19-26 Eylül 1998
Kur’an-ı Kerim'in evvelemirde sözlü kültüre sahip bir topluma, 1400 küsur yıl öncesi Arap toplumuna hitaben nâzil olduğunu, bu nedenle de Kur’an'ın kelime hazinesinin sözlü kültürün normları çerçevesinde şekillendiğini ihmal eden, Kur’an'ın esas itibariyle sözlü metin olduğunun farkına var(a)mayan bir zihniyetin, hiç tereddüt etmeksizin Kur’an'ın hikmet ve tebligâtını anlamakta başarısız olacağını söyleyebiliriz. Çünkü bu zihniyet, Kur’an kelimelerini Kur’an'ın nâzil olduğu dönemdeki anlamlarına değil, sonradan kazandıkları anlamlara istinaden yorumlamaya kalkışacak, dolayısıyla bir kelimenin sözlü kültür çerçevesinde taşıdığı anlamdan ziyade, yazılı kültüre geçtikten sonraki anlamına itibar etmek hatasını işleyecektir. Nitekim bu zaaftan kaynaklanan hatalara dâir Kur’an çevirilerinden ve tefsir kitaplarından çeşitli misaller vermek mümkündür.
Kur’an âlimlerinin ekseriyeti, Peygamber
efendimize ilk nâzil olan ayet öbeğinin, Mushaf'ta 96. sırada yer alan
Alak Sûresi'nin ilk beş ayeti olduğu kanaatindedir. Bu ayet öbeğinin ilk
cümlesi, Türkçe Kur’an çevirilerinin çoğunda şu şekilde ifade edilmiştir:
Rabbinin adıyla oku!
Bu ayette geçen bâ edatının (bi-ismi)
işlevini farklı bir biçimde değerlendiren kimseler, mezkur ayete şu şekilde
anlam vermektedirler:
Rabbinin adına
oku!
(Burada Türkçe'deki “Kanun nâmına” deyişini hatırlayınız.)
Bâ edatının bu cümledeki rolünün önemini teslim etmekle birlikte biz
şimdilik bu hususu bir kenara bırakıp cümlenin anlamını belirleyen ‘oku’ (ikrâ) emrinin delâletini bahis mevzûu
edeceğiz. Öyle ya, Kur’an'ın ilk inen ayetinde geçen ‘oku’ emrine muhatab olan
kimseler, yerine getirmekle mükellef oldukları bu eylemi nasıl tanımlıyorlar, bu emri nasıl anlıyorlar?
Yaygın kanaati şu şekilde özetleyebiliriz:
Bu
ayet, öncelikli olarak Peygamber Efendimize hitab ediyor ve kendisinden Kur’an okuması isteniyor. Nitekim Efendimizin
Hira mağarasında Cebrail'den vahyi telakkî ettiğine ve kendisinin “Ben okuma
bilmem” dediğine dâir rivayetler mevcuttur. Binaenaleyh 4. ayetteki “Kalemle
öğretti” ifadesi de dikkate alınırsa okuma-yazma
bilmenin faydaları anlaşılır. Kezâ Kalem Sûresi'nin ilk ayetinde
okuma-yazma araçlarına verilen değer açıkça belirtilmektedir. Bütün müslümanlar
okuma-yazma öğrenmeli, okumaya çok önem vermelidirler. [Bu noktadan sonra, okuma-yazma araçları ve okuma-yazmanın önemi hakkında nakledilecek
rivayetlerin, sarfedilecek sözlerin miktarını varın siz hesaplayın.]
Bu minvaldeki görüşleri temsilen şu alıntıyı
yapmakla yetiniyorum:
Okuyup yazmaya dair olan beş ayetin inişini
kaplayan bütün şartlar, Peygamber'in tuttuğu yol, bilginin, İslâm'ın beş esası
arasında yer alması gerektiğini göstermektedir. Okuma, bilginin aracı olarak
emredilmiştir. Şu halde bu beş esas arasına şehadet kelimesi'nden sonra, bilgi edinmek için yetiştirici ve öğretici
Allah adına okuyup yazma da eklenmelidir. (Nevzat Ayasbeyoğlu, İslâmiyet'in Eğitimimize Getirdiği Değerler ve Kur’an-ı Kerim'in Eğitim ile İlgili Ayetlerinin Tahlili, sh. 68-69, İstanbul, 1991)
Kitab kelimesini bugünkü anlamıyla kitab (yazılı metin), Kalem kelimesini de kezâ bugünkü
anlamıyla kalem olarak anlayan bir kültür muhitinin mensupları, hiç kuşku yok
ki okumak denince de hemen yazılı bir
metni okumaktan söz edildiğini düşüneceklerdir.
Yazılı kültürün hâkim olduğu
bir toplumda kitap, kalem, defter, kırtas
(kağıt) gibi okuma-yazma araçları öne çıkıp ezber (hıfz) ve yineleme (tekrar)
ikinci plana itilirken, sözlü kültürlerde tam aksi bir eğilimin olması
tabiidir. Binaenaleyh bu tür sözcüklerin yazılı kültüre geçildikten sonra kazandıkları
mânânın Kur’an'daki emsâlleri için de geçerli olduğunu düşünmek fevkâlede
yanıltıcı olacaktır.
İşte şu kitap
ki onda hiçbir şüphe yoktur. (Bakara: 2)
Bu ayeti okuyan bir kimsenin aklına ister istemez
mushaf gelmekte ve o da bu sözcükle
elindeki yazılı metnin kastedildiğini sanmaktadır. Oysa bu ayet nâzil
olduğunda, müslümanların ellerinde bugünkü gibi bir Kitab bulunmuyordu.
[Zâlike (şu) ism-i işaretiyle ilgili teviller hatırlanmalıdır: Niçin bu değil de şu?
Bu-ara-da Mushaf'ın yazılı metnin (yazılan/okunan metnin), buna mukabil Kur’an'ın ise sözlü metnin (söylenen/dinlenen metnin) ismi olduğu, birinin “mektub ve mebsûr”, diğerinin ise “meşfuh ve mesmû” bulunduğu unutulmamalıdır.]
Oku emri için de aynı itiraz geçerlidir; hem Hz. Peygamber okuma-yazma bilmiyordu,
hem de önünde okuması gereken yazılı bir metin bulunmuyordu. Bu emrin Kur’an'ın
ilk inen ayetinde yer aldığı kabul edildiği takdirde, Hz. Peygamber neyi nasıl
okuyacaktı?
Arapça'da kıraat
(okuma) kelimesi, bugün olduğu gibi kişinin kendi başına gerçekleştirdiği bir eylemin
adı (=read) değil, üçüncü kişilere
yönelik bir eylemin adıdır. Kitab'ı (metni) okumak, onu üçüncü kişilere okumaktır.
Fiil lâzım (=pasif) değil, müteaddi (=aktif) karakterdedir. Nitekim
Türkçe'de “şarkı okumak”, “meydan okumak”, “canına okumak” deyişlerindeki okumak gibi, Kur’an Arapçasında da okumak fiili, farklı bir okuma türüne
işaret eder.
Kur’an okunduğunda (A‘raf: 204) susulur ve
dinlenilir. Çünkü Kur’an söylenilen ve dinlenilen bir metindir; dolayısıyla oku emri (ikra), yazılı bir metni okumak anlamına gelmez, herhangibir
kitabı okumak anlamına ise hiç gelmez. [Burada kadîm Arapların ikrâ selâmî alâ fulânin (selâmımı filana
oku=götür/ilet/bildir) şeklindeki sözü hatırlanmalıdır.]
Kitap okumayı, okuma-yazma
öğrenmeyi, ilim-irfan sahibi olmayı teşvik etmek maksadıyla Kur’an
kelimelerinin orijinal anlamlarını bozmak, Kur’an'ın anlam dünyasını
değiştirmek yerine bu zengin dünyaya nasıl dahil olabileceğimizin hesabını
yapmak, hem dünyamız, hem de ahiretimiz için daha isabetli ve daha hayırlı bir
tercih değil midir?
* * *
Kur’an-ı Kerim 23 küsur yıllık bir zaman
diliminde peyderpey nâzil oldu. İlk önce, yeryüzünün belli bir bölgesinde
(Hicaz'da) yaşayan insanlara, Peygamber Efendimiz'in zamanında ve onun yaşadığı
topraklarda yaşayan insanlara hitab etti; büyük ölçüde okuma-yazma bilmeyen ümmî insanlara. İşte bu nedenle
Kur’an'ın nâzil olduğu toplum, bir yazısız toplum (without writing society) idi, okuma-yazma bilmeyenler topluluğu anlamında değil, okuma-yazma'nın gerekli kıldığı alışkanlıklara ve kavramlara
sahip olmayanların yaşadıkları bir dünya anlamında bir yazısız toplum idi. Kur’an böyle bir topluluk içerisinde yaşayan
bir zâta, Ümmî Nebî'ye (s.a) nâzil oldu ve o da aldığı vahyi çevresindeki
insanlara (başkalarına) okudu/duyurdu.
Kur’an'ın Türkçe çevirilerinde “Yaratan Rabbinin
adıyla/adına oku” (Alak: 1) şeklinde yer alan ayet, yaygın kanaate göre
Kur’an'ın ilk inen ayeti olduğundan, burada cevaplanması lâzım gelen bazı
sualler vardır: Hz. Peygamber okuma-yazma
biliyor muydu? Hz. Peygamber'den okuması istenen şey neydi?
Peygamber Efendimizin okuma yazma bilmediği,
genel kabul görmüş bir kanaattir ve zâten sıfatlarından biri de ümmî'dir. Bu
kelimenin çoğulu (ümmiyyûn),
Kur’an'da bazen “Ehl-i Kitab olmayanlar/Araplar” (msl. 3: 20), bazen “Kitab'ı
bilmeyenler/Kitab'ın içindekilerden cahil olanlar” (msl. 2: 78), bazen de “Yahudi
olmayan” (İbranice goyim, İngilizce centile) mânâsında (msl. 3: 75, 62: 2)
geçer ki bu sonuncusu, Yunanca'daki barbar,
Arapça'daki acem kelimesinin
eşanlamlısıdır.
Bu kelime Hz. Peygamber'e nisbet edildiğinde (en-nebiyy'ul-ümmî) hangi anlama gelir?
Elmalılı Hamdi Yazır şöyle cevap veriyor:
a) Anasından doğduğu hâl üzere kalmış, fıtratı bozulmamış.
b) Araplara mensup olan kişi, ki Araplar hesap-kitap bilmezlerdi.
c) Umm'ul-Kurâ'ya mensup/Mekkeli.
Bu üç nisbetin üçünde de ümmî kelimesi, “okuyup-yazmakla uğraşmamış” mânâsında bir vasıftır.
(Hak Dini Kur’an Dili, IV/2297)
İkrâ kelimesinin kök anlamının yanısıra, bu açıklamalar da gösteriyor ki
Ümmî Nebî'den istenen yazılı bir metni okuması değildi, üstelik ortada böyle
bir yazılı metin de yoktu.
İngilizce çevirilerde Alâk: 1 ayetine verilen
bazı karşılıklara bir bakalım:
• Recite! (Arberry)
• Proclaim!
(or Read!) (Yusuf Ali: İqraa my mean ‘read’, or ‘recite or
rehearse’, or ‘proclaim aloud’).
Mütercimlerin read yerine recite veya proclaim kelimelerini seçmeleri, hiç
kuşku yok ki Kur’an'ın orijinalinde bulunan “ilan etmek, inşâd etmek, ezbere okumak,
tekrarlamak, dile getirmek, duyurmak” şeklindeki vurguyu gösterebilmek
endişesine matuftur. Çünkü buradaki okuma,
bir yazılı metni okuma anlamına gelmemektedir. Ancak Muhammed Esed, bu sözlü okuma edimine işaret etmekle
birlikte kelimeyi bilhassa read ile
çevirmektedir.
Gerekçesi de şudur: Sözlü
okuma; yani şiir ve şarkı okumada olduğu gibi meşfuhen (dudak vasıtasıyla ve ezbere) okuma, zihinde bir
önhazırlık yapmayı, ezberlemeyi, anlayarak veya anlamadan dil ile söylemeyi
gerektirir. Oysa yazılı bir metni okumak böyle değildir. O dışarıdan alınan bir
şeyi yüksek sesle olsun ya da olmasın, ama anlamak niyetiyle bilinçli olarak
zihne nakşetmeyi ifade eder.
Hz. Peygamber'in yazılı bir metne muhatab olmadığı
ve yazılı bir metni de okumadığı anlaşıldığına göre, Kur’an kendisine nâzil
olduğunda, onu insanlara meşfûhen
(sözlü olarak) okumuş/duyurmuş, muhatabları da Kur’an'ı mesmûen (yine sözlü olarak) telakki ve tefehhüm etmişlerdir.
Nitekim Kur’an ayetleri bu konuda gayet sarihtir:
• Kur’an okunduğunda onu dinleyin (7: 204)
• Kendisine ayetlerimiz okunduğunda,
sanki hiç işitmemiş gibi... (31: 7)
• Bu Kur’an'ı dinlemeyin... (41: 26)
• Rasûl'e indirileni işittiklerinde... (5: 83), vs.
Bu durumda ‘oku’ (ikrâ) emrinin nesnesi olarak
akla Hz. Peygamber'e nâzil olan Kur’an gelmektedir ki zaten bu kelimenin anlamı
da okunan'dır. Bu takdirde ayet,
“(Sana indirileni, insanlara) Rabbinin adıyla oku/duyur!” şeklinde Türkçe'ye
çevrilebilir ve böylelikle Kelâmullah'a Kur’an
(=Okunan) adının verilmiş olmasının bir sebebine de işaret edilmiş
olur.
Fiilin nesnesini tayin bakımından umumî kanaat
böyle olmakla birlikte, biz farklı bir yorumun kapısını aralamanın da mümkün
olduğunu düşünüyoruz. Sözgelimi şu ayetlerin grameri üzerinde biraz duralım:
• “Rabbi'nin azîm ismini tesbih et!” (Vâkıâ: 74, 96; Hâkka: 52)
• “Rabbinin yüce ismini tesbih et!” (A‘lâ: 1)
• “Rabbinin ismini zikret!” (Müzzemmil: 8; İnsan: 25; A‘lâ: 14)
• “Rabbinin ismi yüce, çok yüce!” (Rahman: 78)
Rabbin isminin zikr, tesbih ve tebrik
(takdis) edilmesiyle alâkalı bu kullanımlar, acaba ikrâ bi-ismi rabbike formuyla birlikte düşünülebilir mi? Acaba ayetteki ikrâ emri, Rabbin ismi
terkibini kendisine nesne olarak alabilir mi? Cenab-ı Allah, Peygamber Efendimize
ilk inzâl eylediği bu ayette, ondan ismini
ilan ve inşâd (zikr u tesbih) etmesini istiyor olabilir mi?
Hiç kuşkusuz ki bu sualler, bir yazıyla
geçiştirilemeyecek denli mufassal cevaplara muhtaç. Bu nedenle biz şimdilik bu
meseleyi ehline havale edip burada, Tevrat'ta geçen bir ibareyi nazar-ı
dikkatlere sunalım:
ויקרא בשם יהוה
Ve İbrahim Rabb'in ismini çağırdı. (Tekvin, 12: 8 ve 13: 4)
Arapça'ya deâ
bi-ismi'r-Rabb, İngilizce'ye called
on the name of the Lord şeklinde çevrilen bu ibarenin aslı (İbranicesi) kârâ bâşem yahve'dir. (Yahve rabb, bâşem bi-ismi demektir. Kârâ
ise (ikrâ'nın) geçmiş zaman kipidir.)
Sizin anlayacağınız, aşılacak çok tepe var ve
fakat henüz talib yok!
Ek okumalar için tıklayınız:



Hiç yorum yok:
Yorum Gönder