sapıtmayacağınız (iki) şeyi bıraktım: Allah’ın Kitabı ve Resulünün Sünneti.7

Bu hadisin sadece çevirisi okunduğunda bile, به (kendisine), بعده (ondan sonra) şeklindeki tekil zamirlerin birdenbire önce parantez içinde, sonra da açıkça ikil sigaya dönüşmesi dikkati çekmektedir. Ancak mânâ bakımından bu anlamdaki hadislere alışmış olan kulaklar, belki de bu değişimi yadırgamayacaklardır. Fakat bu konuda Sahih-i Müslimin asıl ibaresine önceden vakıf olanlar için, سنة رسوله lafzı çok şaşırtıcı gelecektir. Çünkü böylesine bir fazlalık sadece hadisin çevirisinde bulunmuş olsaydı, pek o kadar önemli görülmeyebilirdi. Ancak hadisin metni Arap harfleriyle dizildiği için, mütercimin hadisin sonunda işaret ettiği yere bakmak gerekmektedir.
Aynı eserin (Sofuoğlu çevirisinin) 4. cildindeki Kitab’ul-Hacc'ın Hacc’un-Nebi babına bakıldığında, ne Arapça metinde ne de çevirisinin yapıldığı bölümde سنة رسوله şeklinde bir ibareye rastlanılmamaktadır.8 O halde merhum Sofuoğlu’nun hadisin ne metninde ne de çevirisinde olan bir lafzı, üstelik hem Arap harfleriyle dizdirmiş olmasını, hem de altına, hadisin aslı sanki Hacc’un-Nebî babında imiş gibi mahrec göstermesini nasıl izah edeceğiz?
Akla bunun başka bir hadis eserinden aktarılmış olabileceği geliyorsa da hadis eserleri içinde aynı lafızla bu hadisi nakleden başka bir kaynağa rastlamadık. Sadece bu hadis mânâ bakımından benzer olarak İmam Malik’in Muvattaında kayıtlıdır. Ancak ondaki ibare şu şekildedir:9

 تركت فيكم أمرين تضلّ ما مسكتم (تمسكتم) بهما : كتاب الله و سنة نبيّه

Bu bakımdan bu tahrifin sehven olmadığı anlaşılmaktadır. Kanaatimizce Hz. Peygamber’in sünnetine ittibaya müslümanları teşvik için bu tür yollara(!) başvurulması doğru değildir.

b. Hadis çevirilerinden bir diğer örnek olmak üzere, İmam Malik’in Muvatta adlı eserinin beş kişi tarafından yapılmış Türkçe çevirisinde geçen bir hadisi ele alacağız.

Hadisin ilgili kısmının çevirisi şöyledir:

Resulullah, Eslem kabilesinden (yaptığı zinayı itiraf eden) Hezzal ismindeki şahsa, “Ey Hezzal! Sen elbisenle onu örtseydin (bunu gizli tutsaydın) senin için daha hayırlı olurdu” buyurdu.10

Görüldüğü gibi bu hadisin çevirisinde, Hezzal adlı zatın zina yaptığı mütercimler tarafından parantez içinde iddia olunmuştur. Hadisin metninden böyle bir ibare çıkarmak mümkün olmadığı içindir ki mütercimler bunu parantez içinde ifade etme gereği duymuşlardır. Ancak bu bilginin nereden edinildiğini öğrenmek bizim için çok enteresan olacaktır. Çünkü Hezzal adlı bir kimsenin zina yaptığının hiçbir muhaddisten rivayet edildiğine rastlamadık. Ancak mesele biraz tedkik edildiğinde, aynı hadisin Ahmed b. Hanbel’in Müsnedinde ve Ebu Davud’un Süneninde de rivayet edildiği görülecektir. Bu eserlerdeki hadislerde Hezzal’in zina yaptığına dair herhangi bir ifade olmadığı gibi, bilakis Hezzal’in, recmolunduğu nakledilen Mâiz b. Mâlik’e Hz. Peygamber’e gidip durumunu anlatmasını emreden zat olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Ebu Davud’un Süneninde yukarıdaki hadisin hemen ardından gelen ikinci bir hadiste ibare aynen şöyledir:

أنّ هزّال أمر ماعزاً أن يأتي النبي و يخبره
Hezzal Mâiz’e Hz. Peygamber’e gidip durumunu haber vermesini emretti.11

Yine aynı şekilde Ahmed b. Hanbel’in Müsnedinde Mâiz b. Mâlik’in Hezzal’in Fatıma adlı cariyesiyle zina yaptığı ve bunu haber alan Hezzal’in Mâiz’e, gidip bu durumunu Resulullah’a bildirmesini söylediği nakledilmektedir.12
İşte Hz. Peygamber bu yüzden Hezzal’e, “Onu gizleseydin bu senin için daha hayırlı olurdu” demiştir, yoksa mütercimlerin iddia ettikleri gibi Hezzal’den istenen kendi zina suçunu saklaması değildir. (Bu hususta daha fazla bilgi almak isteyen okuyuculara sahabe biyografilerini ihtiva eden Askalanî’nin el-İsabe ve İbn Abdilberr’in el-İstiab adlı eserlerine başvurmalarını tavsiye ederiz.13)
Böylece anlaşıldığını umduğumuz bu meselede, yaptıkları çeviri yoluyla Hezzal adlı sahabîye zina iftirasında bulunma durumuna düşen mütercimlerin kazf cezasına müstahak olmaları, yaşadığımız trajedinin boyutlarını göstermesi bakımından ibretamiz bir örnek teşkil etmektedir.

c. Hadis sahasındaki çalışmalarıyla tanınan Dr. İsmail Çakan’ın 1983’de basılmış olan Hadîslerde Görülen İhtilaflar ve Çözüm Yolları adlı eseri aslında bir doktora tezidir. Eserin “(Râvinin) Mânânın Kendisiyle Tamamlandığı Kelimeyi Atlaması” başlıklı bölümünde meşhur hadis-i zutt meselesiyle ilgili şöyle denmektedir:

(...) İbn Abbas’tan rivayet edilen hadis’uz-zutt diye meşhur rivayetler bu durumu en canlı şekilde ortaya koymaktadır. Bir rivayette İbn Abbas, ‘‘Cinleri bizden kimse görmedi”, ikincisinde ise, “Bunlar Cin Gecesi gördüğüm cinlere çok benzemektedirler” demektedir.14

Dipnotta bu hadisin kaynağı olarak İbn Kuteybe’nin Tevil’ul-Muhtelif’il-Hadisi ile İzmirli İsmail Hakkı’nın İlm-i Hilaf adlı eserinin ilgili sayfaları gösterilmiştir. Oysa ne İbn Kuteybe’nin ne de İzmirli’nin adı geçen eserlerinde böyle bir olayın İbn Abbas’la ilgili bir tek örneği vardır. Buna karşın bu hadis adı anılan eserlerin yine aynı sayfalarında İbn Mesud’a atfen zikredilmektedir. İzmirli bu hadisi, İbn Seyyid Batalyevsî’den aktarırken, İbn Kuteybe de Süleyman et-Teymî’nin Ebu Osman en-Nehdî’den ve Davud b. Ebi Hind’in Şa‘bi’den, onun da Alkame’den naklettiğini bildirmektedir. Sözkonusu hadisin, hadis eserlerinde farklı bir varyanta sahip olup olmadığını araştırdık. Ancak tedkik ettiğimiz tüm eserlerde bu olayın kahramanı olarak sadece İbn Mesud gösterilmektedir.15
Sayın İsmail Çakan’ın İbn Mesud yerine sehven İbn Abbas yazmış olması sıradan bir hata olarak karşılanabilirdi. Ne var ki bunu iki kez yapmış olması bir doktora tezine yakışmayacak denli büyük bir ciddiyetsizliktir. Ayrıca iki profesör ile üç doçentin tez okuma konusundaki hassasiyetlerini de böylece öğrenmiş bulunmaktayız.

d. Yine hadis sahasındaki önemli çalışmalarıyla bilinen Talat Koçyiğit’in, Kelâmcılarla Hadisciler Arasındaki Münakaşalar adlı eserinin “İhtilafların Zuhurundan Sonra Hadis” başlıklı bölümünde, sahabenin çok bulunduğu senelerde zuhur eden fitnelerde sahabenin hemen hemen hiçbirinin bunlara iştirak etmediğinin görüldüğü söylenmekte ve misal olarak da Cemel Harbine iştirak eden sahabelerin sayısı hakkında gelen bir rivayette Şa‘bi’nin, “Cemel’e Peygamberin ashabından Ali, Ammar, Talha ve Zübeyr’den başka bir kimse iştirak etmemiştir. Eğer beşincisini bulurlarsa ben yalancıyım” şeklindeki sözü nakledilmektedir.16
Dipnotta Zehebi’nin el-Münteka min Minhac’is-Sünne adlı eserini gösteren Sayın Koçyiğit aynı eserinin “Mutezile’nin Sahabe ve Diğer Hadis Râvileri Hakkındaki Görüşleri” başlıklı bölümünde Vasıl b. Ata’nın, “Ya Ali, Hasan, Hüseyin, İbn Abbas, Ammar b. Yasir, Ebu Eyyub el-Ensarî ve diğer taraftarları veyahutta Aişe, Talha ve Zübeyr fâsıktır. Ancak fıskın her iki gruptan hangisinde olduğunu kestirmek güçtür. Bu itibarla iki gruptan Ali ve Talha veya Ali ve Zübeyr şehadet etseler, ikisinden birisinin fasık olması dolayısıyla şehadetleri kabul olunmaz” görüşünde olduğunu söyleyerek Abdülkâhir Bağdadi’nin el-Fark beyn’el-Fırak adlı eserini dipnotta zikretmektedir.17
Dikkat edileceği üzere yukarıdaki rivayette dört kişinin adını zikrettikten sonra beşincisinin bulunması halinde kendisinin yalancı olduğunu söyleyen Şa‘bi’nin rivayeti, ikinci rivayetteki isimlerle nakzolunmaktadır.
Yine aynı şekilde sahabeden Berâ b. Âzib’in de Cemel’de Hz. Ali tarafında bulunanlardan olduğunu hatırlatmakta yarar görüyoruz.18
Sayın Koçyiğit Şa‘bi rivayeti ile aynı yerde zikrettiği bir iki rivayet hakkında “Bu haberler bize şunu açıkça gösteriyor ki...” diyerek sözkonusu habere itimad ettiğini ihsas ettirmektedir. Oysa yine Sayın Koçyiğit daha ileride ikinci rivayetle ilgili olarak Mutezile’yi tenkid edebilmek maksadıyla “Görülüyor ki Mutezile’nin ilk imamı Vasıl b. Ata mezhebinin temel taşlarından birini bu esas üzerine dikmiş, Kur’an ve Sünnet’in tebşirine mazhar olan sahabileri fısk ile itham etmiştir” diyebilmiştir.



Bir ilim adamının, bir görüşü tenkid edebilmek amacıyla kullandığı bir rivayetin, yine bir görüşü savunmak amacıyla kullandığı diğer bir rivayetle çelişebileceğine dikkat etmesi ve önemli bir konuda vereceği hükümleri titizlikle yapılmış bir tetkikat üzerine kurması beklenirdi. Aksi takdirde böylesi durumlara düşülebilir ve insan mesned kullandığı bir şahsı, yine mesned kullandığı başka bir şahısla yalancı derekesine düşürebilir.



Bu bakımdan ince bir süzgeçten geçirmeden, bir sürü rivayet aktarmak yerine, bu rivayetleri titizce değerlendirerek zikretmek sonuç itibarıyla daha hayırlı olacaktır. Fakat maalesef Sayın Koçyiğit –belki de meşrebi icabı– muhakeme yerine sadece tarafgir bir nakil yöntemini izlemiştir.

Sonuç

Buraya kadar verdiğimiz örnekler, adı geçen eserlerin bütününe dair bir kanaate yol açmamalıdır. Biz sadece iddialı başlıkların, kısa sürede kotarılan çalışmaların, ticarî maksatların kamçıladığı ürünlerin ve akademik ukalalıkların sebebiyet verebileceği sonuçlara işaret etmek istedik.
Bu husustaki örnekleri çoğaltmak mümkündü. Ne var ki biz salt eserleri ve sahiplerini tenkid etmeyi amaçlamadığımız için buna gerek görmedik. Burada asıl tenkid edilmesi gereken kimselerin müslüman okuyucular olduğunu hiç çekinmeden söyleyebiliriz. Çünkü yaşanılan trajedinin asıl sorumluluğu seviyesiz ve gayrı ciddi bir okuyucu kitlesinin omuzları üzerindedir. İçi boş sloganlarla ve basit fetvalarla acımasız tekfir kulislerinin sürdürüldüğü günümüzde, eğer okuyucular, bakıcılar olmayı terkederlerse, inanıyoruz ki ortaya konulan çalışmaların seviyeleri okuyucuların seviyeleriyle orantılı yükselecektir.
Sözlerimizi noktalarken böyle bir makaleyi yazmamızın nedeni olarak, birtakım yayıncıların, dergilerin ve hatta yazarların “Ne yapalım okuyucu böyle istiyor” demelerinden bıkmış olmamızı gösterebiliriz.





[1] Ali Şeriati, Biz ve İkbal (çev. Ergin Kılıçtutan), s. 117-119.
[2] Bu konudaki görüşler için bkz. Cemaleddin Kasımî, Mehasin’ut-Tevil, II/215-216; Tabatabai, el-Mizan, I/235-247, Zemahşeri, Keşşaf, I/301, İbn Kesir, Tefsir’ul- Kur’an’il-Âzim, I/136-143.
[3] Seyyid Kutub, Fî Zilâl’il-Kur’an (Darulilm baskısı), I/95.
[4] Seyyid Kutub, Fi Zilâl’il-Kur’an: Kur’an’ın Gölgesinde, I/174, 200, 201.
[5] Mevdudi, Kur’an’a Göre Dört Terim (çev. Dr. Osman Cilacı), s. 35; Tefhim’ül-Kur’an (çev. İsmail Bosnalı), II/422.
[6] Mevdudi, Kur’an’a Göre Dört Terim, s. 35.
[7] Sofuoğlu, Sahih-i Müslim ve Tercemesi, I/LXXV
[8] Sofuoğlu, a.g.e., I/LXXV; IV/483 ve 487. Ayrıca bkz. Müslim, K. 15, B. 18
[9] Muvatta: K. 46, hadis no: 3. Ayrıca bkz. Suyuti, Tenvir’ul-Havalik, III/93
[10] İmam Malik, Muvatta, II/32
[11] Ebu Davud, K. 37, B. 6.
[12] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/217.
[13] Askalani, İsabe, III/602; İbn Abdilberr, İstiab, III/607.
[14] İsmail L. Çakan, Hadislerde Görülen İhtilaflar ve Çözüm Yolları, s. 130.
[15] Buharî, K. 63, B. 32, Müslim, K.4, B.33; Ebu Davud, K.1, B.43; Tirmizî, K.1, B.14; K.44, B.46; İbn Mâce, K.1, B.37; Müsned, I/398, 402, 449, 455, 457, 458.
[16] Talat Koçyiğit, Kelamcılarla Hadisciler Arasındaki Münakaşalar, s. 103.
[17] Koçyiğit, a.g.e., s. 239.
[18] Askalani, İsabe, I/142; İbn Abdilberr, İstiab, I/140.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder