Giriş
Kur’an’ı
anlamak ve/veya anlatmak hususunda çaba sarfeden kimselerin, Kur’an’ın
öncelikle VI. yüzyılın başlarında yaşayan bir Arap toplumuna hitap etmiş olduğu
gerçeğini gözardı etmeleri halinde birtakım hatalara düşmeleri kaçınılmaz
olacaktır. Nitekim olmuştur da. Sözkonusu zaafın boyutlarını en iyi, Kur’an
dilinin Arapça olduğu esasından hareketle açıklayabileceğimizi
sanıyoruz.
Ancak Kur’an, kendi dilinin Arapça olduğunu sık sık tasrih
ederken elbette salt bunun, başka bir dil olmadığını vurguluyor değildi. Yani قرآناً عربياً (Arapça Kur’an) terkibi, Watt’ın deyimiyle:
altıncı yüzyıl
başlarında yaşayan Arapların aşina oldukları birtakım kelimelerin kullanılmış
olmasından daha fazla bir anlam ifade etmektedir.[1]
Kur’an’ın
nazil olduğu topluma hitap ederken izlediği yöntemi, diğer bir deyişle yerel
unsurları kullanmadaki başarısını kavramanın, aynı zamanda onun mentalitesini
kavramak olacağı kanaatindeyiz. Bu bakımdan peygamberlerin kendi toplumlarının
diliyle gönderilmelerinin hikmeti (İbrahim: 4) bu çerçevede aranmalıdır; zira
her dilin kendi bünyesinde, içinde geliştiği kültür sahasının geçmişteki
tecrübesini sakladığı[2]
dikkate alınacak olursa, bizim için dil
ile kültür arasındaki iç-bağlantıyı
kavramanın,[3] bu
açıdan bir zorunluluğu tazammun ettiği anlaşılır. Muhammed Esed’e,
(Kur’an’ın) özünü kavrayabilmek için Arapların
Kur’an nazil olduğu zaman hissettiklerini ve düşündüklerini hissedebilmek ve
düşünebilmek ve onların dilbilimsel (linguistic) sembollere verdikleri
anlamları kavrayabilmek gerekir.[4]
ve Montgomery Watt’a,
Kur’an’ın iyice anlaşılabilmesi için, özellikle
çölde yaşayan Arapların yaşadıkları hayatın ve onlara ait düşünme tarzlarının
bilinmesi gerekmektedir.[5]
dedirten işte bu temel endişedir. Çünkü her dilin halkın özel hayat
anlayışını ve gerçekliği kavrama biçimlerini ifade eden bir semboller zinciri
olduğunda[6] bir
kuşku yoktur.
Kimi müslümanlar
böyle bir yaklaşımın, Kur’an’ın çağlara hitabeden özelliğini iptal etmek demek
olduğunu düşünebilirler. Ancak bilinmelidir ki Kur’an’ın nazil olduğu toplum
ile kendi arasındaki özel şartlar ihmal edildiği takdirde Kur’an’ın mesajının
ve üslubunun evrenselliği ciddi dayanaklarını yitirmiş olacaktır. Dolayısıyla
mahiyetini vazıh bir biçimde ortaya koyamadığımız bir evrensellik vehminden yola çıkarak, Kur’an’ın âlemleri ve çağları
ihata eden mesajıyla üslubu arasında bir çelişki olduğunu öne süremeyiz.
Nitekim Arabın gerçekte sahih olmayan düşüncelerden hareketle bazı mânâlar
için türetmiş olduğu ve Kur’an’ın nüzul dönemine kadar yaygın bir kullanım
alanı kazanan bazı kelimelerin –türetilme esaslarındaki hatalara rağmen–
Kur’an tarafından kullanılmaktan müstağni kalınmadığını inkâr edecek değiliz.
Çünkü bu, Arap diliyle inmekte olan Kur’an için kaçınılmaz bir şeydi[7]
diyen Tevfik Sıdki’nin, bu sözleriyle yukarıda açıklamaya çalıştığımız üslûb
meselesine ne kadar cesaretle (vukufiyetle) yaklaştığına dikkat edilmelidir.
BİR
Girişte
sözünü ettiğimiz zaafın yol açtığı hatalardan bir örnek vermek üzere, İsrâ
sûresinin 13. ayetinin dilimizdeki meallerinden birkaçını ele alacağız.
a.
Her insanın da kuşunu boynunda kendine takmışızdır ve
onun için kıyamet günü bir kitab çıkarırız ki neşrolunarak onu şöyle karşılar.
(Elmalılı Hamdi Yazır)
b. Her insanın (amel) kuşunu boynuna doladık. Kıyamet günü
onun için açılmış olarak bulacağı bir kitap çıkarırız. (Süleyman Ateş)
c. Biz, her insanın kuşunu (işlediklerini, yaptıklarını)
kendi boynuna doladık, kıyamet gününde onun için açılmış olarak önüne konacak
bir kitab çıkarırız. (Ali Bulaç)
Buraya tek
tek almaya gerek duymadığımız diğer Türkçe meallerde de sözkonusu ibare
kendisine amellerini, işlediklerini, yaptıklarını gibi karşılıklar bulmaktan
kurtulamamıştır. Ayrıca kelimelerin kısa karşılıklarının verildiği bazı Arapça
çalışmalarda da[8]
ibareye aynı tür karşılıklar verilmiştir. Ancak Hasan Basri Çantay’ın ibareyi
diğerlerinden pek de farklı olmayan bir şekilde mânâlandırdıktan sonra dipnotta
meseleyi gayet güzel açıklığa kavuşturduğuna değinmeliyiz. Hiç değilse dipnotta
ayetin arka planını vermekle, bir yanlışa meydan vermekten kaçınmıştır. Oysa
(b) ve (c) şıklarında zikri geçen meallerin sahipleri bunu yapmayıp “boyna
dolanan amel kuşu”(!) ile okuyucuyu hiç çekinmeden karşı karşıya
getirmişlerdir.
Yukarıda
zikrettiğimiz ayet meallerinin özellikle ilk cümlelerinden ne anlaşıldığı
sorusunu, bu mealleri vermeden önce mütercimlerin kendi kendilerine sormaları
gerekirdi sanırım.
Elmalılı Hamdi Yazır, “Her
insanın da kuşunu” ifadesinin ne demek olduğunu kısa da olsa eserinin
tefsir kısmında açıklığa kavuşturduğundan ve zaten meali bir tefsir içinde yer
aldığından, doğrudan bir yanlışa meydan vermemiştir. Ayrıca Elmalılı’nın
ayetlere mânâ vermede kendine has ve kendi içinde tutarlılığı bulunan bir
yöntem izlemiş olduğunu dikkate almak, onun bu tür garipliklerinin niçinini
çözmede açıklayıcı olabilir. Ancak onu kopya edip hiçbir açıklamada bulunmayan
iki meal ile sözkonusu kelimenin karşılığında alâkası olmayan anlamlar icat
eden diğerlerinin durumunu nasıl izah edeceğiz?
Bu tür garip
sonuçlara sebebiyet veren mânâlandırmaların ardında, ayetlerde geçen lafızların
aslına sadık kalmak gibi görünüşte cazip ve rahatlatıcı bir gerekçenin yattığı
öne sürülebilir; yani meali hazırlayan şahıs, karşılığını vermede zorluk
çektiği bir kelimenin mot-a-mot çevirisini yapmakla hiç olmazsa yanlış bir
anlam vermekten korunduğunu sanmış olabilir.*
Oysa gerçekte durum bu kadar basit midir? Zevahir sadece orijinale sadık kalmak
endişesiyle kurtarılabilir mi? Sanmıyoruz. Çünkü giriş bölümünde de işaret
ettiğimiz gibi bu mesele, Kur’an’ın mesajının ve üslubunun bütününde
kavranmasıyla ilgili bir keyfiyet arzetmektedir; yani dil ile kültür arasındaki
münasebetin kavranmasıyla.
İKİ
Buraya kadar
verdiğimiz izahattan sonra, birtakım vecizelerin icadına(!) yol açan ibarenin
incelenmesine geçebiliriz.
وَكُلَّ إِنسَانٍ أَلْزَمْنَاهُ طَآئِرَهُ فِي عُنُقِهِ
Meallerimizde, “kuşunu, (amel) kuşunu,
amellerini, işlediklerini, yaptıklarını” şeklinde karşılanan kelime طَآئِرَهُ'dur.
Fiil olarak uçmak, havada
durmak anlamına gelen târa,
teteyyera şeklinde ب ve من harf-i cerleri ile kullanıldığında,
fal bakmak, tuttuğu falı kötüye yormak, uğursuz saymak mânâlarını kazanır. Tayr kuş, tavuk, pay, hisse, şans,
uğurlu veya uğursuz sayılan nesne, olay demektir.[9]
Tâir kelimesi Kur’an’da bu şekliyle,
“kuş” anlamında kullanıldığı
gibi (En’am: 38), طآئركم
(uğursuzluğunuz) (Neml: 47; Yâsin: 19), طآئرهم
(uğursuzlukları) (Araf: 131) anlamında da kullanılmıştır.
Görüldüğü
gibi ibare, amelleri, işledikleri,
yaptıkları vb. şeklinde mânâların icadına şimdilik izin vermemektedir. Fakat uğursuzluk anlamının yanında kelimenin kuş anlamına da geldiği kesindir. Bir kelimenin farklı anlamlar
taşımasında, birden fazla anlama gelmesinde bir fevkaladelik bulunmamaktadır
elbette. Ancak uğursuzluk ve
fal bakmak ile kuş ve
uçmak mânâlarının aynı kelimenin karşılığı olmalarının, diğer bir deyişle
aynı semantik alanı paylaşmalarının bir açıklaması olması gerekmez mi?
İşte bize bu
açıklamayı, sadeleştirerek aşağıya aldığımız şu satırlar gayet net bir şekilde
yapmaktadır:
Cahiliye Arapları, bugün Orta Afrika’nın ilkel
kabilelerinde görüldüğü gibi falcılığa oldukça ilgi duyuyorlardı. Sıradan
hadiselere bir olağanüstülük isnad edip bunları fal konusu yapmak veya onları
uğursuzluğa yormak alışkanlığı iyafet,
tarrâk, zelem gibi falcılıkları ortaya çıkarmıştı. İyafet, kuşlarla fal bakmaktır. Kuşun uçması ve göçmesiyle, isim ve
sesiyle, tüneyip konmasıyla icra edilirdi. Araplar iyafete pek düşkün
olduklarından kâhinler ve kâifler gibi, bir de iyafet ile uğraşan aifler vardı. Kuşların yalnız uçmasıyla
fal bakmaya tîra, kuşla fal bakana da
zâcir denilirdi. Kuşun uçmasıyla fal
bakmak için zâcir, kuşu uçururdu. Soldan sağa uçarsa uğurlu, sağdan sola uçtuğu
takdirde ise, bu bir uğursuzluk sayılırdı. (...) Bu suretle fal bakmak için her
zaman aif veya zâcirlere başvurulmazdı. Herkes kendi kendine de kuş uçurarak
fal bakabilirdi. Sefere veya ava çıkan Arap yolda önünde bir kuş uçarsa, bundan
birtakım (hayır ya da şerre ait) hükümler çıkarırdı. (...) Kuşun konduğu
yerlere ve konduktan sonra ötmesine bakarak da (aynı şeyleri yapardı.)[10]
Mümkün
mertebe kısaltmalar yaparak aldığımız bu paragraftan, tâir kelimesinin
niçin hem kuş hem de uğursuzluk anlamına geldiği anlaşılmıştır sanırız. Nitekim
bizim toplumumuzda da devlet kuşunun
başa konması, kuşun insan üzerine pislemesinin hayra yorulması, güvercinlerin
şans, kısmet hususlarında fal bakmak için kullanılması, hatta Milli Piyango’nun güvercinle
sembolize edilmesi hep aynı zecr’ut-tayr
bâtıl inanışının halk nezdinde süregelen izleridir.
Bağlamak,
takmak, dolamak gibi, bir kuşun zaptedilmesinden yola çıkarak elzeme fiiline verilen bu tür anlamlar
dışında, fiilin tayin etmek, gerekli kılmak, sabit tutmak, devam ettirmek,
tahsis etmek şeklinde daha zengin anlamlar da taşıdığı düşünülecek olursa,
Kur’an’ın bu ayetinin, insanın, bahtını birtakım vasıtalarla öğrenmeye çalışmasının
ve bu vasıtalarla geleceği hakkında bilgiler edindiğini sanıp ona göre
davranmasının batıl olduğunu anlattığı daha net bir şekilde anlaşılabilir.
Nitekim bu anlamı, görebildiklerimiz içinde doğruya en yakın bir biçimde Sadi Irmak verebilmiştir:
Her insanın kaderini tayin etmişizdir ve mahşer
günü amellerinin defterini açıp önlerine koyacağız.*
Bu örnekte
görüldüğü gibi, istenildiği takdirde zorlamalara gitmeksizin, ayetin anlamı
pekâlâ aktarılabilmektedir. Ayrıca deyimle ilgili kısa bir bilgi de verildiğinde
sanıyorum, ayetten murad edilen mânâ tamam olacaktır. Fakat bazı kimseler böyle
bir yöntemi geniş bir serbestiye kapı açmakla suçlayabilirler. Oysa bu, daha
önce de belirttiğimiz gibi, mot-a-mot tercümenin güven verici gibi görünen
şemsiyesi altına girmekten başka bir şey değildir. Nitekim sırf bu zaaf
nedeniyle, makalemize konu edindiğimiz ayette de olduğu gibi, Allah Teala’nın
kastetmediği bir mânâ hiç düşünülmeden O’na izafe edilebilmektedir.
Sonuç
Türkçedeki
meal çalışmalarının ortak özelliği hazmedilmemiş bilgilere dayanan ve kısa
sürede bitirilen piyasa işleri olduğundan, genelde birbirlerinin hatalarını
düzeltmek gibi bir fonksiyonu icra ettiklerine kolay kolay rastlamak mümkün
olamamaktadır.* Bu bakımdan biz,
kopyacılığın, taklitçiliğin ticarî çıkarlarla bu kadar iç içe olduğu bir
toplumda ciddi gelişmelerin kısa sürede vuku bulacağına inanmıyoruz. Ancak bu
ve benzeri makalelerin Kur’an’ı anlama çabasındaki kimselere küçük bir katkıda
bulunması halinde kendimizi kazançlı sayacağız.
Sözlerimizi
Esed’den yapacağımız bir alıntıyla noktalıyoruz:
Mütercim, sözkonusu dilin kavramsal sembolizmini
kendi içinde yeniden üretmedikçe, –yani bütün tabiiliği ve saflığıyla kendi
kulağında şakıdığını duymadıkça–
yaptığı tercüme, ele aldığı konunun lafzî yönünü yansıtmaktan başka bir şeye
benzemez ve orijinal metnin öz anlamını az veya çok gözden kaçırmış olur.
(...)
Bunun için mütercimler Kur’an’ın nazil olduğu dönemde dilbilimsel (linguistic)
kullanışları esas almalı ve Kur’an’ın bazı deyimlerinin –özellikle soyut
kavramlarla ilgili olanların– zamanla halkın zihninde ince bir değişime
uğradığını, bu sebeple klasik dönemden sonra kazandıkları anlamlara uygun
tercüme yapmaktan kaçınılması gerektiğini hiç bir zaman hatırdan
çıkarmamalıdırlar.[11]
KAYNAK: Dücane Cündioğlu, "Kur'an Çevirilerinde Yöntem Sorunu ve Bir Örnek", Kelime Dergisi, Ekim 1987
Ek okumalar için tıklayınız:
[1] W.
Montgomery Watt, Modern Dünyada İslâm Vahyi (çev. Mehmet S. Aydın,
Ankara: Hülbe Yayınları, 1982), s. 47.
[2] Watt,
Modern Dünyada İslâm Vahyi, s. 47.
[3]
Toshihiko İzutsu, Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar (çev. Selahattin
Ayaz, İstanbul: Pınar Yayınları, 1984), s. 22.
[4] Esed,
“The Message of the Qur’an (Önsöz)”, çev. Ahmet Ertürk, Kelime, 10 (Mart
1987), s. 49.
[5] Watt,
Modern Dünyada İslâm Vahyi, s. 47.
[6] Esed,
“The Message of the Qur’an (Önsöz)”, s. 49.
[7]
Muhammed Tevfik Sıdkî, “Kalb Kelimesinin Kur’an’da Kullanımı”, (çev, Hikmet
Zeyveli), Kelime Dergisi, sy. 3, s. 21, Konya 1986
[8]
Mesela bkz. Tefsir’ul-Celaleyn.
* Sözgelimi Ali Bulaç’ın, Kur’an’da
“yolda kalmış kimseler için” kullanılan ibn’us-sebil kavramına, “yol
oğlu” gibi çok ilginç bir karşılık icad etmesinin gerekçesi de lafza uygunluk
endişesi olmalıdır.
[9]
Hüseyin Atay, Büyük Lugat, Ankara, 1981, III/?
[10]
Günaltay, “Kable’l-İslâm Araplarda İçtimaî Aile”, Darülfünun İlahiyat
Fakültesi Mecmuası, I: 4 (1926).
* Burada Mevdudi’nin Tefhim’ul-Kur’an
adlı tefsirinde yer alan mealine de işaret etmeliyiz: “Her insanın kaderini (kısmetini)
boynuna doladık.”
* Dünya İslam Birliği Teşkilatı’nın
siparişi üzerine hazırlanan bir mealin İlahiyat Fakültesi hocalarınca
kotarılmış olması, sanıyorum bu konuda çok üzücü bir örnek teşkil etmektedir.
[11]
Muhammed Esed, The Message of the Qur’an,
s. 48-50.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder