Sayfalar

OSMANLI TEFSİR MİRASI






 Ekim 1999 



Benim neslimin büyük günahı tarihini bilmemek, tarihine inanmamak ve bilhassa tarihinde kendinden bir şey devam ettiğine inanmamaktı. Gördüğümüz fecî terbiyenin tesiri altında tarih'i bir mezar ve bütün vekayii birer ceset gibi düşünüyorduk. Mazimiz bir dağdı, onu çıkmıştık, şimdi inmekle meşguldük. Ve talihin bizi iniş tarafında dünyaya getirdiğine kızmaktan başka yapacak bir şeyimiz yoktu.
Ahmed Hamdi Akseki[1]


Giriş

Nüzûlünden günümüze değin Kur’an-ı Kerîm'i anlama/yorumlama çabalarının hiçbir sûrette kesintiye uğramaksızın sürdüğünü ve bu çabalar neticesinde fevkalâde zengin, canlı ve o denli de derinlikli bir tefsîr kitabiyâtının teşekkül etmiş olduğunu dile getirdiğimizde, acaba sadece ma‘lûmu i‘lâmdan ibaret addedilebilecek bir tesbit mi yapmış oluyoruz?
İslâm dini mensuplarının hissiyâtını okşayan bir mahiyet taşıması itibariyle bu tesbiti ilk anda müsbet telakki edeceklerin sayısının hiç de az olmayacağı muhakkak iken, çağdaş tefsîr tarihi yazımının mahsûlleri açısından bakıldıkda göreceğimiz mukabele ne yazık ki menfîdir.
Evet, menfîdir; zira mevcut tefsîr kitabiyâtı hakkında kullandığımız niteleme sözcükleri (zengin, canlı ve derinlikli), gelişigüzel seçilmiş olmayıp bu kitabiyâtı kemmiyet, keyfiyet ve muhteva bakımından tanımlamakta ve bu tanım, hiçbir sûrette kesintiye uğramaksızın süren anlama/yorumlama çabalarının tamamı için geçerli kabul edilip tefsîr tarihinin bütün safahâtına şâmil kılınmaktadır. Buna mukabil mezkûr niteliklerin, çağdaş tefsîr tarihi tasavvuru açısından (zaman ve mekân itibariyle) bütüncül bir bakışın konusu olmayı başarabildiklerini söylemek ise kesinlikle mümkün değildir.
Belli başlı örneklerine istinaden çağdaş tefsîr tarihi kitaplarının münderecâtının sorgusuyla meşgul olacağımız bu makalede, müddeamızı isbat sadedinde birtakım tahlillere girişmeden önce, pekâlâ İslâm düşünce tarihinin geneli için de geçerli olabilecek bazı husûslara işaret edecek ve böylelikle kayıp halka (el-halkatu'l-mefkûde) şeklinde adlandırılabilecek bir döneme ilişkin historiografik körlüğün nasıl olup da Çağdaş İslâm Düşüncesi'nin karakteristiklerinden biri haline geldiği üzerinde duracağız.

a) Devamlılık

Kur’an'ı anlama/yorumlama çabalarının bidayetinden bu yana hiçbir sûrette kesintiye uğramadığına işaret etmek, hiç kuşkusuz tefsîr tarihimizi kronolojik bir bütünlük içerisinde ele almak ve yaklaşık 15 asırlık tefsîr kitabiyâtını birbirine sıkı sıkıya bağlı halkalardan müteşekkil yekpâre bir zincir biçiminde telâkki etmek demektir. Her tasnif en nihayet itibarât-ı akliyedendir. Binaenaleyh ne şekilde tasnif edilirse edilsin, ortaya konan bütün tarihî şemalardan kronolojik bir bütünlük (devamlılık) ihtiva etmelerini ve İslâm Medeniyeti'nin bütün safahâtına lâyık oldukları yeri vermelerini beklemek en tabii hakkımızdır. Oysa kayıp halka olarak nitelenen: Abbasî devletinin yıkılışı (1258) ile I. Dünya Harbi (1914) arasındaki uzunca dönem, çağdaş tarih tasavvurâtının ihmal ve hatta inkâr ettiği koca bir halkadır.[2] Üstelik sadece tefsîr tarihi açısından değil, —bütün şûbeleriyle— İslâm düşünce mirası açısından da bu halka kayıp olduğundan, mevcut şemalar içerisinde bilhassa Osmanlı dönemi müellefâtını görmek bir türlü mümkün olamamaktadır. (Kindî, Farabî, İbn Sinâ, Gazalî, İbn Rüşd gibi âlimlerimizin isimlerini ve eserlerini ezbere bilen İslâm Felsefesi talebelerinin, sözgelimi Kutbuddin er-Râzî et-Tahtanî veya Ali Kuşçu gibi devlerin isimlerinden bile haberdar olmamaları acaba bir tesadüf müdür?)






XIX. yüzyıldan itibaren dillere pelesenk olan ve önce Batılılarca (msl. Wilfrid Scawen Blunt) kullanılan “İslâm'ın geleceği” (future of Islam) terimi, çağdaş İslâm mütefekkirleri nezdinde de hüsn-i kabul görmekte gecikmemiş ve böylelikle bir yandan, yaşanmış mâzi (tabir-i diğerle ‘tarih’) menfî bir kategoriye yerleştirilirken, diğer yandan yaşanmamış âti (istikbal) idealize edilmiş, dolayısıyla hâl-i hazır olumsuzlukların vebalini mâzî'nin sırtına yüklemek kolaylaşmıştır. 





Doğrudan Asr-ı Saadet'e (veya Kitab ve Sünnet'e) dönmekle sorunlarını halledeceğine inanan modern İslâmî bilinç, kendisiyle Asr-ı Saadet (veya Kitab ve Sünnet) arasındaki mesafeyi sıçrama yöntemiyle aşabileceğine inanırken, arada kalan zaman dilimininin ihmalini —ki bu zaman dilimi her defasında Gazâlî (öl. h. 505) sonrasına tekabül eden 6-7 asırlık döneme denk getirilmektedir— ideolojik gereklilik şeklinde takdim etmekten de kaçınmamıştır. İşbu gereklilik, çağdaş tefsîr tarihi yazımına da yansımış ve İslâm tefsîr kitabiyâtı tanıtılırken, ister istemez Osmanlı dönemi müellefâtı, historiografik körlük ile malûl tarih yazıcılığı tarafından ıskalanıvermiştir.[3]

b) Zenginlik

Kur’an'ı anlama/yorumlama çabalarının neticesinde fevkalâde zengin bir kitabiyâtın teşekkül ettiği söylendikde, bu kitabiyâtın sadece kemmiyet (miktar) itibariyle zengin olduğuna işaret edilmiş olmaz, bilâkis bu zenginliğin yine İslâm tefsîr mirasının bütün devirlerine teşmil edilebilecek bir husûsiyet taşıdığı da dile getirilmiş olur. Oysa çağdaş tefsîr tarihi yazımında Osmanlı döneminde yapılan tefsîr çalışmalarına teberrüken bile olsa yer verilmemekte, böylelikle tefsîr mirasımız zengin bir halkadan mahrum bir sûrette genç nesillere aktarılmaktadır. Çünkü son iki asırdır (matbaanın İslâm dünyasına girişinden sonra) yayımlanan eserlerin yanısıra, Gazâlî öncesi İslâmî kitabiyâtın önemli addedilebilecek bir kısmı matbû olarak elde bulunduğundan, araştırmacılar ve bâhûsus tarih yazıcıları bu matbû literatürden istifade etmekte pek güçlük çekmedikleri halde, İslâm düşünce mirasının kısm-ı a‘zâmı hâlâ yazma vasfını taşımakta ve bu sebepten ötürü araştırmacılarımızın meçhûlü kalan bu metrukât kendilerine el uzatacak himmet sahiplerini bekleyip durmaktadır. Halbuki bu muazzam yazma hazinesi nazar-ı itibara alınmaksızın İslâm düşünce mirasının tam ve yetkin bir envanterinin çıkarılamayacağında kuşku yoktur. Binaenaleyh böylesine yetkin bir envanter elde olmadıkça, İslâm düşüncesinin hemen hiçbir alanında kat‘î ve muknî çerçevelerden de söz edilemez.
Bu tesbite binaen, çağdaş tefsîr tarihi yazıcılarının en önemli zaafının, büyük ölçüde matbû literatürü nazar-ı itibara alıp yazma eserlerden istifade etmek konusundaki isteksizlikleri olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla, Osmanlı döneminde ciddiye alınabilecek tefsîr çalışmaları yok ki, türünden haksız yargılarla karşılaşıldığında, bu yargıları, matbû eserler arasında Osmanlı dönemi tefsîr çalışmalarına rastlayamadım, anlamına gelen bir itiraf (başka deyişle: bir aczin ifadesi) olarak kabul etmek daha ma‘kûl bir tutum olacaktır. Çünkü Osmanlı dönemi müellefâtının çağdaş tefsîr tarihi tasavvurunun teşekkülüne katkı sağlayamamış olmasının en önemli nedenlerinden biri, bu dönemde tefsîr eserleri yazılmamış olması değil, bu müellefâtın tamamına yakınının hâlâ yazma eserler kategorisinden çıka(rıla)mamış olmasıdır.

Osmanlı imparatorluğu hudutları dahilinde, asırlar boyunca büyük ilmî ve edebî faaliyetler kaydedilmiştir. Bu arada tefsîr ile meşgul olan bilginlerin büyük sayıda mevcut oldukları müşahede edilmektedir. Ancak Kur’an-ı Kerîm'in tam tefsîrini yazanlar azdır. (...) Muhtelif sûrelerin tefsîrleri büyük sayıdadır. Bilhassa Fatiha Sûresi'nin tefsîrleri boldur. (...) Bundan başka muhtelif ayetlerin tefsîrleri o kadar çoktur ki hepsini burada zikretmekten sarf-ı nazar ediyoruz. Hulâsa, Kur’an-ı Kerîm'in tam tefsîrleri büyük sayıda olmamakla beraber ilmin bu sahasını, Osmanlı âlimlerinin ihmal etmedikleri muhakkaktır.[4]

c) Canlılık

Kur’an'ı anlama/yorumlama çabalarının canlı bir gelenek içerisinde sürdüğü ve İslâm Medeniyeti'ni inşâ eden bilincin kendisinden beslendiği başlıca kaynak olan Kur’an'ın yaşanılan bu 15 asırlık sürecin odağında yer aldığı, her akl-ı selîm sahibinin kabul edebileceği bir hakikat iken, "İslâm tarihinin altın çağı kabul edilen ilk dört-beş asırlık dönemden sonra bu canlılığın yok olduğu, tefsîr faaliyetlerini harekete geçiren ruh'un öldüğü, bu durumun neticesinde de ortaya orijinal çalışmaların çıkmayıp tefsîr kitabiyâtının şerhlere, hâşiyelere (tekrarlara) boğulduğu" vehmi, çağdaş İslâmî bilincin tartışmasız muârefelerinden biri haline gelmiş ve tabiatıyla bu ölü dönem (!) tefsîr tarihi tasavvuru içerisinde ya yer almamış ya da ancak menfî telmihlerin konusu olmak kaydıyla kendisine lütfen işaret edilmiştir. Tam da bu noktada, İslâmî uyanış veya İslâmî diriliş kavramlarının ortaya çıkışıyla İslâm dünyasının siyasî hâkimiyetini kaybediş süreci arasındaki eşzamanlılık mânidar değil midir?
Müslümanların dünyaya hükmettiği dönemlerin ataletle, tenbellikle, miskinlikle nitelenmesine mukabil, Batı sömürgeciliğinin İslâm dünyasını tahakkümü altına almaya başladığı yılların uyanış ve diriliş devri için milâd tayin edilmesi karşısında, sadece tarihî değil, aynı zamanda nazarî bir hatanın da işlendiğini düşünmemiz gerekmez mi?
Hiç kuşkusuz gerekir, zira Osmanlı devletinin yıkılışı sürecinde vücûd bulan çağdaş tefsîr tarihi tasavvuru, tarihsel bir sıçrama yapmak sûretiyle İslâm tarihinin ilk asırlarına dönmeye çalışmış ve bu konuda takındığı ideolojik tutum nedeniyle kendi tarihinin en münbit dönemlerinden birini, dolayısıyla Osmanlı dönemi müellefâtını görmezlikten gelmiştir. Tarihinin yarısına yakın bir kısmını atlayan bir bilinç yapısının canlı ve süreğen bir tefsîr geleneğinden söz edebilmesi ve eklemlenmeye çalışmak yerine bu kayıp halka'yı sükûtla geçiştirmesi, onu, tefsîr geleneğini bir bütün halinde yorumlamak iktidarından mahrûm etmekle kalmamış, daha da önemlisi, düşünce geleneklerinin yeniden üretilebilmesinin o geleneklerin bütün dönemleri itibariyle uzvî bir canlılık taşıması koşuluyla mümkün olabileceği gerçeğini de kendisine unutturmuştur.

Çağdaş müslüman aydınların, geniş mânâsıyla tarih noktasında yaptıkları en önemli usûl hatası, askerî başarısızlıkları aynı zamanda İslâm'ın kültürel, sosyal ve kurumsal başarısızlıkları olarak da görmek konusunda, sonradan da tashih edemedikleri çok aceleci bir tutum takınmaları ve kurtuluş ideolojisi'ni azmanlaştıracak bir bitiş ve tükeniş hissiyâtına kapılmalarıdır.[5]

d) Derinlik

İslâm tarihinin altın çağı olarak kabul edilen Gazâlî öncesi dönemde yaygın olarak fikrî ataletin (uyuşukluğun) bulunmadığına, ictihad kapısının açık olduğuna ve taklid'in itibar görmediğine inanılırken, garip bir biçimde, Osmanlı hâkimiyetine tesadüf eden Gazâlî sonrasında İslâm dünyasının taklid batağına saplandığı, mezheblerin katılaştığı, mutlak müctehidlerin tarihe karıştığı, felsefenin ve hür düşüncenin kendisine yaşama alanı bulamadığı, mutaassıb fakihler ve kelâmcılar elinde İslâm dünyasının sadece canlılığını değil, aynı zamanda derinliğini de yitirdiği şeklinde negatif bir söylem oluşmuş[6] ve ne yazık ki çağdaş tefsîr tarihi kitapları da bu negatif söylemin etkisi altında kaleme alınmıştır.

Kurmaca Tarih'in Dilinden

Devamlılık vasfından mahrûm olduğu kadar, kemmiyet itibariyle kısır, keyfiyet itibariyle ise ölü addedilen bir tefsîr geleneğinin muhteva itibariyle derinliğinden söz edilebilir mi?


Bu suâlin cevabı sadedinde merhûm Fazlurrahman'a kulak verecek olursak, kendisinden ilmî/tarihî tesbit ve tasvîrler yerine, ne yazık ki ideolojik önyargıların beslediği mesnedsiz tahminler dinlemek zorunda kalacağız:




Ortaçağ tefsîrlerinin büyük bir kısmı sadece gramer tahlilinden ibarettir. Beyzavî'nin (ö. 1286) medreselerde devamlı okutulan meşhur tefsîri bile bu türden bir tefsîrdir. İşte böylece insanı sarsan ve inkilabçı bir özelliği olan Kur’an gibi dinî bir kitap, gramer ve hitabet süprüntüleri altında gömülü kalmaya mahkûm edilmiştir. Çok gariptir ki Kur’an, bizzat kendi başına hiçbir zaman medreselerde tedrisat konusu olmamıştır. Herhalde Kur’an'ın bu şekilde incelenmesinin, sadece öğrenimle ve kelâmla ilgili durumu değil, mevcut toplumsal düzeni dahî değiştirmesinden korkulmuştu.[7]

Kur’an'ı anlama ve yorumlama çabalarının açtığı evlekte zirveye çıkan İslâm dilbilim ve mantık mirasının gramer ve hitabet süprüntüleri şeklinde nitelenmesi ve Kur’an'ın bizzat kendi başına medreselerde tedrisât konusu olmamasına (ne demekse?), mevcut toplumsal düzenin değişmesi korkusu'nun gerekçe olarak gösterilmesi, bilimsel bir yargı olarak kabul edilemez. Çünkü dirayet tefsîrlerinin —haklı olarak— üzerinde hareket ettiği asıl zemin dil'dir, dilbilim'dir; rivayet değil! Osmanlı tefsîr yazımının rivayet'ten ziyade dil'e yaslanmış olmasının (çağdaşlarımızın hoşlanacağı bir biçimde ifade edersek, akl'ı/muhakeme'yi kuru nakilciliğin üzerine çıkarmasının) ayıplanacak bir tarafı olmamak iktiza eder. Çünkü Osmanlı nazariyâtının müteahhir Kelâm ve bâhusûs Hanefî-Şafiî usûlü tarafından belirlendiği ma‘lûmdur. “Akıl evvel, nakil müevvel” ilkesiyle hareket eden ve nakli akla tâbi kılan bir geleneğin mümessillerinin, dil'i (Arap dili'ni) merkeze almalarından ve İbn Kesir'i veya İbn Atiyye'yi değil de Kadı Beydavî'yi izlemelerinden daha tabii bir durum düşünülebilir mi? Nitekim kendilerini Tefsîr İlmi'nde Zemahşerî, Râzî ve Kadı Beydavî silsilesinin bir devamı addettiklerinden bu mirası zenginleştirip derinleştirmek konusunda çaba sarfeden Osmanlı müfessirlerinin, Kur’an'ı gramer ve hitabet süprüntüleri altında gömülü kalmaya mahkûm ettiklerinin söylenmesi, işte bu sebeplerden ötürü mesnedsiz (gayr-ı ilmî) bir iddiadır ve hiç şüphesiz bu iddia şayet bir kasd-ı mahsûsun değilse, bir cehlin mahsûlüdür.

Ebussuud tefsîrinde dikkatimizi çeken en mühim şey, müellifin bir ayetin tamamı ve kısmının, kendisinden evvelki ayet ve ayetler topluluğu ile (irab yönünden) alâkasını belirtmesidir. Bazen bu, bir ayetin kendi bünyesinde de olabilir. Bu gibi hallerde müfessir, ya bir vecih veya müteaddit vecihler zikretmiştir. Müellifin bu konuda da ez-Zemahşerî ve el-Beydavî'nin tefsîrlerinden istifade ettiği şüphesizdir. Fakat burada bir husûsa işaret etmek gerekir ki o da Ebussuud'un ez-Zemahşerî'yi bu tarafıyla geçtiği ve hele el-Beydavî'yi çok gerilerde bıraktığıdır.[8]

Hal böyle olmakla beraber, kazıyye-i muhkeme hâlini almış mezkûr söylem, doğrudan bu sahanın mütehassısı olmayan ve ikincil kaynaklardan hareket eden akademisyenler tarafından değil, ne yazık ki bu sahayı şöyle böyle tanımış bazı araştırmacılar tarafından da tekrarlanmaktadır:

Şimdiye kadar bu hususta yapılanlar, münferid birkaç çalışmadan öte geçmemiş, kaldı ki müfessirlerimiz de Kur’an'a yaklaşımda bir yenilik izleme gayreti içinde olmamıştır. Nitekim yaptığımız sınırlı çalışmayla vardığımız neticeye göre, Osmanlı müfessirleri daha önce yazılmış tefsîrlerin metod ve muhtevalarına bağlı kalmış, farklı bir yenilik ortaya koyamamışlardır. Zaten büyük çoğunluğunu hâşiye türü çalışmalar oluşturmuş, müstakil çalışmalar ise, eski tefsîrlerin âdeta tekrarı mesabesinde kalmıştır.[9]

Araştırmacı, Osmanlı döneminin ilk üç asırda teşekkül eden tefsîr literatürünün bibliyografik tanıtımını konu edindiği doktora tezinde, ele aldığı eserlerin muhtevası hakkında bilinen kanaatleri yinelemekte ve Osmanlı müfessirlerinin bir yenilik izleme gayreti içinde olmadıklarını, tevarüs ettikleri usûle bağlı kaldıklarını, mevcut eserlerin çoğunluğunu hâşiye türü çalışmalar oluştururken diğerlerinin de eski tefsîrlerin tekrarından ibaret kaldığını dile getirmektedir. Kısaca ifade edilmek istenirse, tez sahibine göre, (listesini çıkarmakla meşgul olduğu) Osmanlı tefsîr literatürünün muhteva bakımından zikre değer bir husûsiyeti bulunmamaktadır.
Bu durumda, Osmanlı tefsîr eserlerinin bibliyografyası üzerine yüksek lisans tezi hazırlayan genç bir araştırmacının da benzeri yorumlara iltifat ettiğini görmek şaşırtıcı olmasa gerek:

Osmanlılar yeni bir anlayış ve arayış içerisine girmemişler, geçmişin mirasıyla yetinmişlerdir. İbn Kemâl ve Ebussûd gibi âlimler dirayetli eserler vücûda getirmişlerse de muhteva bakımından geçmişte tartışılan konuları ihtiva etmekte ve konuları daha sağlam temellere dayandırmaktadırlar. Her ne kadar bazı ferdî meselelerde anlayış farkı ortaya koymuşlarsa da tefsîr ilminin akışını kökünden değiştirecek bir hareket meydana getirmemişlerdir. Osmanlı tefsîr tarihine bütün haline baktığımızda yazılan tefsîrlerin şu ekolleri temsil ettikleri görülmektedir: Birincisi tasavvufî tefsîr ekolüdür. (....) Osmanlı tefsîr hareketinde etkili olan ikinci ekol hâşiyeciliktir. (...) Üçüncü ekol, hemen her türlü konuya yer veren dirayet tefsîrleridir.[10]

Yenilik peşinde koşmak, yeni bir anlayış ve arayış içerisine girmek, tekrardan kaçınmak, geçmişin mirasıyla yetinmemek.... 
Bu parlak kavramlara, modernleşme süreci içerisinde yoğrulan çağdaş İslâmî söylem'in makbul addedip itibar gösterdiği, hatta kendisinde bir keramet bulduğu bir vâkıa olmakla birlikte, tam da bu noktada sormak gerekmez mi:
Acaba hakkında değerlendirme yapılan eserlerin kaleme alındığı asırlarda —bugün anlaşıldığı şekliyle— “yenilik peşinde koşmak” veya “tekrardan kaçınmak” aynı derecede kabule şâyân bir keyfiyet arzediyor muydu?
Başka bir deyişle, modern bilincin yenilik, değişim, gelişim, ilerleme, vb. kavramlara yüklediği özel anlam, seleflerimizin din ve dünya tasavvuru içerisinde de aynı anlama sahip miydi?
Bu suâllere doyurucu cevaplar vermediği sürece, modern bilincin temellendirilmesi güç genellemeler yapmaktan kaçınması mümkün değildir. Bu bakımdan Fazlurrahman'ın yenilik mitosunun gölgesinde, “özgün fikir üretme çabalarının yavaşlaması”na dâir öne sürdüğü şu yargı, gücünü, ciddi bir tahlil ve ta‘lilden değil, bilakis modernizmin kendi meşrûiyetini sağlayabilmek maksadıyla tarih'i karikatürleştirme istencinden almakta ve böylelikle bir medeniyetin istikrara kavuşma döneminin pek tabii addedilebilecek husûsiyetleri, başka bir dönemin ihtiyaçları zaviyesinden kolaylıkla olumsuzlanabilmektedir:

Sırf açıklama amacı ile şerh yazma alışkanlığı ve özgün fikir üretme çabalarının bir şekilde yavaşlaması ile İslâm dünyası, tam anlamıyla ansiklopedik bilgi sahibi olan, fakat bir meselede söyleyeceği yeni hiçbir şeyi olmayan bir âlim tipiyle karşı karşıya gelmiştir.[11]

Modern dünyanın zihnî kabullerini, sıhhati tartışmalı olduğu halde, merkeze alıp bugünün kavramlarını geçmişe ircâ etmeye kalkışmanın, sadece yöntemsel bir hatanın değil, aynı zamanda ideolojik bir taaassubun da neticesi olduğunu kabul etmek zorundayız; zira bu tutum, yukarıdaki alıntılardan da anlaşılacağı üzere, geçmişi doğru ve kendi bütünlüğü içerisinde anlamanın ve tabiatıyla, mevcut mirastan istifade etmenin önündeki en büyük engellerden biridir.

Şerh-Hâşiye Geleneği

Hâşiye türü çalışmalar şeklinde dudak bükülen yazım tekniğinin “orjinaliteden uzak ve tekrarlarla ma‘lûl” bir metin üretim biçimi olduğuna ilişkin yaygın ve yaygın olduğu kadar da yanlış kanının etkisiyle bir medeniyet'in bilgi edinme, bilgi aktarma ve bilgi'yi sürekli kılma yöntemlerinin küçünmesi de aynı şekilde ideolojik bir taassubun göstergesidir; üstelik doğru da değildir. Çünkü şerh-hâşiye geleneği, İslâm ilim mirasının işlenip geliştirilmesinde, bu mirasın tartışılıp zenginleştirilmesinde ve gelecek nesillere muhkem bir tarzda aktarılmasında çok büyük rol oynamış verimli bir yazım tekniğinin kullanılmasıyla oluşmuştur.
Hal böyleyken, niçin şerh-hâşiye geleneği, çağdaş İslâm düşünürleri tarafından —ezberci ve tekrarcı bir metin üretim biçimi olduğu gerekçesiyle— hafife alınmaktadır? Şerhler ve hâşiyeler, gerçekten de ezber ve tekrar'ı besleyen bir yazım tekniğinin ürünü müdürler?
“Ezber ve tekrar'ın pedagojik bir zaaf olup özgün düşüncelerin zuhûruna engel teşkil ettiği” şeklindeki modern söylemi referans göstermeksizin, her iki suâle de bi-hakkın cevap verilemeyeceği izahtan vâreste olmakla birlikte, açıkça ifade edilmelidir ki ne ezber ve tekrar —sanıldığı gibi— kötü ve zararlı bir eğitim tekniğidir, ne de şerhler ve hâşiyeler özgünlükten uzak, ezber ve tekrarı besleyen bir yazım şeklidir. Üstelik şerh-hâşiye-ta‘lik yazarları birer nâkil, râvi veya mukallidler zümresinin gözü kapalı fertleri de değillerdir. Her kitap tefsîr edilmediği gibi, her metne de şerh ve hâşiye yazılmaz; üstelik herkes de şerh ve hâşiye yazamaz. Şerh-hâşiye yazımı, bir ilim geleneği oluşturmanın aracı değil, oluşmuş bir ilim geleneğini sürdürüp zenginleştirmenin yollarından biridir.

Tam bu noktada Âkif'in tenkîd ve yakınmalarını hatırlayalım:




En büyük fâzılınız bunların âsârından
Belki on şerhe bakıp bir kuru mânâ çıkaran





Hayır, iş bu kadar sade ve basit değil. Şerh ve hâşiye bir metni —büyük ölçüde tedris amaçlı olarak— daha üst düzeye çıkarma veya zamana uyarlama doğrultusunda yapılmış çok ciddi bir telif ameliyesidir. Uzun yıllardır İslâm dünyasının bütün merkezlerinde yankılanan “şerh ve hâşiye” tenkîdleri, geleneksel kültürden ve hiyerarşik yapıdan kurtulmanın veya daha yumuşak bir tabirle onları “tek hâkim” konumundan çıkarmanın yolunu açmak üzere (ve tabii kalkınmak, ilerlemek, kurtulmak için) gündeme gelmişti. Mezhep imamlarına, şeyhlere, yatırlara bağlılıkla şerhlere bağlılık arasında bir mahiyet farkı sözkonusu değildi.
Hüseyin Vassaf [Sefine-i Evliya-yı Ebrar Şerh-i Esmar-ı Esrar] örneğinde görüldüğü gibi —ki binlerce benzeri var— şerh ve hâşiye geleneğinin ilmî yetersizlikle, şahsî zaaflarla, medeniyetin tıkanmasıyla alâkası yoktur; aksine bilgi, kültür ve irfan dediğimiz şeylerin —hadi buna medeniyet'i de katalım— ancak bir miras ve zemin üzerinde inşa edilebileceğini, ancak bu yolla anlam kazanabileceğini ve nihayet başarısızlıkların, sıkıntıların ancak bu ‘kanal’ işler tutularak üstesinden gelinebileceğini derinden hisseden ve bunun icablarını yapan bir zihniyetin kökleriyle ilgisi vardır.[12]

İcad, inşâ ve ibdâ kadar istikrar ve süreklilik de önemlidir. Bir medeniyetin kuruluş aşamasında inşâ edici âlimler ortaya çıktığı gibi, istikrar dönemlerinde de mevcut çerçeveyi muhafaza edip geliştiren âlimlere ihtiyaç duyulur. Bir Ebu Hanife'miz, bir Şafiî'miz yok! Niçin şimdi İbn Sinâ'lar, Gazâlî'ler, İbn Rüşd'ler ortaya çıkmıyor, gibi âmiyâne sızlanmaların kafiye itibariyle kulağa hoş geliyorsa da ciddiye alınabilecek bir tarafı yoktur; zira Batı düşüncesinde de bugün artık Descartes'ler, Kant'lar, Spinoza'lar çıkmıyor. Batı düşüncesinin inşâsı bitmiş, gelişmesi durmuştur. Şimdi bu düşünce geleneğinin muhafazası ve sürekliliği sözkonusudur. Farklılık ve yenilik ise, ancak yapısal süreklilik içerisinde gerçekleşebilir. Binaenaleyh Kant'lar değil Kantçılar; Descartes'lar değil Kartezyen düşünce vardır. Osmanlı dönemi müellefâtı da İslâm düşüncesinin istikrara ihtiyaç duyduğu, sürekliliğin sağlanmaya çalışıldığı asırlarda vücûd bulmuş olup üzerine düşeni bi-hakkın yerine getirmiştir. Bu tür dönemlerde —inşâ aşamasında olduğu şekliyle— farklılıklara ve yeniliklere ihtiyaç duyulmaması, farklılık ve yenilik arayışlarının ayrıntılara yönelmesi gayet tabiidir. Nitekim eleştiri ve orijinalite, ilimlerin sûretinde değil, unsurlarında tezahür ederken, şerh-hâşiye geleneği de bu unsurların kılcal damarlarında dolaşan nice yenilik arayışına yataklık etmiştir. Eldeki metinler dikkatlice okunur ve biraz gayret edilip önyargıların da esiri olunmazsa, İslâmî eleştirinin, asırlar boyunca bu yazım tekniği aracılığıyla kendisini dile getirdiği; bu literatürün, sînesinde ciddi tezler sakladığı ve çok canlı bir ilim ve fikir hayatının yaşanmasına zemin teşkil ettiği kolaylıkla farkedilir.
Bu bağlamda Fazlurrahman'ın şu tesbitlerini, modernizmin besleyip büyüttüğü indirgemeci (tekçi) tarih tasavvurunun bir örneği olarak okuyabiliriz:



Ortaçağ İslâm eğitim sisteminde öğrenim düzeyini olumsuz yönde etkileyen önemli bir gelişme de yüksek öğrenimde ders kitabı olarak kullanılan özgün kelâm, fıkıh, felsefe, vs. kitaplarının, şerhleri ve şerhlerinin şerhleri ile değiştirilmesidir. Şerhler üzerinde çalışma, kılı kırk yaran ayrıntılarla uğraştırıp ilmin asıl meselelerine çözüm getirici çabaların önlenmesine sebep olmuştur.


“Kılı kırk yaran ayrıntılar” veya “ilmin asıl meseleleri” şeklindeki tanımların bizâtihi sorunlu olduğunda kuşku yoktur, zira ayrıntı sözcüğü izafî bir değer taşıdığına göre, neyin ne zaman ayrıntı olarak nitelenebileceği herşeyden önce zamana, zemine ve ihtiyaçlara bağlıdır. “Kılı kırk yaran ayrıntılar”ın, derinlik kavramını çağrıştırmak yerine tahfife neden olması da ne yazık ki aynı ideolojik koşullanmışlığın bir göstergesidir.

Bu durum, bir taraftan konuyu derinlemesine hakkıyla anlamadan papağan gibi ezberleme gibi kötü bir alışkanlık getirirken, diğer taraftan şerhlerin ve şerhlerin şerhlerinin, reddiye ve karşı reddiyelerinin hızla artmasına sebep olmuştur.[13]

Şerhler ve hâşiyelerin artması ve karşılıklı reddiyelerin yazılması, canlı bir fikir hayatının varlığına delâlet ediyor değil midir?
Ezberciliğin ve taklidin olduğu yerde eleştiri olur mu, olabilir mi?
Devasa bir ilim mirasını meydana getiren Ortaçağ (!) ulemasını “papağan gibi ezberleme alışkanlığına” düçar olmuş fertlerden ibaret göstermek, tarihi çarpıtmak ve onu belli bir zaviyeden tasarlamak alışkanlığının bir neticesi değilse nedir?
Pozitivist aklın “ilkel insan (primitive) tiplemeleri”, Aydınlanmacı retoriğin “naif Ortaçağ eleştirisi”, Avrupa-merkezli modern bilincin “Doğu imajı” ya da “Yunan mu‘cizesi”, Oryantalizm'in “kaba İslâm tasavvuru” benzeri kurmaca söylemlere itibar etmenin bedelini pahalıya ödemiş bir dünyanın çocukları, nasıl olur da kendi tarihleri hakkında böylesine pejoratif tasvîrlere inanmak hatası işleyebilirler?

Ortaçağ müslüman âlimi ne kadar bilgi dalları varsa hepsi üzerinde çalışmaktaydı. Fakat bunu yaparken esas olarak şerhleri kullanıyordu. Aslında kendisi de bir şârih ve derlemeciydi. Ortaçağ Avrupası'nda da bunlara benzer düşünürler vardı. Bu türden ilim anlayışı, önemli, fakat gizli kalmış bir faraziye taşımaktadır. Buna göre ilim tahsili, bugün olduğu gibi, bilinmeyenin peşinden koşma veya aklın üretken bir şekilde bilinmeyene yaklaşma çabasından ziyade, artık kâinatın sırlarını çözmüş olduğuna inandıkları bilgiyi, aklın pasif denebilecek bir şekilde elde etmesidir. Bu tutum tabiatıyla özgün araştırma ve düşünceyle sonuçlanamaz. Çünkü bu tutum, hakikat hakkında bilmemiz gereken herşeyin zaten bilindiğini zannetmektedir. Bu durumda bize düşen ancak şurada burada kalmış eksiklikleri tamamlama amacıyla, muğlak kalan yerleri açıklamak için şerh yazmak ve bir de köşede bucakta kalmış ufak tefek hataları düzeltmektir.[14]

Fazlurrahman'ın bu tasvirlerini örneklendirme sadedinde söyledikleri sümme't-tedarik bir vasıf taşımakta olup indirgemeci tarih yazımının sıkça başvurduğu matlûb'a uygun mukaddemât imâl etmek yöntemini kullanmanın bir sonucudur:

Bu sonuçsuz gayretler ve çok değerli fikrî enerjilerin boşa harcanması, Moğol idarecisi Ekber Şah'ın büyük saray âlimlerinden olan onaltıncı yüzyıl edebiyatçısı Feyzî gibilerin yazdığı tefsîrlerle sonuçlanmıştır. Feyzî, tefsîrinde sadece noktasız harflerden oluşan kelimeleri kullanmak sûretiyle Arap alfabesindeki harf sayısını yirmisekizden onüçe düşürmüş ve sadece bu onüç [noktasız] harfi kullanarak tefsîrini yazmıştı. Yine bazı Türk âlimler, yazdıkları eserlerinde her sayfada beş ayrı ilme dâir bilgi vermeyi başarmışlardır. Bu âlimler sayfayı meselâ, yukarıdan aşağı okurken bir ilimden, soldan sağa okurken diğer bir ilimden, sağdan sola okurken ve nihayet köşelerden köşelere okurken başka ilimlerden bahsetmişlerdir. Bazen de birer kelime atlanarak okunduğunda, yine ayrı bir konunun işlendiği görülmektedir. Böylece gramer, kelam, fıkıh, mantık ve felsefe gibi ayrı ayrı beş ilim dalından bir kitapta bahsetmeyi başarmışlardır. Hatta bazen bunu, kitabı üç ayrı dilde (Arapça, Türkçe ve Farsça) yazarak dahî yapmışlardır.[15]

Bilhassa XIX. yüzyılın sonlarından itibaren başlayan ve bizce en veciz ifadesini Ziyâ Paşa'nın mısrâlarında bulan “Frengistan'da kâşâneler, diyar-ı İslâm'da ise virâneler görme psikozu”, ne yazık ki çağdaş âlimlerimizin bir türlü kurtulamadıkları bir hâlet-i rûhiyedir. Aksi takdirde, altı-yedi asıra bâliğ olan bir dönemin müellefâtı böylesine karikatürize edilemez, cımbızla seçilmiş birtakım olumsuzlayıcı misâllerden hareketle koca bir medeniyetin mahsûlâtı —üstelik kendi mirasçıları tarafından— bu denli küçültülemezdi. Oysa, kendisi bir oryantalist olmasına rağmen, W. Montgomery Watt bile bu konuda daha temkinli ve daha insaflı bir yol izlemektedir:

Şerh yazanlar, bir metni konferanslar için temel kullanmanın normal bir hareket olduğu düşüncesinden cesaret almışlardı. Fakat böyle bir hareket orijinaliteyi bozmaz. Filozof Immanuel Kant da o devirde Almanya'da âdet olduğu vechile konferanslarında bu yolu takib etmişti. Fakat bu, onun yüksek bir orijinal eser vermesine mâni olmadı.[16]

Osmanlı ulemâsının mirâs bıraktığı eserlerin —ideolojik önyargılarla hareket edilmeksizin— tedkik ve mütalaa edilmesi hâlinde niçin bu tür insaflı değerlendirmeler yapılmasın?

a) En geniş şekilde el-Beydâvî ve ez-Zemahşerî'nin eserlerinden istifade ettiğini söylediğimiz Ebussuud Efendi, yeri geldikçe, isim tasrih etmeden bu iki müellifi tenkîd etmiş ve onların ileri sürdüğü tezleri çürütmüştür. Müfessirin bu iki müellifi tenkid etmesi ve sayıları yüzleri aşan tercihleri ve kendi görüşleri, eserin en büyük husûsiyetini teşkil etmektedir.[17]
b) Müfessirimiz [İbn Kemal] seleflerinden pek çoğunun yaptığı gibi, kendisinden önceki müfessirlerin görüş ve tevcihlerini aynı veya benzer lâfızlarla tekrar cihetine gitmemiştir.
O, eskilerin kavillerini sentez potasında birleştirerek yeni ifade kalıplarına dökmüştür. Bu bakımdan terâcim yazarlarından bir kısmı [msl. Leknevî], onu, çağdaşı Suyûtî ile mukayese ederken nüfûz-i nazar, muhakeme ve intac bakımından Suyûtî'den çok üstün görmüşlerdir. Celâleddin Suyûtî'nin rivayet ilimlerine olan vukûfu ve bu konudaki vâsî ma‘lûmâtı hiçbir zaman inkâr edilemez. Kemal Paşazâde'yi hadîs ve benzeri ilimlerde İmam-ı Suyûtî ile mukayese etmek doğru olmaz. Fakat dirayet ve ilmî tenkîd konusunda müfessirimizin Suyûtî'ye tefevvuk edebileceği erbabınca ifade edilmiştir.[18]

Hâsılı, ideolojik koşullanmışlıklar bir yana bırakılacak olursa, modern İslâmî bilincin kabullenmekte tereddüt etmediği olumsuz tasavvurâtın sahiplerinden iddialarına muvazi ilmî ve tarihî mesnedler ortaya koymalarını veya hiç değilse temsil gücü yüksek misâllere dayalı temellendirmeler yapmalarını beklemek durumunda olduğumuzu söyleyebiliriz.

Teolojik İrtica

Çağdaş İslâm Düşüncesi gibi, çağdaş tefsîr tarihi tasavvurunun da Gazâlî sonrasını sükûtla geçiştiriyor olmasının nedenlerini iki temel başlık altında toplayabileceğimizi sanıyoruz:

a) Son birbuçuk asırda teşekkül eden pejoratif (negatif) tarih tasarımı.

b) Bu tarih tasarımının etkisiyle oluşan ilgi ve bilgi zaafı.

Tarihin tasfiyesi şüphesiz bir fantezi, yalnıza bir entelektüel çaba olarak ortaya çıkmış değildir. Bu yönelişin arkasında, İslâm dünyasının, askerî mağlûbiyetler başta olmak üzere son asırlarda karşı karşıya kaldığı bir sürü olumsuz ve karmaşık etkenin olması yanında, “ilim ve fen” tasavvurundaki değişikliklerin de etkili olduğu açıktır. Mağlubiyetlerin, kötü gidişin, siyasî, sosyal ve psikolojik dağılmanın faturasını —oryantalistlerin yaptıkları gibi— İslâm'ın bizzât kendisine çıkarmak itikaden ve siyaseten mümkün olmadığı için —çünkü bu doğrudan doğruya kendini inkâr etmek ve yok saymak olurdu—, fikirler ve çabalar, İslâm'ın müslümanlar tarafından yaşanmış şeklinin ve yaşama sürecinin, yani tarihin “yanlış” olduğu/olabileceği istikametine doğru kaydı. Tarihin “hurafeler ağzına kadar dolu” bir alan, dili anlaşılmaz, nisbeten karanlık bir geçmiş haline gelmesi, işte bu kaymadan sonradır. Tevfik Fikret'in kitab-ı köhne dediği tarih'i, hiç zorlanmadan medfen-i fikr (fikir mezarlığı) olarak adlandırabilmesi, döneminin temsil gücü yüksek bir tavrı olsa gerektir.[19]

Tarihimizi olumsuzlama alışkanlığının nedenleri üzerinde durmak bu tedkîkin sınırlarını aşan bir mahiyet arzetmekle birlikte, bu alışkanlığın, oryantalizm'in, tarih'i kendi amacına uygun olarak inşâ etmek konusundaki fevkalâde sabırlı ve bilinçli çabalarının neticesinde İslâm dünyasına sirayet ettiğine, böylelikle galiplerin, mağlupların tarih tasavvurunu belirlediklerine işaret edebiliriz. Nitekim Batı'nın İslâm dünyasını tanıma ve bilme arzusunun yönlendirip biçimlendirdiği oryantalist tedkîklerin, birtakım Batılı akademisyenlerin masûm bilimsel gayretlerinin tabii mahsûlleri olmaktan ziyade Batılı devletlerin İslâm dünyası üzerinde ve İslâm dünyasını temsil etmesi bakımından Osmanlı hakkında yürüttükleri siyasî mücadelenin bir parçası olduğu iddiası, sanırız, “dinî taassub sâikiyle söylenmiş bir kavl-i mücerred” şeklinde addedilemeyecek ölçüde kat‘iyet kazanmış bir vak‘adır.[20]
Şark Meselesi'nden bağımsız sûrette ele almak imkânı bulunmayan Şarkiyât çalışmaları, bu çalışmaların yöneldiği temel hedef olan İslâm dünyasını sadece anlamaya/öğrenmeye çalışmakla yetinmemiş, aynı zamanda anlamlandırmaya, tanımlamaya ve tabiatıyla yargılamaya da kalkışmıştır. Binaenaleyh Avrupa-merkezli bir dünya tasavvuruyla ma‘lûl oryantalizmin gerek İslâm dini ve bu dinin itikadât, ibadât ve muamelâtı hakkındaki mesnedsiz hükümleri, gerekse bir bütün olarak İslâm Medeniyeti ve mahsûlâtı hakkındaki subjektif tasvirleri, hiç şüphesiz sadece siyasî sâiklerle izah edilemeyecek denli almaşık bir sürecin sonucunda vücûd bulmuştur.
Hiç tereddüt etmeden söyleyebiliriz ki oryantalizm'in İslâm dünyasına ilişkin tasavvurâtı, galiplerin mağluplar hakkındaki tasavvurâtıdır ve bu hakikat nazar-ı itibara alınmadıkça, mağlupların kendileri hakkındaki tasavvurâtını açıklamak imkânı bulunamayacaktır.



On-oniki yaşlarına kadar bazen hayli uyanık olan müslüman çocuğu, din terbiyesi görmeye başladığı bu yaşlardan itibaren birdenbire mutaassıplaşır, mutlak hakikat sandığı şeye sahip olmanın verdiği budalaca gurura kapılır, kendini alçaltan şeyi bir imtiyaz sayarak mesut olur. Bu çılgın gurur, müslümanın en büyük kusurudur. İbadetinin [dininin] zahirî sadeliği, ona diğer dinlere karşı, yersiz bir horgörürlük ilham eder. Allah'ın, tahsili ve şahsî liyakati hesaba katmaksızın, ikbâl ve iktidarı dilediği kimseye verdiğine iman ettiği için, müslüman; öğrenime, bilim'e, Avrupa'nın fikir ve maneviyatını teşkil eden herşeye karşı en derin bir horgörürlükle doludur.



Henüz 25 yaşlarında bir gençken, “Beni Kilise yetiştirdi, oluşumumu ona borçluyum ve bunu aslâ unutmayacağım”[21] itirafında bulunan bir Fransız düşünürün, Ernest Renan'ın 29 Mart 1883'de Sorbonne'da verdiği L'Islamisme et la Science başlıklı konferans sırasında sarfettiği bu sözler, acaba bugünün müslüman çocuğunun hâlet-i rûhiyesine ne kadar tekabül etmektedir?
Böylesine çılgın bir gururdan veya hiç değilse gurur adı yakıştırılabilecek bir özgüven duygusundan artık İslâm dünyası adına söz etmemiz ne derece mümkündür?
Renan'ın bir asrı aşkın bir süre önce öne sürdüğü mesnedsiz iddiaların —defalarca tekzib edilmiş olmasına rağmen— bugün kendisine muhaliften ziyade taraftar üretecek bir niteliğe büründüğünü görmek, işte asıl şaşırtıcı olan taraf burasıdır:

Takriben 1200 yılından sonra bir tek meşhur Arap filozofu yoktur. Felsefe, İslâm muhitlerinde daima şiddetle kovalanmıştı, fakat bu şiddet onu ortadan kaldıracak dereceyi bulmamıştı. 1200 yılından itibaren teolojik irtica iyiden iyiye galebe çaldı. Müslüman memleketlerde felsefe ortadan kaldırıldı. Tarihçiler ve türlü konular üzerinde kalem yürütmüş olan yazarlar, felsefe'yi ancak bir hatıra, ‘fena bir hatıra’ gibi anarlar. Elyazısı felsefe kitapları yok edilir ve nadirleşir. Astronomi'ye, yalnız kıble yönünün tayini için müsaade edilir. Çok geçmeden, Türk ırkı, İslâmlık üzerindeki hegemonyayı eline alacak ve kendinin felsefe ve bilim eksikliğini her tarafa yayacaktır. O andan itibaren —İbn Haldun gibi bazı nadir istisnalar hariç— İslâm âleminde artık hiçbir büyük zekâ bulunmayacaktır; İslâm âlemi bilim'i ve felsefe'yi kendi bağrında öldürmüş bulunuyordu.[22]






Teolojik irtica...
Renan'ın dilinde 1200'den itibaren, yani Gazâlî sonrasında İslâm düşüncesi teolojik irtica'nın hâkimiyeti altına girmiş ve İbn Haldun müstesna asırlar boyunca âlem-i İslâm'da bir tek büyük zekânın çıkması mümkün olmamıştır.
Acaba neden?
Renan'ın cevabı çok açıktır: Osmanlılar yüzünden...
XIII-XIX. yüzyıllar arasına tekabül eden altı asırlık Osmanlı tecrübesini böylesine tahkîr ve tezyîf edici bir üslûbla mahkûm eden bu Katolik Fransız'ın suçlamalarına karşı koyabilecek müşterek bir özgüvenin zamanla zayıfladığı veya ortadan kaybolduğu iddialarına tamamen iltifat etmesek bile, bugün, kendi mirasımıza sahip çıkmak yerine onu küçümseyen, anlamaya çalışmayan, dahası bu konuda ciddi adımlar atmaktan kaçınan bir psikozun aramızda yaygınlaştığını kabul etmek mecburiyetiyle karşı karşıya değil miyiz?
Ne yazık ki bu haklı bir serzeniştir, zira günümüz İslâm dünyasında Renan'ın iddialarını sahiplenenler arasında sadece Batılılar değil, Osmanlıların mirasçıları da bulunmaktadır.



“Kayıp Halka” Historiografyası


Şurasını üzülerek söyleyelim: gerek Selçuklular, gerek Osmanlılar zamanında Türklerin tefsîr hareketlerinde, diğer müslüman beldelere kıyasla neler yaptığı, çeşitli Türk illerinde yazılan tefsîrlerin, tefsîr ilmine metod ve muhteva yönünden katkılarının ne olduğu bugüne kadar araştırılmış, derli-toplu bir halde örneklerle ilmin hizmetine sunulmuş değildir.[23]

1978 yılında, Fatih'in Hocası Molla Güranî'nin tefsîri hakkında hazırlanan bir doçentlik tezinin girişinde yer alan bu tesbitin üzerinden 20 yılı aşkın bir süre geçmiş olmasına rağmen, bugün için hâlâ Osmanlı tefsîr mirasının yetkin bir envanterinden söz etme imkânı bulamıyoruz. Her ne kadar bazı Osmanlı müfessirleri hakkında —ekseriyeti lisans-yüksek lisans seviyesinde olmak kaydıyla— akademik tezler hazırlanmış ve son zamanlarda birtakım bibliyografik tedkikler yayımlanmış ise de bu teşebbüsler hem çok yenidir, hem de yeterli addedilebilecek miktara henüz ulaşamamıştır.[24]
Buna mukabil İslâm Dünyası'nın birçok bölgesinde olduğu gibi Türkiye'de de genel Tefsîr Tarihi kitapları yayımlanmış ve yayımlanmaya da devam etmektedir. Nitekim Dârulfünûn Tefsîr müderrisi Cevdet Bey'in 1927'de, Diyanet İşleri Reislerinden Ömer Nasuhi Bilmen'in ilk cildi 1955'de, ikinci cildi ise 1960'da yayımlanan ve Usûl'ut-Tefsîr ve Tabakât'ul-Müfessirîn başlıklı iki ana bölümden oluşan eserleri, geleneksel tefsîr tarihi tasavvurunun son örneklerdir.[25]

1980'li yıllara kadar bu iki eserin dışında müstakil Tefsîr Tarihi çalışması yayımlanmamıştır. Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu'nun —bilhassa sayıları çoğalan İlahiyât Fakültelerinin ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla— hazırlamış olduğu Tefsîr Tarihi I-II (Ankara, 1988) ise, ciddi bir tedkik ve çabanın mahsûlü olmakla birlikte, diğer iki eserin aksine geleneksel tefsîr tarihi tasavvuru'ndan kopuşun en kayda değer temsilcilerinden biridir.[26] Çünkü kendisi bu eserinde, tefsîr literatürünü, başlangıcından günümüze kadar süren uzun bir zaman dilimi içerisinde tanıtmak iddiasıyla yola çıkmış ve fakat klasik bir tabakât'ul-müfessirîn kitabı yazmayıp daha farklı bir yol izlemeyi tercih etmiştir.





Tefsîr tarihindeki onbinlerce tefsîri birer birer ele almak kolay birşey değildir. Biz onlardan asırları temsil edebilecek bazı önemli tefsîrleri örnek olarak aldık. Âdeta tefsîr binasının ana çatısını teşkil etmeye çalıştık. Bu binanın tamamlanması zamana mutavakkıftır. Gelecek kabiliyetli nesiller, bu ana binanın eksikliklerini tamamlayacaklardır.[27]






Bu açıklamadan sonra, şimdi de Sayın Cerrahoğlu'nun asırları temsil edebilecek bazı önemli tefsîrleri örnek alarak inşâ etmeye çalıştığı tefsîr binasının ana çatısını görelim:



Giriş

I. BÖLÜM
A. Hz. Peygamber Zamanında Tefsîr
B. Sahabe Devrinde Tefsîr
C. Tabiiler Devrinde Tefsîr
D. Tabiiler Devrinden Sonraki Tefsîr Hareketleri

II. BÖLÜM
A. Lugatçılara Göre Tefsîr
B. Fırka Tefsîrleri
C. Tasavvufî Tefsîrler
D. Felsefî Tefsîrler
E. Fıkhî Tefsîrler
F. Rivayet ve Dirayet Yönünden Tefsîrler
H. Günümüzdeki Tefsîr Hareketleri

Sonuç

Binanın ana çatısı bu şekilde teşkil olunduktan sonra, içinde kullanılacak malzeme acaba ne kadar önemlidir?
Gelecek nesiller tarafından tamamlanacağı umulan eksiklikler, bu başlıkların altına daha çok sayıda tefsîr ve müfessir ismi ilave etmekten ibaret kalmayacak mıdır?
Sözgelimi Ferra, Ebu Ubeyde ve İbn Kuteybe'nin eserlerinin tanıtıldığı Lugatçılara Göre Tefsîr başlığının altına birkaç dilbilimcinin veya İhvan'us-Safâ, Fârâbî ve İbn Sîna'nın görüşlerinin kısa takdimiyle yetinilen Felsefî Tefsîrler bölümüne üç-beş felsefecinin isminin daha eklendiğini düşünelim, acaba ma‘lûmât artışı, sağlamlığı tartışmalı bu ana çatı tarafından belirlenen çağdaş müslümanın zihninde ne kadar tesirli olacaktır?
Kanaatimizce, böyle bir tefsîr binasının içerisine yerleştirilen daire sâkinlerinin nüfus sayısındaki müstakbel artışların, yapısal çarpıklığın telafisinde ciddi hiçbir tesiri olamaz; zira burada esas olan sûrettir, yapıdır, unsurlar değil! Binaenaleyh yapının kendisinde zaaf varsa, mimarisi sorunlu ise, kullanılacak malzemenin miktarıyla meşgûl olmanın bir kıymeti yoktur; üstelik estetik kaygılar bir yana, binanın statik hesapları hatalı olduktan sonra —malzemesi tamamen çelikten olsa bile— o binanın ayakta kalması beklenemez.
Sayın Cerrahoğlu'nun takdim ettiği yapıda, tefsîr tarihi'nin —I. Bölüm müstesna— kronolojik bütünlüğü ve sürekliliği kaybolmuş, ittifak ve irtibat noktaları ortadan kalkmış, birtakım sûnî taksimlerle İslâm tefsîr geleneğinin tedahül etmiş unsurları —hiç de gerek yokken— tamamen ayrıştırılmıştır. Sözgelimi İslâm dilbilim geleneğinin büyük ustası Zemahşerî, Osmanlı döneminin o katı Sünnî yapısı içerisinde bile kendisine baş köşede yer bulabilirken, yukarıdaki çizelgede Fırka Tefsîrleri bölümünün Mu‘tezile'ye ayrılmış hücresine sıkıştırılmış; dirayet ve rivayet tefsîrini mezcetmek yolunda büyük uğraş veren Şevkanî'nin ismine —el-Milel ve'n-Nihal kitaplarında karşılaşılması lâzım gelen— Zeydiye Fırkası başlığı altında yer verilmiştir. Kezâ XX. yüzyılda (1914'de) vefat etmiş Muhammed b. Yusuf Itfayyiş adlı zâtın Hariciliği keşfedilmemiş olsaydı, fırkalara bölünmüş bu çizelgede muhtemelen Havâric başlığını görmek imkânımız olmayacaktı.

Mutezile: Kadı Abdulcebbar, Zemahşerî
Şia: Ebu Cafer et-Tûsî, Ebu Ali el-Tabresî
Zeydiye: Şevkanî
Havarîc: Muhammed b. Yusuf Itfayyiş

Gelecek nesiller bu listede yer alan isimlerin sayısını artırdıklarında, sadece mezhepler tarihi alanında bir hizmet îfa etmiş olmakla kalmayacaklar, aynı zamanda tefsîr tarihi tasavvurumuzun yapısal olarak daha da parçalanmasına katkı sağlayacaklardır, zira bizzât çerçevenin kendisi hem kronolojik, hem de epistemolojik bütünlükten mahrûmdur.
Sayın Cerrahoğlu, ittifak noktalarından ziyade ihtilaf noktalarını esas alarak inşâ ettiği bu binanın bir kısmında şu malzemeden istifade etmektedir:

Lugavî Tefsîr: Ferra, Ebu Ubeyde, İbn Kuteybe
Tasavvufî (Sûfî)Tefsîr: et-Tüsterî, es-Sülemî
Felsefî Tefsîr: İhvan'us-Safa, Fârâbî, İbn Sina
Fıkhî Tefsîr: Mukatil b. Süleyman, İmam Şafii, Cessas, Ebubekir b. el-Arabî, Kurtubî
Rivayet Tefsîri: Taberî, İbn Ebî Hatim, İbn Hibban, Ebu Leys Semerkandî, Sealebî, Vahidî, Begavî, İbn Atiyye, İbn Kesir, Suyutî
Dirayet Tefsîri: Fahr'ur-Razî, Beyzavî, Nesefî, Ebu Suud

Bu yapısal çerçeveyle karşılaşan bir tefsîr talebesinin zihninde nasıl bir tasavvurun oluşabileceğini tahmin etmek zor olmamalı. Fakat yine de zorlananlar çıkacak olursa, onlara bu yapıyla Cevdet Bey'in veya Ömer Nasuhî Bilmen'in Tefsîr Tarihi kitaplarında yer alan yapıyı karşılaştırmalarını önerebiliriz; zira böyle bir teşebbüste bulunacakların ilk görecekleri manzara, yapısal bir birlik; yani tabakalar halinde (kronolojik olarak) birbirinin ardısıra yürüyen müfessirler kafilesidir.
Ömer Nasuhi Bilmen'in eseriyle Cevdet Bey'in eseri arasında esasa taalluk eden (yapısal) bir fark bulunmadığı halde, sayın Cerrahoğlu'nun eserinin ana çatısı, temsil ettiği tarih tasavvuru bakımından bu iki eserin tam karşısında bulunmaktadır.
Biz onlardan asırları temsil edebilecek bazı önemli tefsîrleri örnek olarak aldık. Âdeta tefsîr binasının ana çatısını teşkil etmeye çalıştık.
Sayın Cerrahoğlu'nun bu iddiasını tahkik etmek amacıyla, teşkil etmeye çalıştığı tefsîr binasının II. Bölümü'nde yer alan başlıca müfessirlerin vefat tarihleri nazar-ı itibara alınıp bu isimler 12 asırlık zaman dilimine tek tek yerleştirildiğinde karşılaşılacak manzara çok şaşırtıcı olacaktır:

VIII. asır: Mukatil b. Süleyman (767);
IX. asır: İmam Şafii (819), Ferra (822), Ebu Ubeyde (825), İbn Kuteybe (889), et-Tüsterî (896),
X. asır: Taberî (922), İbn Ebî Hatim (938), Fârâbî (950), İbn Hibban (965), Cessas (981), Ebu Leys Semerkandî (985);
XI. asır: es-Sülemî (1021), Kadı Abdulcebbar (1025), Sa‘lebî (1036), İbn Sina (1037), Ebu Cafer et-Tûsî (1068)
XII. asır: Ebu Ali el-Tabresî (1113), Begavî (1122), Zemahşerî (1144), İbn Atiyye (1147), Ebubekir b. el-Arabî (1148)
XIII. asır: Fahr'ur-Razî (1210), Kurtubî (1272)
XIV. asır: Nesefî (1310), Kadı Beyzavî (1316), İbn Kesir (1373)

XVI. asır: Suyutî (1505), Ebu Suud (1574)

XIX. asır: Şevkanî (1834)
XX. asır: Muhammed Abduh (1905), Muhammed b. Yusuf Itfayyiş (1914), Tantavî Cevherî (1940)...

İmdi, bu listeye itibar edip, “asırları temsil edebilecek bazı önemli tefsîrlerin örnek alındığı” iddiasını gözden geçirecek olursak, XV, XVI, XVII, XVIII. asırların müfessirlerinin nereye gittiklerini sormamız gerekmez mi?
Bâhusus Osmanlı uleması içerisinde Ebussuud'dan gayrı zikre şâyân bir müfessir bulunamaması tuhaf değil midir?
Hâzin (1340), Ebu Hayyan (1344) gibi ünlü müfessirleri bir yana bırakalım, fakat Şihabuddin Sivasî (1401), Molla Fenarî (1431), Molla Güranî (1487), Nimetullah Nahcevanî (1514), İbn Kemal (1533), Muhammed Hatib eş-Şirbinî (1570), İsmail Hakkı Bursevî (1725), Âlusî (1853) gibi müfessirlerin eserlerinin müstakil olarak tanıtılmasına mânî olabilecek ortada hangi ciddi sebep vardı?
Mısır'da, Pakistan'da veya İran'da kaleme alınan bir tefsîr tarihinin bu isimleri şu veya bu nedenle görmezlikten gelmesini anlayabiliriz, lâkin Türkiye'de yazılan bir tefsîr tarihi kitabının müellifi bu konuda daha ziyade hassas davranmalı değil miydi?

Hulâsa, Kur’an-ı Kerîm'in tam tefsîrleri büyük sayıda olmamakla beraber ilmin bu sahasını, Osmanlı âlimlerinin ihmal etmedikleri muhakkaktır.[28]

Talebelerini Osmanlı müfessirleri üzerinde çalışmaları için kişisel olarak yönlendirdiğini bildiğimiz sayın Cerrahoğlu'nun —hâl böyle olmasına rağmen— ortaya koyduğu çerçevenin, samimi niyetlerini aşacak, hatta geçersiz kılacak bir mahiyet kazanmış olmasını, metin inşâsının, yazarın kişisel niyetlerinden bağımsız anlamlar üretmesi olgusuyla açıklayabileceğimizi sanıyoruz. Çünkü buradaki temel sorun, ma‘lumât sorunu değil, tasavvur sorunudur. Binaenaleyh yazarın tarih'e ilişkin tasavvuru, onun sadece tarih'e ilişkin ma‘lûmâtının önüne geçmekle kalmamış, bu ma‘lûmâtının işlevselliğini de engellemiştir.
Eleştirilerimizi özetlemek istersek, mezkûr eserin iki temel yapısal zaafı olduğunu söyleyebiliriz:

1) Tefsîr tarihi literatürünün yapısal bütünlüğünü yansıtmamakta; ittifak ve irtibat noktalarından ziyade ihtilaf noktalarını öne çıkarmaktadır.
2) Tefsîr tarihi literatürünün kronolojik sürekliliğini ihmal etmekte; sadece tefsîr tarihinin değil, genel olarak İslâm düşünce mirasının kayıp halkası olan Osmanlı tefsîr müellefâtını ihmal etmektedir.

Acaba bu zaaflar, sayın Cerrahoğlu'nun eseriyle sınırlı ve münferid nedenlere bağlı olarak mı ortaya çıkmıştır?
Başka bir deyişle bu tasavvurun ilk adresi, sayın Cerrahoğlu'nun eseri midir?
Bu suâllere vereceğimiz cevap kesinlikle olumsuz olacaktır, zira daha önce de dile getirdiğimiz üzere kayıp halka historiografyası, tefsîr tarihi'ne mahsus bir söylemin adı olmayıp Çağdaş İslâm Düşüncesi'nin geneline teşmil edilebilecek bir keyfiyet arzetmektedir. Ayrıca geriye doğru iz sürüldüğünde, sayın Cerrahoğlu'nun sunduğu yapısal çerçevenin, bizzât kendileri tarafından üretilmiş olmadığı da kolaylıkla gösterilebilir kanaatindeyiz.

Zehebî'den Goldziher'e Çadaş Tefsîr Tarihi Tasavvuru'nun İnşâsı




Muhammed Hüseyin Zehebî'nin et-Tefsîr ve'l-Müfessirûn adıyla (Hilvan, 1961) kaleme almış olduğu iki ciltlik eserin, İslâm dünyasında çağdaş tefsîr tasavvurunun oluşmasına ve yerleşmesine katkısı inkâr edilemez. Çünkü bu eser, tefsîr tarihi'ne dâir kendisinden sonra yapılan çalışmalara ciddi ölçüde tesir etmiş; haleflerinin, sadece malzemesi itibariyle değil, yapısal çerçevesi bakımından da istifade ettikleri önemli bir kaynak-metin halini almıştır.




Bir mukayese imkânı vermek için, bu sefer, Zehebî'nin inşâ ettiği tefsîr binasının ana çatısını aktaracağız:


Mukaddime
I. Bölüm: İlk Merhale: Hz. Peygamber ve Ashabı Döneminde Tefsîr
II. Bölüm: İkinci Merhale: Tabiûn Asrında Tefsîr
III. Bölüm: Üçüncü Merhale: Tedvin Asırlarında Tefsîr

A. Tefsîr bi'l-Me’sûr (Rivayet Tefsîri)
Taberî, Semerkandî, Sa‘lebî, Begâvî, İbn Atiyye, İbn Kesir, Sealebî, Suyûtî

B. Tefsîr bi'r-Re’y (Dirayet tefsîri)

C. Tefsîr bi'r-Re’y'il-Câiz
Fahr'ur-Râzî, Kadı Bayzavî, Nesefî, Hâzin, Ebu Hayyan, Nisabûrî, Mahallî-Suyûtî (Celâleyn), Hatib Şirbinî, Ebussuud, Âlûsî

D. Tefsîr bi'r-Re’y'il-Mezmûm
ı) Mu‘tezile: Kadı Abdulcebbar, Şerif Murtaza, Zemahşerî
ıı) Şia (İsna Aşeriyye): Abdullatif el-Kazrânî, Hasan Askerî, Tabresî, Muhsin el-Kâşî, Seyyid Abdullah el-Alevî, Sultan Mahmud el-Horasanî
ııı) Babiyye-Bahaiyye: Ebu'l-Fedâil el-İranî
ıv) Zeydiyye: Şevkanî
v) Havâric: Muhammed b. Yusuf Itfayyiş

E. Sûfî (İşarî) Tefsîrler
Tüsterî, Sülemî, Ebu Muhammed Şirâzî, Necmüddin Dâye, İbn Arabî

F. Felsefî Tefsîrler
Fârâbî, İhvan'us-Safa, İbn Sina

G. Fıkhî Tefsîrler
Cessas (Hanefî), el-Herâsî (Şafiî), İbn'ul Arabî (Mâlikî), Kurtubî (Mâlikî), Mikdad Seyyûrî (Câferî), Yusuf Selâî (Zeydî)

H. İlmî Tefsîrler

Hâtime: Günümüzde Tefsîr'e Dâir Genel Bir Değerlendirme
Muhammed Abduh, Reşid Rıza, Mustafa el-Merağî

Bu liste dikkatlice incelendiği takdirde, sayın Cerrahoğlu'nun teşkil ettiği tefsîr binasının ana çatısının, hem yapısı, hem de malzemesi bakımından, Zehebî'nin teşkil ettiği ana çatıdan ciddi hiçbir farkının olmadığı açıkça görülecektir. Kısacası, kayıp halka bu eserde de gaybûbet hâlinde. Bu eser de —muâkkibi gibi— Osmanlı dönemi müellefâtı ihmal edilerek kaleme alınmış.

Çağdaş müfessirler meyanında her üçü de Mısır'lı olan Abduh'un, Reşid Rıza'nın ve Merağî'nin, kendileri gibi aynı topraklarda yetişmiş olan Mısırlı bir tefsîr tarihçisi tarafından öne çıkarılıp tanıtılması kadar tabii bir durum olamaz. Fakat bu arada, sayın Cerrahoğlu'nun eserinin Türkiye'de kaleme alınmış olmasının, bu eserin kendisine kazandıracağı bir husûsiyeti olması gerekirdi diye düşünüyoruz. Çünkü Bereketzâde İsmâil Hakkı, Şeyhülislâm Musa Kâzım, Mehmed Vehbi Efendi, Ömer Nasuhi Bilmen gibi isimlerin zikredilmemesine gerekçe olarak bazı sebepler öne sürülebileceğini varsaysak bile, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır'ın ve tefsîrinin tanıtılmamasının ma‘kûl bir sebebi yoktur.[29]
Sayın Cerrahoğlu'nun eseri hakkında yaptığımız değerlendirmeleri tekrarlamak istemediğimizden, yapısal bütünlük ile kronolojik sürekliliğin eksikliğine ilişkin eleştirilerimizin Zehebî'nin eseri için de geçerli olduğunu söyleyebiliriz.
İmdi, şu suâlin cevabının verilmesi gerekir: Sayın Cerrahoğlu tarafından yinelenen Zehebî'nin tefsîr tarihi tasavvuru, bizzat kendisine ait orijinal bir çerçevenin ürünü müdür?
Ne yazık ki bu suâlin cevabı da menfîdir; zira Zehebî'nin 1961'de neşrettiği bu çerçeve, ilk kez 1920'de Macar asıllı bir yahudi olan Ignaz Goldziher tarafından inşâ edilmiş ve İslâm dünyasında meşrûiyyet kazanması Zehebî'nin bu çerçeveyi ciddiye almasıyla başlamıştır.





Goldziher'in Die Richtungen der Islamischen Koranauslegung (Leiden, 1920) adlı eseri, ilk kez Ali Hasan Abdülkadir tarafından el-Mezâhib'ul-İslâmiyye fî Tefsîr'il-Kur’an'il-Kerim adıyla Arapça'ya çevrilerek 1944'de (birinci cüz’ü) yayımlanmış, daha sonra aynı eser Abdulhalîm en-Neccâr tarafından Mezâhib'ut-Tefsîr'il-İslâmî adıyla ikinci kez Arapça'ya çevrilerek 1955'de (tamamı) neşredilmiştir.[30]







Zehebî'nin bu eserin hiç değilse ilk çevirisinden istifade ettiğini bizzat kendi kaynakçasından öğreniyoruz.[31] Şimdi —doğrudan ya da dolaylı— bu istifadenin mahiyetini tayin edebilmek için Goldziher'in eserinin planını da görmek icab edecektir:


I. Die primitive Stufe der Koranauslegung (Tefsîr'de İlk Merhale)

II. Die traditionelle Koranauslegung (Rivayet Tefsîri-Tefsîr bi'l-Me’sûr)

III. Dogmatische Koranauslegung (Dirayet Tefsîri-Tefsîr bi'r-Re’y)

IV. Koranauslegung der islamischen Mystik (Tasavvûfî-İşarî Tefsîr)

V. Sektieterische Koranauslegung (Mezhebî Tefsîr)

VI. Der islamische Modernismus und seine Koranauslegung (Çağdaş Tefsîr)




Görüldüğü üzere, eserin yapısı başlığına uygun olarak düzenlenip tefsîr tarihi mezhebler ve fırkalar açısından inşâ edilmiştir. Zehebî'nin eseri —muhtevası daha mufassal ve daha zengin olmakla birlikte— Goldziher'in taksimâtının geliştirilmiş hâlinden ibarettir. Daha önce de dile getirdiğimiz gibi, burada da tefsîr tarihinin kronolojik bütünlüğü ve yapısal sürekliliği kaybolmuş, ittifak ve irtibat noktaları ortadan kalkmış, birtakım sûnî taksimlerle İslâm tefsîr geleneğinin tedahül etmiş unsurları —hiç de gerek yokken— ayrıştırılmıştır. Zemahşerî'yi i‘tizâliyle, İhvan'us-Safa'yı yeni-eflantuculuğuyla, Gazâlî'yi te’vilâtıyla, İbn Arabî'yi işarî zaaflarıyla serimlemek konusunda gayretlerini esirgemeyen müellif, bir yandan Kur’an'da Haricilere, Emevîlere işaretler bulan işgüzarları, Gulat-ı Şia'nın galatlarını, Ali mushafını, Şii kıraatini, Sünnî taassubunu, Mehdî'ye delâlet ettiği iddiasıyla yapılan ayet yorumlarını öne çıkarırken, diğer yandan çağdaş tefsîr teşebbüslerinin bilhassa klasik tefsîr geleneğiyle çatışan yönlerini vurgulamaya özen göstermiştir.
Peki Osmanlı tefsîr mirası?
İslâm tefsîr geleneğinin kronolojik sürekliliği, yapısal bütünlüğü?
Müellifin böyle bir kaygısı olmamış ve bizzât isminden başlayarak yapısal dizgesine ve bu dizge içerisinde kendisine yer verilen unsurlara varıncaya kadar eserinin âdeta her satırında, İslâm tefsîr mirasını küçük küçük parçalara ayırıp ittifaktan ziyade ihtilaf noktalarını abartmakla meşgûl olmuştur.[32] 
Kısacası, tefsîr tarihi yazımında kayıp halka, ilk kez bu eserde kaybedilmiş ve tefsîr tarihinin mezhebî ayrılıklar esas alınarak yazılmasından etkilenen müslüman tarih yazıcılarına, sadece bu haritanın ayrıntılarını derinleştirmek vazifesi kalmıştır.[33]
Goldziher'in eserinin kapsamı ve kaynakları açısından yetersizliğine işaret eden başka araştırmacıların olması ise, ne yazık ki mevcut yönelimlerin değişmesine yol açamamış; bugünkü nesillerde tasavvur zaafının yanısıra bir de ma‘lûmat eksikliğinin bulunması, koca bir tarihin beylik yargılarla mahkûm edilmesini kolaylaştırmıştır.

J.M.S. Baljon çağdaş tefsîr akımlarını incelediği kitabına, bu çalışmasını Goldziher'in eserinin son bölümüne zeyl olarak hazırladığını ifade ederek başlar. Richtungen'den farklı olarak Baljon'un çalışması, Goldziher'den sonraki 40 yıla ait malzemenin yanısıra, modern Urduca malzemeyi de değerlendirme kapsamına almaktadır, ancak Türkçe literatüre yer verilmediği için çağdaş tefsîrin tasviri eksik kalmaktadır. Baljon'un kendisi için bir şanssızlık addettiği bu durum[34] Goldziher için de geçerlidir. Richtungen'e yazdığı tanıtımda H. Ritter, bu eksikliğe dikkat çekmekte ve modernist Türkçe literatürden verdiği örneklerle, zengin bir malzemenin incelenmek üzere orada durduğunu ima etmektedir. Aynı şekilde, klasik tefsîr akımlarının tamamının da inceleme konusu yapılmadığı kitabın, eksiksiz bir tefsîr tarihi olarak düşünülmediğini de belirtmekte yarar var.[35]

Sonuç Yerine

Mevcut malûmât eksikliğini bir şekilde telafi etmek ve kendi geleneğimizin ustalarının kaleminden çıkan eserlerin geniş bir listesine ulaşmak, zannedildiği kadar zor değildir. Nitekim bilhassa son birkaç senedir Osmanlı dönemi tefsîr müellefâtı hakkında yapılan ve yapılmakta olan bibliyografik çalışmalar, hem sözkonusu ma‘lûmât eksikliğinin giderilmesine büyük katkı sağlamışlar, hem de eldeki bilgilerin güncellenmesine yardımcı olmuşlardır.
Ne var ki bugünün müslüman mütefekkirlerinin asıl ihtiyacı olan şey, Osmanlı dönemi tefsîr müellefâtının bibliyografik tanıtımı değildir. Şayet böyle olsaydı, Ömer Nasuhi Bilmen'in 1960'da yayımlanan tabakâtı, bu ihtiyacı ziyadesiyle karşılamış olur, ve Osmanlı döneminde tefsîr mi vardı, türünden sık sık muhatab olunan serzenişler, yerini mâzî'yi tahkire değil, takdire bırakırdı. Fakat böyle olmadı, olamadı. Nitekim yukarıda da misâllerini gördüğümüz üzere bizzât bibliyografya sahiplerinin kendileri bile, üzerinde çalıştıkları alanın mahsûlleri hakkında aceleci hükümler verebilmektedirler.
O halde sorun doğrudan malûmat eksikliğiyle, bilgi yetersizliğiye izah edilemez, zaten eleştirisini yaptığımız eserlerin sahipleri de bu alandan haberdar olmayan sıradan kimseler değillerdir.
Sorun, İslâm düşünce tarihiyle ilgili son iki asır boyunca oluşturulan tasavvurun kemikleşmesi, tartışılmaz bir söylem hâlini almış olmasıdır. Şayet söylemin genel karakteristikleri çağdaş müslüman bilincini bu kadar derinden etkilememiş olsaydı, Goldziher'in 1920'de inşâ ettiği ayrıştırıcı tefsîr tarihi tasavvurunun böylesine kısa bir sürede (1961'de) kökleşmesi mümkün olamazdı.
Acaba Ömer Nasuhî Bilmen'in aynı dönemde (1960'da) yayımlanan eserinde, niçin şikâyet konusu yaptığımız zaaflarla karşılaşmıyoruz?
Başka bir deyişle, Ömer Nasuhî'nin, çağdaş tefsîr tasavvurunun zaaflarından âri bir metin inşâ edebilmiş olmasını nasıl izah edebiliriz?

Bizce bu başarının gerçek nedeni, şu iki husûs dikkate alınmadıkça izah edilemez:



1) Ömer Nasuhî Bilmen, İstanbul'da eğitim görmüş ve uzun süre orada yaşamıştı. Bu bakımdan Osmanlı tefsîr mirasının büyük bir kısmına evsahipliği yapan Payitaht (İstanbul) kütüphanelerindeki yazmalara kolaylıkla ulaşabilme imkânlarına sahipti.

2) Kendisi klasik medrese eğitimi almıştı ve Fatih dersiâmlarındandı, dolayısıyla Osmanlı tefsîr eserlerinin dilini, üslûbunu ve derinliğini takdir edebilecek durumdaydı.



Bu niteliklere sahip bir âlimin, varlığından haberdar olduğu, muhtevasını anlayıp takdir edebildiği bir dönemin müellefâtını görmezlikten gelmesi mümkün değildi. Bu nedenledir ki merhûm Ömer Nasuhî Bilmen'in Tefsîr Tarihi, kayıp halka historiografyasının bir parçası olmadı ve böylece kendisi bizlere hem yapısal bütünlüğe, hem de kronolojik sürekliliğe sahip bir eser bırakabildi.
O halde günümüz müslümanı malûmât kadar, bu malûmâtın muhtevasını anlayabilecek vasıflarla da muttasıf olması icab etmektedir. Arzu edilir ve gayret gösterilirse, bu dahî aşılamayacak bir engel değildir.

Çünkü:

İçinde bulunduğumuz gaflet uykusundan uyanıp silkinmemiz lâzımdır. Nasıl ki cehalet devri karanlığı içinde vaktiyle İslâm bir güneş gibi doğup âlemleri aydınlattı ise, şimdi de içimizde mevcûd küllenmiş bulunan İslâmî nûr zerresini —bir yanardağ misâli— herekete geçirmek zarureti vardır. Bu her müslümanın vazifesi olduğu gibi, bu işin asıl ağırlığının genç ilâhiyatçıların omuzlarına yüklenmiş olduğu unutulmamalıdır.[36]

KAYNAK: Dücane Cündioğlu, "Çağdaş Tefsîr Tarihi Tasavvuru'nun Kayıp Halkası: Osmanlı Tefsîr Mirası”, İslâmiyât Dergisi, cilt 2, sayı 4, Ekim-Aralık 1999




[1] Askere Din Kitabı, sh. 345, İstanbul, 1946
[2] Bkz. Muhammed Cemil Beyhem, el-Halkatu'l-Mefkûde fî Tarih'il-Arab, Kahire, 1905; krş. Muhammed Âbid el-Câbirî, Tekvin'ul-Akl'il-Arabî, sh. 55, Beyrut, 1994
[3] İslâmcılığın olumsuz mâzî tasavvuru hakkında bkz. İsmail Kara, Tarih ve Hurafe: Çağdaş İslâm Düşüncesinde Tarih Telâkkisi, “Dergâh”, IX/105, Kasım 1998; ay., İslâm Modernizmi ve Akif'e Dâir Birkaç Not, “Dergâh”, sy. 86, Nisan 1997
[4] Tayyib Okiç, Tefsîr ve Hadis Usûlü'nün Bazı Meseleleri, sh. 158-160, İstanbul, 1995
[5] Kara, Tarih ve Hurafe, sh. 20
[6] Bu söylemi yineleyen bir örnek için bkz. Mohammed Arkoun, İslâm Üzerine Düşünceler, sh. 98, İstanbul, 1999
[7] Fazlurrahman, İslâm ve Çağdaşlık, (Çev. Alpaslan Açıkgenç-Hayri Kırbaşoğlu), sh. 117, Ankara, 1990
[8] Abdullah Aydemir, Büyük Türk Bilgini Şeyhulislâm Ebusssuud Efendi ve Tefsîrdeki Metodu, sh. 259-260, Ankara, tsz. (1968)
[9] Ziya Demir, Osmanlı Müfessirleri ve Tefsîr Çalışmaları (Kuruluştan X/XVI. Asrın Sonuna Kadar), sh. 507-508, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 1994. (Yayımlanmamış Doktora Tezi)
[10] Muhammed Abay, Osmanlı Döneminde Yazılan Tefsîr ile İlgili Eserler Bibliyografyası: Tefsîrler, Hâşiyeler, Sûre Tefsîrleri, Tercümeler, “Divan”, sh. 254-255, sn. 4, sy. 6, 1999/1
[11] Fazlurrahman, a.g.e., sh. 119. Ne yazık ki bu tür beylik yargıları seslendirmek günümüzde çok yaygınlaşmış; hatta bu arada İslâm'ın özünde sivil tavır (!) bulanlar bile çıkmıştır: “... zihinlerde büyütülen Gazzâlî eklektizmi, yeni arayışları engelleyerek statükoculuğu körüklemiştir. Bu bakış açısı bir yöntem olarak benimsenince de zihinler yeni çözümler üretme yerine eskilerin yaşatılmasına yönelmiş, bu dönemin yorumları da vahiy gibi ebedî addedilmeye başlanmıştır. İslâmın özünde bulunan özgür düşünce, yenilik ruhu, medenî anlayış, yani sivil tavır yerini taklide bırakmıştır.” (İlyas Çelebi, “Osmanlı'dan Cumhuriyet'e Arayışlar” adlı derlemenin Önsöz'ünden, sh. XI, İstanbul, 1999)
[12] İsmail Kara, Şeyhefendinin Rüyasındaki Türkiye, sh. 139, İstanbul, 1998
[13] Fazlurrahman, a.g.e., sh. 118
[14] Fazlurrahman, a.g.e., sh. 120. Burada, Cumhuriyet dönemi İlahiyât Fakültelerinde takip edilen uzmanlaşma stratejisinin yol açtığı sıkıntıların hatırlanması gerekir; zira uzmanlaşmayı öne çıkaran yarım asırlık tecrübe neticesinde ülke, İslâmî ilimlerin sadece bir branşıyla meşgul olduğundan ötürü sahasının dışında kalan İslâmî ilimler hakkında konuşamayacak durumdaki binlerce uzmanla (!) kaynamaktadır. (Böylesine bir ufuk daralmasıyla, bir tefsîr eserinin hazırlanması işinin dahî ne denli büyük bir sorun haline dönüşebileceğini görmek için bkz. Kur’an-ı Kerim Tefsîri İstişârî Toplantı Notları (11-12 Haziran 1994), Ankara, 1995)
[15] Fazlurrahman, a.g.e., sh. 118-119
[16] W. Montgomery Watt, İslâmî Tedkikler: İslâm Felsefesi ve Kelâmı, (Çev. Süleyman Ateş), sh. 133, Ankara, 1968
[17] Abdullah Aydemir, Büyük Türk Bilgini Şeyhulislâm Ebusssuud Efendi ve Tefsîrdeki Metodu, sh. 259-260, Ankara, tsz. (1968)
[18] Orhan Karmış, Kemal Paşazâde'nin Tefsîr İlmine Getirdiği Yenilikler, “Şelhülislâm İbn Kemal Sempozyumu” içinde, sh. 1701-171, Ankara, 1986 [Aynı sempozyumda İbn Kemal'in Tefsîr'deki Metodu (sh. 155-165) adlı bir tebliğ sunan Mustafa Kılıç tarafından İbn Kemal, Hayatı, Tefsîre Dair Eserleri ve Tefsîrindeki Metodu (Erzurum, 1980) başlıklı bir doktora çalışması yapılmıştır.]
[19] İsmail Kara, Tarih ve Hurafe, sh. 19
[20] “Unutmamak gerekir ki Hıristiyan Avrupa, ortaçağ'dan beri kaba kuvvetle yaptığı mücadelelerde mağlup edemediği doğu'yu bir iki asırdan beri açmış olduğu fikir savaşı ile dize getirme yolundadır. Onlardaki oryantalizm (istişrak) tutkusu, misyonerlik, sömürgecilik ve ticaretlerinin öncülüğünü yapmakla kalmamış, aynı zamanda kendileri için en büyük düşman addettikleri İslâm'ın temeline dinamit koyma meselesi olmuştur. Müslümanların miras olarak aldıkları yüksek değerleri, bir hiç mesabesine indirmek, batılılar için zevkli bir çalışma vesilesi olmuştur.” (İsmail Cerrahoğlu, Dünden Bugüne Kur’an-ı Kerîm Anlayışımız, “Kutlu Doğum Haftası 12-17 Ekim 1989” içinde, sh. 139, Ankara, 1990)
[21] Ernest Renan, Bilimin Geleceği, II/317, (Çev. Ziya Ishan), İstanbul, 1951-1954
[22] Ernest Renan, İslâmlık ve Bilim, “Nutuklar ve Konferanslar” içinde, sh. 183-205, (Çev. Ziya Ishan), İstanbul, 1946; 2. bas. 1956. Renan'ın konferansı ve yazılan reddiyeler hakkında ayrıntılı bir tasvîr için bkz. Dücane Cündioğlu, Ernest Renan ve Reddiyeler Bağlamında İslâm-Bilim Tartışmalarına Bibliyografik Bir Katkı, “Dîvan”, sy. 2, sh. 1-94, İstanbul, 1996
[23] Sakıp Yıldız, Fatih'in Hocası Molla Güranî ve Tefsîri, sh. 140, İstanbul, tsz. (Bu eser 1978 yılında Molla Güranî ve Tefsîr'deki Metodu adıyla doçentlik tezi olarak hazırlanmıştır.).
[24] Şihabuddin Sivasî, Molla Fenarî, Molla Güranî, Nahcuvânî, Ebussud Efendi, İbn Kemal, İmam Birgivî, Muhyiddin Niksârî, Mehmed Vâni Efendi, Aliyul-Kâri gibi âlimlerin tefsîrleri hakkında yapılan çalışmaların genel bir listesi için bkz. İsmail Akyol, Türkiye İlahiyat Fakülteleri Tefsîr Anabilim Dalı Tez Bibliyografyası (1953-1991), A.Ü. Tefsîr Anabilim Dalı: “Lisans Tezi”, Ankara 1992; Osmanlı dönemi tefsîr literatürü hakkında yapılan çalışmalar için bkz. Ziya Demir, Osmanlı Müfessirleri ve Tefsîr Çalışmaları (Kuruluştan X/XVI. Asrın Sonuna Kadar), sh. 507-508, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 1994 (yayımlanmamış Doktora Tezi); İshak Doğan, Osmanlı Dönemi Kur’an Araştırmaları, “Makalât”, sy. 1, sh. 95-137, Temmuz 1999 ; Muhammed Abay, Osmanlı Döneminde Yazılan Tefsîr ile İlgili Eserler Bibliyografyası: Tefsîrler, Hâşiyeler, Sûre Tefsîrleri, Tercümeler, “Divan”, sh. 254-255, sn. 4, sy. 6, 1999/1; (Bu çalışmalar hakkındaki iki tanıtım yazısı için ayrıca bkz. Dücane Cündioğlu, Kur’an Araştırmaları Bibliyografyasına İki Yeni Katkı; His story ve/veya history, “Yeni Şafak”, 9, 30 Kasım 1999)
[25] Cevdet Bey, Tefsîr Tarihi, İstanbul, 1927; Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsîr Tarihi I-II, Ankara, 1955-1960; 2. bas. İstanbul, 1973. [Tefsîr Tarihi'ni “Kur’an'ı anlamaya/yorumlamaya çalışan özneler” açısından ele alan ve Kur’an'ın muhataplarını I) Kur’an'ın Doğrudan Muhatabları, II) Kur’an'ın Dolaylı Muhatabları, III) Kur’an'ın Modern Muhatabları şeklinde tasnif edip değerlendiren bir çalışma için bkz. Dücane Cündioğlu, Sözlü Kültür'den Yazılı Kültür'e Anlamın Tarihi, İstanbul, 1997; 2. bas. 1999]
[26] İsmail Cerrahoğlu, Tefsîr Tarihi I-II, Ankara, 1988. Mehmed Sofuoğlu'nun Tefsîr'e Giriş (İstanbul, 1981), Ali Turgut'un Tefsîr Usûlü ve Kaynakları (İstanbul, 1991) eserleri burada zikredilebilirse de ilki müstakil bir tefsîr tarihi çalışması değildir; ikincisi ise, hem planı, hem de malzemesi itibariyle büyük ölçüde İsmail Cerrahoğlu'nun eserinden muktebestir.
[27] İsmail Cerrahoğlu, a.g.e., I/7
[28] Tayyib Okiç, a.g.e., sh. 160
[29] Zehebî'nin eseri, Mehmed Sofuoğlu'nun Tefsîr'e Giriş (İstanbul, 1981) adlı çalışmasının en önemli kaynaklarından birini teşkil ettiği halde, Sofuoğlu, Zehebî'nin çerçevesini aynen iktibas etmekle yetinmeyip, eserinde Türk Müfessirleri ve Tefsîrleri başlığı altında Semerkandî, Zemahşerî, Nesefî, Molla Güranî, Nahcevânî, Kemal Paşazâde, Ebussuud Efendi, İsmail hakkı Bursevî, Sıddık Hasan Bahadırhan, Konyalı Mehmed Vehbi Efendi, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır gibi müfessirleri müstakil başlıklar altında ele alıp, ardından 33 müfessirin ismini hâvi bir liste vermiştir. (bkz. a.g.e., sh. 360-376)
[30] Ignaz Goldziher, Die Richtungen der Islamischen Koranauslegung, Leiden, 1920; el-Mezâhib'ul-İslâmiyye fî Tefsîr'il-Kur’an'il-Kerim —Cüz’ü Evvel—, (Çev. Ali Hasan Abdülkadir), “el-Ulûm”, 1944; Mezâhib'ut-Tefsîr'il-İslâmî, (Çev. Abdulhalîm en-Neccâr), Kahire, 1955; İslâm Tefsîr Ekolleri (Çev. Mustafa İslâmoğlu), İstanbul, 1997. Arapça ve Türkçe çevirilerinin eleştirisi için bkz. Mehmed S. Hatiboğlu, Goldziher, Ignaz mad., TDVİS, XIV/102-105, İstanbul, 1996; Ömer Özsoy, İslâm Tefsîr Ekolleri, “İslâmiyât”, I/1, sh. 111-122, Ocak-Mart 1998
[31] Zehebî, et-Tefsîr ve'l-Müfessirûn, II/633, Beyrut, 1976
[32] Tayyib Okiç merhûm, Goldziher'in eserinin ehemmiyetini anlatırken onu şu şekilde tanıtmıştır:
Muhtelif fırka, mezheb, siyasî teşekküller, felsefî ve tasavvufî sistemler ve sâirenin mensupları kendi fikirlerini teyid etmek için keyfî, hiçbir ilmî esasas dayanmayan tefsîrler yapmakta idiler. Hatta I. Goldziher'in Die Richtungen der Islamischen Koranauslegung'u bu bakımdan birkaç kategoriye bile taksim etmiştir: doğmatik bakımdan tefsîr, mutasavvıflar, fırkalar ve modernistler tarafından yapılan tefsîr. (Tayyib Okiç, a.g.e., sh. 155)
[33] Bu konuya dikkat çeken iki yazımız için bkz. Dücane Cündioğlu, Çağdaş Tefsîr Tarihi Tasavvuru'nun Sınırları; Çağdaş Tefsîr Tarihi Tasavvuru'nun Kayıp Halkası, “Yeni Şafak”, 24, 27 Şubat 1999
[34] Yazar, Baljon'un şu sözüne atıfta bulunmaktadır: “Son yılların tüm tefsîr literatürünü, özellikle de araştırmam açısından büyük değer taşıyabilecek Türk âlimlerininkini gözden geçiremediğim için kendimi şansız sayıyorum.” (J.M.S. Baljon, Kur’an Yorumunda Çağdaş Yönelimler, (Çev. Şaban Ali Düzgün), sh. 9, Ankara, 1994)
[35] Özsoy, a.g.m, sh. 111
[36] Cerrahoğlu, a.g.m., sh. 142

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder