Sayfalar

KUR'AN ÇEVİRİLERİNDE YÖNTEM SORUNU


 Ekim 1987 

Giriş

Kur’an’ı anlamak ve/veya anlatmak hususunda çaba sarfeden kimselerin, Kur’an’ın öncelikle VI. yüzyılın başlarında yaşayan bir Arap toplumuna hitap etmiş olduğu gerçeğini gözardı etmeleri halinde birtakım hatalara düşmeleri kaçınılmaz olacaktır. Nitekim olmuştur da. Sözkonusu zaafın boyutlarını en iyi, Kur’an dilinin Arapça olduğu esasından hareketle açıklayabileceğimizi sanıyoruz.
Ancak Kur’an, kendi dilinin Arapça olduğunu sık sık tasrih ederken elbette salt bunun, başka bir dil olmadığını vurguluyor değildi. Yani قرآناً عربياً (Arapça Kur’an) terkibi, Watt’ın deyimiyle:






altıncı yüzyıl başlarında yaşayan Arapların aşina oldukları birtakım kelimelerin kullanılmış olmasından daha fazla bir anlam ifade etmektedir.[1]





Kur’an’ın nazil olduğu topluma hitap ederken izlediği yöntemi, diğer bir deyişle yerel unsurları kullanmadaki başarısını kavramanın, aynı zamanda onun mentalitesini kavramak olacağı kanaatindeyiz. Bu bakımdan peygamberlerin kendi toplumlarının diliyle gönderilmelerinin hikmeti (İbrahim: 4) bu çerçevede aranmalıdır; zira her dilin kendi bünyesinde, içinde geliştiği kültür sahasının geçmişteki tecrübesini sakladığı[2] dikkate alınacak olursa, bizim için dil ile kültür arasındaki iç-bağlantıyı kavramanın,[3] bu açıdan bir zorunluluğu tazammun ettiği anlaşılır. Muhammed Esed’e,

(Kur’an’ın) özünü kavrayabilmek için Arapların Kur’an nazil olduğu zaman hissettiklerini ve düşündüklerini hissedebilmek ve düşünebilmek ve onların dilbilimsel (linguistic) sembollere verdikleri anlamları kavrayabilmek gerekir.[4]

ve Montgomery Watt’a,

Kur’an’ın iyice anlaşılabilmesi için, özellikle çölde yaşayan Arapların yaşadıkları hayatın ve onlara ait düşünme tarzlarının bilinmesi gerekmektedir.[5]

dedirten işte bu temel endişedir. Çünkü her dilin halkın özel hayat anlayışını ve gerçekliği kavrama biçimlerini ifade eden bir semboller zinciri olduğunda[6] bir kuşku yoktur.
Kimi müslümanlar böyle bir yaklaşımın, Kur’an’ın çağlara hitabeden özelliğini iptal etmek demek olduğunu düşünebilirler. Ancak bilinmelidir ki Kur’an’ın nazil olduğu toplum ile kendi arasındaki özel şartlar ihmal edildiği takdirde Kur’an’ın mesajının ve üslubunun evrenselliği ciddi dayanaklarını yitirmiş olacaktır. Dolayısıyla mahiyetini vazıh bir biçimde ortaya koyamadığımız bir evrensellik vehminden yola çıkarak, Kur’an’ın âlemleri ve çağları ihata eden mesajıyla üslubu arasında bir çelişki olduğunu öne süremeyiz. Nitekim Arabın gerçekte sahih olmayan düşüncelerden hareketle bazı mânâlar için türetmiş olduğu ve Kur’an’ın nüzul dönemine kadar yaygın bir kullanım alanı kazanan bazı kelimelerin –türetilme esaslarındaki hatalara rağmen– Kur’an tarafından kullanılmaktan müstağni kalınmadığını inkâr edecek değiliz. Çünkü bu, Arap diliyle inmekte olan Kur’an için kaçınılmaz bir şeydi[7] diyen Tevfik Sıdki’nin, bu sözleriyle yukarıda açıklamaya çalıştığımız üslûb meselesine ne kadar cesaretle (vukufiyetle) yaklaştığına dikkat edilmelidir.

BİR

Girişte sözünü ettiğimiz zaafın yol açtığı hatalardan bir örnek vermek üzere, İsrâ sûresinin 13. ayetinin dilimizdeki meallerinden birkaçını ele alacağız.



a.     Her insanın da kuşunu boynunda kendine takmışızdır ve onun için kıyamet günü bir kitab çıkarırız ki neşrolunarak onu şöyle karşılar. (Elmalılı Hamdi Yazır)

b. Her insanın (amel) kuşunu boynuna doladık. Kıyamet günü onun için açılmış olarak bulacağı bir kitap çıkarırız. (Süleyman Ateş)

c.  Biz, her insanın kuşunu (işlediklerini, yaptıklarını) kendi boynuna doladık, kıyamet gününde onun için açılmış olarak önüne konacak bir kitab çıkarırız. (Ali Bulaç)




Buraya tek tek almaya gerek duymadığımız diğer Türkçe meallerde de sözkonusu ibare kendisine amellerini, işlediklerini, yaptıklarını gibi karşılıklar bulmaktan kurtulamamıştır. Ayrıca kelimelerin kısa karşılıklarının verildiği bazı Arapça çalışmalarda da[8] ibareye aynı tür karşılıklar verilmiştir. Ancak Hasan Basri Çantay’ın ibareyi diğerlerinden pek de farklı olmayan bir şekilde mânâlandırdıktan sonra dipnotta meseleyi gayet güzel açıklığa kavuşturduğuna değinmeliyiz. Hiç değilse dipnotta ayetin arka planını vermekle, bir yanlışa meydan vermekten kaçınmıştır. Oysa (b) ve (c) şıklarında zikri geçen meallerin sahipleri bunu yapmayıp “boyna dolanan amel kuşu”(!) ile okuyucuyu hiç çekinmeden karşı karşıya getirmişlerdir.
Yukarıda zikrettiğimiz ayet meallerinin özellikle ilk cümlelerinden ne anlaşıldığı sorusunu, bu mealleri vermeden önce mütercimlerin kendi kendilerine sormaları gerekirdi sanırım.
Elmalılı Hamdi Yazır, “Her insanın da kuşunu” ifadesinin ne demek olduğunu kısa da olsa eserinin tefsir kısmında açıklığa kavuşturduğundan ve zaten meali bir tefsir içinde yer aldığından, doğrudan bir yanlışa meydan vermemiştir. Ayrıca Elmalılı’nın ayetlere mânâ vermede kendine has ve kendi içinde tutarlılığı bulunan bir yöntem izlemiş olduğunu dikkate almak, onun bu tür garipliklerinin niçinini çözmede açıklayıcı olabilir. Ancak onu kopya edip hiçbir açıklamada bulunmayan iki meal ile sözkonusu kelimenin karşılığında alâkası olmayan anlamlar icat eden diğerlerinin durumunu nasıl izah edeceğiz?
Bu tür garip sonuçlara sebebiyet veren mânâlandırmaların ardında, ayetlerde geçen lafızların aslına sadık kalmak gibi görünüşte cazip ve rahatlatıcı bir gerekçenin yattığı öne sürülebilir; yani meali hazırlayan şahıs, karşılığını vermede zorluk çektiği bir kelimenin mot-a-mot çevirisini yapmakla hiç olmazsa yanlış bir anlam vermekten korunduğunu sanmış olabilir.* Oysa gerçekte durum bu kadar basit midir? Zevahir sadece orijinale sadık kalmak endişesiyle kurtarılabilir mi? Sanmıyoruz. Çünkü giriş bölümünde de işaret ettiğimiz gibi bu mesele, Kur’an’ın mesajının ve üslubunun bütününde kavranmasıyla ilgili bir keyfiyet arzetmektedir; yani dil ile kültür arasındaki münasebetin kavranmasıyla.

İKİ

Buraya kadar verdiğimiz izahattan sonra, birtakım vecizelerin icadına(!) yol açan ibarenin incelenmesine geçebiliriz.
وَكُلَّ إِنسَانٍ أَلْزَمْنَاهُ طَآئِرَهُ فِي عُنُقِهِ 

Meallerimizde, “kuşunu, (amel) kuşunu, amellerini, işlediklerini, yaptıklarını” şeklinde karşılanan kelime طَآئِرَهُ'dur.
Fiil olarak uçmak, havada durmak anlamına gelen târa, teteyyera şeklinde ب ve من harf-i cerleri ile kullanıldığında, fal bakmak, tuttuğu falı kötüye yormak, uğursuz saymak mânâlarını kazanır. Tayr kuş, tavuk, pay, hisse, şans, uğurlu veya uğursuz sayılan nesne, olay demektir.[9]
Tâir kelimesi Kur’an’da bu şekliyle, “kuş” anlamında kullanıldığı gibi (En’am: 38), طآئركم (uğursuzluğunuz) (Neml: 47; Yâsin: 19), طآئرهم (uğursuzlukları) (Araf: 131) anlamında da kullanılmıştır.
Görüldüğü gibi ibare, amelleri, işledikleri, yaptıkları vb. şeklinde mânâların icadına şimdilik izin vermemektedir. Fakat uğursuzluk anlamının yanında kelimenin kuş anlamına da geldiği kesindir. Bir kelimenin farklı anlamlar taşımasında, birden fazla anlama gelmesinde bir fevkaladelik bulunmamaktadır elbette. Ancak uğursuzluk ve fal bakmak ile kuş ve uçmak mânâlarının aynı kelimenin karşılığı olmalarının, diğer bir deyişle aynı semantik alanı paylaşmalarının bir açıklaması olması gerekmez mi?
İşte bize bu açıklamayı, sadeleştirerek aşağıya aldığımız şu satırlar gayet net bir şekilde yapmaktadır:

Cahiliye Arapları, bugün Orta Afrika’nın ilkel kabilelerinde görüldüğü gibi falcılığa oldukça ilgi duyuyorlardı. Sıradan hadiselere bir olağanüstülük isnad edip bunları fal konusu yapmak veya onları uğursuzluğa yormak alışkanlığı iyafet, tarrâk, zelem gibi falcılıkları ortaya çıkarmıştı. İyafet, kuşlarla fal bakmaktır. Kuşun uçması ve göçmesiyle, isim ve sesiyle, tüneyip konmasıyla icra edilirdi. Araplar iyafete pek düşkün olduklarından kâhinler ve kâifler gibi, bir de iyafet ile uğraşan aifler vardı. Kuşların yalnız uçmasıyla fal bakmaya tîra, kuşla fal bakana da zâcir denilirdi. Kuşun uçmasıyla fal bakmak için zâcir, kuşu uçururdu. Soldan sağa uçarsa uğurlu, sağdan sola uçtuğu takdirde ise, bu bir uğursuzluk sayılırdı. (...) Bu suretle fal bakmak için her zaman aif veya zâcirlere başvurulmazdı. Herkes kendi kendine de kuş uçurarak fal bakabilirdi. Sefere veya ava çıkan Arap yolda önünde bir kuş uçarsa, bundan birtakım (hayır ya da şerre ait) hükümler çıkarırdı. (...) Kuşun konduğu yerlere ve konduktan sonra ötmesine bakarak da (aynı şeyleri yapardı.)[10]


Mümkün mertebe kısaltmalar yaparak aldığımız bu paragraftan, tâir kelimesinin niçin hem kuş hem de uğursuzluk anlamına geldiği anlaşılmıştır sanırız. Nitekim bizim toplumumuzda da devlet kuşunun başa konması, kuşun insan üzerine pislemesinin hayra yorulması, güvercinlerin şans, kısmet hususlarında fal bakmak için kullanılması, hatta Milli Piyango’nun güvercinle sembolize edilmesi hep aynı zecr’ut-tayr bâtıl inanışının halk nezdinde süregelen izleridir.


Bağlamak, takmak, dolamak gibi, bir kuşun zaptedilmesinden yola çıkarak elzeme fiiline verilen bu tür anlamlar dışında, fiilin tayin etmek, gerekli kılmak, sabit tutmak, devam ettirmek, tahsis etmek şeklinde daha zengin anlamlar da taşıdığı düşünülecek olursa, Kur’an’ın bu ayetinin, insanın, bahtını birtakım vasıtalarla öğrenmeye çalışmasının ve bu vasıtalarla geleceği hakkında bilgiler edindiğini sanıp ona göre davranmasının batıl olduğunu anlattığı daha net bir şekilde anlaşılabilir. Nitekim bu anlamı, görebildiklerimiz içinde doğruya en yakın bir biçimde Sadi Irmak verebilmiştir:

Her insanın kaderini tayin etmişizdir ve mahşer günü amellerinin defterini açıp önlerine koyacağız.*

Bu örnekte görüldüğü gibi, istenildiği takdirde zorlamalara gitmeksizin, ayetin anlamı pekâlâ aktarılabilmektedir. Ayrıca deyimle ilgili kısa bir bilgi de verildiğinde sanıyorum, ayetten murad edilen mânâ tamam olacaktır. Fakat bazı kimseler böyle bir yöntemi geniş bir serbestiye kapı açmakla suçlayabilirler. Oysa bu, daha önce de belirttiğimiz gibi, mot-a-mot tercümenin güven verici gibi görünen şemsiyesi altına girmekten başka bir şey değildir. Nitekim sırf bu zaaf nedeniyle, makalemize konu edindiğimiz ayette de olduğu gibi, Allah Teala’nın kastetmediği bir mânâ hiç düşünülmeden O’na izafe edilebilmektedir.

Sonuç

Türkçedeki meal çalışmalarının ortak özelliği hazmedilmemiş bilgilere dayanan ve kısa sürede bitirilen piyasa işleri olduğundan, genelde birbirlerinin hatalarını düzeltmek gibi bir fonksiyonu icra ettiklerine kolay kolay rastlamak mümkün olamamaktadır.* Bu bakımdan biz, kopyacılığın, taklitçiliğin ticarî çıkarlarla bu kadar iç içe olduğu bir toplumda ciddi gelişmelerin kısa sürede vuku bulacağına inanmıyoruz. Ancak bu ve benzeri makalelerin Kur’an’ı anlama çabasındaki kimselere küçük bir katkıda bulunması halinde kendimizi kazançlı sayacağız.

Sözlerimizi Esed’den yapacağımız bir alıntıyla noktalıyoruz:

Mütercim, sözkonusu dilin kavramsal sembolizmini kendi içinde yeniden üretmedikçe, –yani bütün tabiiliği ve saflığıyla kendi kulağında şakıdığını duymadıkça– yaptığı tercüme, ele aldığı konunun lafzî yönünü yansıtmaktan başka bir şeye benzemez ve orijinal metnin öz anlamını az veya çok gözden kaçırmış olur.
(...)
Bunun için mütercimler Kur’an’ın nazil olduğu dönemde dilbilimsel (linguistic) kullanışları esas almalı ve Kur’an’ın bazı deyimlerinin –özellikle soyut kavramlarla ilgili olanların– zamanla halkın zihninde ince bir değişime uğradığını, bu sebeple klasik dönemden sonra kazandıkları anlamlara uygun tercüme yapmaktan kaçınılması gerektiğini hiç bir zaman hatırdan çıkarmamalıdırlar.[11]


KAYNAK: Dücane Cündioğlu, "Kur'an Çevirilerinde Yöntem Sorunu ve Bir Örnek", Kelime Dergisi, Ekim 1987

Ek okumalar için tıklayınız:





[1] W. Montgomery Watt, Modern Dünyada İslâm Vahyi (çev. Mehmet S. Aydın, Ankara: Hülbe Yayınları, 1982), s. 47.
[2] Watt, Modern Dünyada İslâm Vahyi, s. 47.
[3] Toshihiko İzutsu, Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar (çev. Selahattin Ayaz, İstanbul: Pınar Yayınları, 1984), s. 22.
[4] Esed, “The Message of the Qur’an (Önsöz)”, çev. Ahmet Ertürk, Kelime, 10 (Mart 1987), s. 49.
[5] Watt, Modern Dünyada İslâm Vahyi, s. 47.
[6] Esed, “The Message of the Qur’an (Önsöz)”, s. 49.
[7] Muhammed Tevfik Sıdkî, “Kalb Kelimesinin Kur’an’da Kullanımı”, (çev, Hikmet Zeyveli), Kelime Dergisi, sy. 3, s. 21, Konya 1986
[8] Mesela bkz. Tefsir’ul-Celaleyn.
* Sözgelimi Ali Bulaç’ın, Kur’an’da “yolda kalmış kimseler için” kullanılan ibn’us-sebil kavramına, “yol oğlu” gibi çok ilginç bir karşılık icad etmesinin gerekçesi de lafza uygunluk endişesi olmalıdır.
[9] Hüseyin Atay, Büyük Lugat, Ankara, 1981, III/?
[10] Günaltay, “Kable’l-İslâm Araplarda İçtimaî Aile”, Darülfünun İlahiyat Fakültesi Mecmuası, I: 4 (1926).
* Burada Mevdudi’nin Tefhim’ul-Kur’an adlı tefsirinde yer alan mealine de işaret etmeliyiz: “Her insanın kaderini (kısmetini) boynuna doladık.”
* Dünya İslam Birliği Teşkilatı’nın siparişi üzerine hazırlanan bir mealin İlahiyat Fakültesi hocalarınca kotarılmış olması, sanıyorum bu konuda çok üzücü bir örnek teşkil etmektedir.
[11] Muhammed Esed, The Message of the Qur’an, s. 48-50.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder