Sayfalar

KUR'AN'DA ÇOKEŞLİLİK MESELESİ


12-15 Aralık 2000 

Çokeşlilik meselesi, II. Meşrûtiyet'ten bu yana bir türlü halledilememiş olmalı ki neredeyse bir asırdır ısıtılıp ısıtılıp piyasaya sürülüyor ve ister istemez lehinde ya da aleyhinde bir sürü şey söyleniyor. Aleyhinde söylenenleri ciddiye almaya gerek yok; zira bilmedikleri/anlamadıkları bir konuda konuşuyorlar ve izahtan ziyade itirazda bulunuyorlar. Ancak çokevliliğin lehinde söylenenler tam anlamıyla içler acısı. Bir yanda ayetler var, bir yanda tarihî yorumlar ve uygulamalar, bir yanda da karşı tarafı iknâ kaygısı.


Zavallı taşra aydınlarının, şehirli kızları acıtmadan dayak atmanın imkânları konusunda iknâ etmeye çalışmaları türünden bir komedi örneği. Güya Kur’an aslında tek eşliliği emrediyormuş da zaruret halinde dörde kadar evlenmek ruhsatı veriyormuş. Fakat eşler arasında adil olmak lâzımmış. Oysa ne kadar istenirse yine de âdil olunamazmış. Hal böyleyken çokevlilik de mümkün olmazmış. Kadınların sayısı erkeklerden çok olursa ya da meselâ kadın kısır, vs. olursa, erkek ne yapsınmış, bu tür zaruret hallerinde ikinci bir eş alabilirmiş. Ancak almayıp sabretmesi onun için daha iyi olurmuş. Üstelik günümüzde de zaten metres uygulaması varmış. Daha ne isteniyormuş, Kur’an bu işi meşrûlaştırıyormuş, vs.



Bu akıl almaz gerekçelerin herbirini tek tek boşa çıkartmanın çok kolay olduğunu aklı başında herkesin kabul edeceğini sanıyorum.
Şahsen müdahil olmak istemememe rağmen ısrarlı suâller nedeniyle birkaç hususa değinmeyi uygun buldum.

Tesbitlerimi ilgilenenlerin dikkatine sunarım:

1) Çokevlilik tartışmasına yol açan Nisâ: 3-4 ayetleri, öncelikle mücerred kadın ve nikâh hukukunu değil, bilâkis yetim kız ve kadınların hukukunu düzenler. Metinde geçen فِي الْيَتَامَى (yetimler hakkındaifadesinin anlamı, kuşkuya yer bırakmayacak denli sarihtir. Tek başına geçen النِّسَاءِ (kızlar/kadınlar) kelimesi ise, yetim kızlar/kadınlar” anlamındadır. Nitekim aynı sûrenin 127. ayetinde geçen aynı kelime (en-nisâ), açıkça “yetim kızlar/kadınlar” terkibiyle tasrih ve tefsir edilmiştir.

2) Bu hükümler, öncelikle sulh ve refah toplumuna değil, savaşan bir toplum yapısına ilişkindir. Nisâ Sûresi, Uhud Savaşı sonrasında nâzil olmuştur. Müslümanlar bu savaşta çok sayıda şehid vermiş, böylelikle geride birçok dul ve yetim kocasız ve babasız kalmıştır. Çözüm aranılan asıl sorun başkası değil, budur. [Yetim kelimesi basitçe “korumasız kalmış/yalnız/tek” anlamındadır; dul, hatta yaşlı kadınları da kapsar.]

3) “İkişer, üçer, dörder” ( مَثْنَىٰ وَثُلَاثَ وَرُبَاعَ) deyişi, sınırlama (dörde kadar) anlamı içermez, tahdid ve tahsis değil, bilakis teşvik (özendirme) ifade eder. Arapça'da “dörde kadar” demenin daha sarih yolları vardır ve açıklık gerektiren hukuk alanında böylesine kapalı bir ifadenin kullanımının makul bir gerekçesi gösterilemez. Bir diğer kullanım Fâtır: 1'de geçmektedir ki bütün yorumcular orada bu deyişin çokluk ifade ettiğinde birleşmişlerdir. Hz. Peygamber'in bir arada en az dokuz eşi olduğunu, kendisinin hiçbir sûrette Kur’anî hükümler karşısında istisna teşkil etmediğini, “gece namazı” gibi akla gelebilecek istisnaların ise nimet değil, külfet sadedinde bulunduğunu hatırlatmak isterim.

4) Geleneksel hukukçuların ibareyi teşvik yerine tahsis ve tahdidle yorumlamasının anlaşılabilir tarihsel ve sosyal gerekçeleri vardır. Ahlâkî tahassüslerin zayıflaması ilk asırlarda bu yorumu haklılaştırmış ve otantik bağlamı geri plana itmiştir. Bu asırda tekeşlilik yorumlarını haklılaştıran toplumsal bağlam ile fetih asırlarında dörde kadar yorumlarını haklılaştıran bağlam bazı açılardan benzerlik arzederler; zira her iki dönemin yorumcuları da metnin kendi bağlamı ile maksadını değil, içlerinde bulundukları toplumsal bağlamların zaruretlerini öncelemişlerdir.

Özetlemek gerekirse, Nisâ: 3-4 ayetleri savaş sonrası oluşan toplumsal yaraya melhem olmak amacıyla, müminlere şehid kardeşlerinin geride bıraktıkları dul ve yetimleri sahiplenmeleri gerektiğini, bunun dinî bir vecibe olduğunu ve herkesin üzerine düşeni yapması lâzım geldiğini söylemekte, bu durumu kesinlikle istismar etmemeleri konusunda da mükellefleri uyarmaktadır: ikişer, üçer, dörder, (beşer, altışar)...; yani ne kadar mümkün ve âdilâne ise o kadar!

İmdi açıklamalarımıza kaldığımız yerden devam edelim:

1) İlgili ayetler, tekrar edecek olursak, kadın ve nikâh hukukunu düzenlemek amacıyla değil, Uhud savaşı sonrasında korunmasız kalmış dul ve yetim kadınların/kızların sorunlarına çözüm aramak amacıyla nâzil olmuştur.

2) “İkişer, üçer, dörder...” tabiri dörde kadar anlamına gelmediği gibi, tashih ve tahdid (sınırlama) değil, bilâkis teşvik ifade eder. Çünkü maksad, mümin toplumu bu bîçarelerin yardımına koşmaları konusunda özendirip teşvik etmektir: elinizden geldiği kadarıyla ve en azından bir kişiye ocağınızı açmak sûretiyle...

3) Bu nedenledir ki zaten, perişan durumdaki zavallı kadın ve kızlara şehid düşmüş babalarından ve kocalarından kalan mirasın üzerine konma hesabı yapacak ve böylelikle bu vazifeyi istismar etmeyi düşünecek kimseler şiddetle uyarılmış, âdil ve insaflı davranmaya davet edilmişlerdir. Dikkat edilecek olursa, müminler sadece evlilik yoluyla değil, evlatlık almak yoluyla da yardıma çağrılmışlardır.

4) Efendimiz yürüyen Kur’an'dı ve onun ahlâkı Kur’an ahlâkı idi. Kur’an beşerî yasaların yöneticilere tanıdığı türden özel iltimaslar ve istisnalar gibi Hz. Peygamber'e iltimas geçmemiş ve kendisine böylesi özel ayrıcalıklar tanımamıştır. Peygamberimizin birarada dokuz eşi olduğu tarihen sabittir. Binaenaleyh “dörde kadar...” yorumu bu vâkıayla telif olunamaz. Taaddüd-i zevcât çokeşlilik demektir, dörde kadar eşlilik demek değildir.

5) Bir insanın evleneceği kimselerin miktarı dışarıdan müdahale yoluyla tayin edilemez. Nitekim Cenab-ı Hak da bu nedenle kimin kaç kişiyle evleneceği meselesinde sayı tahdidinde bulunmamış, bu durumu kişisel ve toplumsal olanın tabii koşullarına bırakmıştır. Kur’an'ın nâzil olduğu dönemde sadece Araplar arasında değil, bütün kadîm toplumlarda çokeşlilik, o dönemin sosyal şartlarının da etkisiyle, cârî idi ve gayet tabii de karşılanıyordu. Bu konuda Kur’an'a eleştiri yöneltmek ilk muhaliflerinin aklına bile gelmemişti.


6) Fetihler ile genişleyen ve zenginleşen İslâm toplumunda, çokeşlilik meselesinin sınırlarını tayin etmek zarureti başgösterdiğinde, hukukçular, bu yasal boşluğu, Kur’an'ın lafzına istinaden çözmeyi denemişler ve başarılı da olmuşlardır. Kısacası, evliliğin dörtle sınırlandırılması, hukukçuların yorumlarının sonucudur ve o devir şartlarında bu isabetli bir çözümdür. Ne var ki eş seçilen cariyelerin (savaşta esir alınan kadınların) sayısını sınırlamak mümkün olmamış, sınırlama sadece normal evliliklere münhasır kalmıştır.




7) Ulemanın çokevliliği sınırlandırma çabaları netice vermiş ve tarih içerisinde, zannedildiği gibi, müslüman toplumlar çokeşliliğin hâkim olduğu toplumlar olmamışlardır. Eldeki tarihî vesikalarda ve bilhassa günümüze ulaşan nüfus kayıtlarında yapılacak incelemeler bu tesbiti doğrulayacaktır, zaten yapıldığı kadarıyla bilimsel araştırmalar da bu yöndedir.

8) Modernleşme döneminde sosyal şart ve telâkkilerin değişmesiyle, bilhassa Hıristiyanlığın (Katolikliğin) kadın tasavvuruyla çevrelenmiş Batı düşüncesinin etkileriyle çokeşlilik meselesi bu sefer farklı bir biçimde gündeme gelmiş ve geleneksel İslâm hukukuna saldırılar için bu mesele bir bahane teşkil etmiştir.

9) İslâm modernistlerinin “Kur’an aslında tekeşliliği emreder” demek zorunda kalmaları ve iddialarını iki-eşlilik varsayarak temellendirmeleri savunmacı bir yaklaşımın sonucudur ve üç-eşlilik dendiğinde söyleyecekleri bir sözleri yoktur. Nitekim erkekler arasındaki dedikoduları ya da genç bekârların heveskârâne gevezeliklerini bir kenara bırakırsak, bugün ülkemizde tarafların çokeşlilik ile kastettikleri esasen iki-eşliliktir.

10) İkinci eş almak teşebbüsünde bulunan dindar kimselerin hem kendilerinin hem de ilişkide bulundukları kadınların mensup oldukları meslek gruplarının hangileri olduğuna dikkat edilirse, bu tür modern iki-eşliliklerin tartışmaya konu olan yönünün hukuktan çok ahlâkla alâkalı bir keyfiyet arzettiği görülür.

Özetlemek gerekirse, Kur’an'da evlenilecek kadınların sayıları tayin edilmemiş ve ilgili ayetler refah değil, savaş toplumuyla alâkalı hükümler getirmiştir. “En çok dört veya bir” şeklindeki açıklamalar ise zamanla ortaya çıkan ve sosyal koşullara uygunluğu (örfü) gözeten yorumlardan ibarettir.
Yorumları hayra da yorabilirsiniz, şerre de. İşte bu noktada seçiminiz sadece hukûkî olanı değil, aynı zamanda ahlâkî olanı da belirleyecektir.
Son olarak, bu konuyu tartışmak isteyen tarafların “ikinci bir eş almak suretiyle aileyi genişletmek” ile “ikinci ve ayrı bir aile kurmak” arasındaki farkı gözardı ettiklerini düşünüyorum. Oysa sözkonusu olan çokeşlilik idi, bir sözcük uydurmama izin verilirse, çokailelik değil! Nitekim büyük şehirlerde ikinci eş, “ikinci aile” anlamına geldiğinden umumiyetle “birinci aile” ya resmen ya da fiilen yıkılmakta ve böylelikle çokailelik bile mümkün olmamaktadır.
O halde kim, hangi sevdalının “ailesini genişletmek” ihtiyacıyla ve niyetiyle bu işe kalkıştığını iddia edebilir?
Unutulmamalı ki Efendimizin aynı anda dokuz zevcesi ve fakat bir ailesi vardı.

* * *
18-19 Ekim 2003



Çokevlilik meselesiyle ilgili görüşlerimi yeterince sarih olarak ifade etmiş olduğumu sanıyordum. Fakat ısrarlı sualler ve bir kısım itirazlar nedeniyle ve elbette bir daha dönmemek umuduyla bazı konulara açıklık getirmek zarureti hasıl oldu. Nasreddin Hoca misâli, anlayanlar anlamayanlara anlatsınlar, demek de şu saatten itibaren insaflı bir çözüm değeri taşımayacağı için, çaresiz, hem birkaç hususun altını vurgulamakta ve hem de meseleyi ciddiye almış görünen kesimlerin bu hususlarda yeniden düşünmelerine âcizâne bazı katkılarda bulunmakta fayda mülahaza ediyorum.



Çokeşlilik meselesi etrafındaki tartışmaların iki yönü bulunmaktadır:
Birincisi, bu meseleyle ilgili ayetleri (metni) doğru anlamak.
İkincisi, anladığımız mânâları günümüzle irtibatlandırmak.
Nitekim yazdığım ilk iki yazıda, metnin bugünle alâkasını nazar-ı itibara almayıp ayetleri sadece bir tefsir problemi çerçevesinde tahlil etmiş ve bu konuda vardığım neticeleri kamuoyuna sunmuştum. Bu konuda ortaya çıkan yeni sualleri dikkate alarak yazdığım son iki yazıda ise, çokeşlilik meselesini sosyal ve aktüel değeri itibariyle yorumlamış ve kanaat ve gözlemlerimi de açıkça dile getirmeye çalışmıştım.
Bu meselenin köşeyazılarıyla dile getirilmesinin doğuracağı sakıncaları (mesela konunun ciddiyetini takdir edemeyecek durumdaki kimselere de böylelikle davetiye çıkarılmış olacağını) tahmin etmiyor değildim. Lâkin zaten dileyen dilediği gibi dilediğini yazıp çizdiğinden, bu muhtemel sakıncaları pek önemsediğimi söyleyemem. Yapabileceğim pek birşey yoktu. Bu bakımdan anlama ve yorumlama faaliyetinin, sahiplerinden sadece ehliyet değil, aynı zamanda ciddiyet ve mesuliyet de talep ettiğine işaret etmekle yetinmiş ve böylelikle konunun kapanacağını ümid etmiştim. Ne ki sonuç umduğum gibi olmadı ve sual seli kesilmeden akmaya devam etti. Ben de tekrara düşmemek için görüşlerimi hüküm cümleleriyle değil, soru cümleleriyle yenilemeye karar verdim. Belki böylelikle sadece cevap vermek için değil, sual sormak için de kişinin dersini çalışması gerektiği anlaşılmış olur.

Suallerim kısaca şöyle:

1. İkişer, üçer, dörder (Nisa: 3) ifadesinden dörde kadar anlamının nasıl çıktığı Arap dilinin kurallarına istinaden şevahidiyle gösterilebilir mi?
Bu bir imkân sorusu, yani burada iki ihtimal var: ya gösterilemez, ya gösterilebilir. Gösterilemezse ihtilaf sakıt olmuş olur. Yok eğer gösterilebilirse, bu açıklamaların Fatır: 1 ayetinde geçen ibareye de şamil olması gerekir. Şamilse nasıl? Şamil değilse niçin?

2. Bir okur diyor ki: “Nisa 3. ayetinin nüzûlünden sonra Hz. Peygamber daha önce dörtten fazla eşi olanlara diğerlerinden ayrılıp ancak dört kadınla evli kalmayı emretmiştir. Konuyla ilgili mevcut hadîsler ve tarihî gerçekler bu hususta tereddüde yer bırakmayacak kadar açıktır.”
Madem bu tarihî gerçekler (!) insanlara bu denli açık görünüyor, o halde şu muhtemel tereddütlerin de giderilmesi gerekmez mi?

a) Nisa: 22 ayetinde müminlerin babalarının nikahı geçmiş olan kadınlarla (üvey anneleriyle) evlenmeleri yasak edilmesine rağmen ve üstelik إِلَّا مَاقَدْ سَلَفَ (geçen geçtibuyurulup önceki nikahları feshetmeye ve bu kadınları boşamaya gerek olmadığı bizzat Kur’an tarafından hem de sarahaten beyan edilmiş iken, hangi nassa istinaden daha önce kendileriyle nikah kıyılmış eşlerin dörtten ziyadesi kapı dışarı edilecek?! İddia yerine biraz zahmet edip mezkur ayetle şu herkesin bildiği tarihî gerçeklerin (!) arası bulunmalı değil mi?

b) Bu arada mükteseb hakkı ihlalin aklî ve hukukî gerekçeleri nereden ve nasıl bulunacak? Yeni yasa gereği kapı dışarıya bırakılan zavallı kadınlar veya onların masum çocukları açısından meseleye bakmak niçin ve neden düşünülmez? Öyle ya, yeni yasa gereği kimden hangi eşini, hangi ölçüye istinaden boşaması taleb edilebilir? Mesela nikah tarihlerine göre en sondan mı başlanacak, kura mı çekilecek, istihareye mi yatılacak? Bir erkek, eşlerinin dörtten ziyadesini, bir manavın tartı sırasında fazla gelen meyveleri dışarıda bırakması gibi dışarıda bırakabilir mi? Kur’an'ın mübelliğ ve tatbikçisi olan Efendimizin (s.a) böyle bir talepte bulunacağı nasıl ve hangi nassa istinaden tasavvur edilebilir? Mesela Mücadele Sûresi ve ahkamından niçin ibret alınmaz!

c) “Boşa da gel!” demenin kolay olduğunu sananlar şu tarihî gerçekleri biraz daha aydınlatsalar ya! Meselâ hangi sahabenin dörtten ziyade eşi olduğu, hangilerinin bu yeni (!) yasa gereği eşlerini boşamak zorunda kaldığı, boşadıkları eşlerin Efendimize şikayette bulunup bulunmadıkları, bulundularsa ne cevap aldıkları vs. siyer ve tabakat kitaplarından biraz araştırılsa ve araştırmalar sırasında Mücadele Suresi yeniden okunup şu “Boşa da gel!” mantığıyla surenin içeriği insafla karşılaştırılsa fena mı olur?









3) Muhataplarımdan cevaptan çok, biraz dikkat talep etmekle çok şey mi istemiş oluyorum?








Şimdilik bu kadar sual yeterli sanırım.

Çokevlilik meselesinde hem Tefsir İlmi açısından, hem de bu meselenin günümüzle irtibatı açısından vârid olan istifhamların bir iki yazıyla hall u fasl edilmesinin mümkün olmadığını bilmez değilim. Ne var ki suallerin ardı arkası kesilmiyor. Bu sebeple son olarak birkaç hususa daha işaret edip değerli ilahiyatçılarımızdan gelen soru(n)ları biraz olsun derinleştireceğini ümid ettiğim daha temelli sualler aracılığıyla bu meseleye açıklık kazandıracak birtakım başlangıç noktalarına işaret etmeye çalışacağım.

İmdi Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Efendi'nin (öl. 1942) Hak Dini Kur’an Dili adlı tefsirinden kısa bir iktibasta bulunmak istiyorum:

(...) Bundan başka sevk-i âyetin doğrudan doğru taklîli istihdaf ettiği ve evvelen ve bizzat dörtten ziyadesini nehye müteveccih bulunduğu da müsellem değildir. Gerçi bu âyet ile taaddüd-i zevcâtın âzamî dört ile tahdidi emr-i vâki ve binaenaleyh ziyadesinin nehyi de bizzarure sabit ve bu suretle âdet-i cahiliye'ye nazaran adedin tenzîli siyakında bir ‘taklîl’ mânâsıyla değil, birden dörde kadar müsaade ile yine bir nevi ‘teksîr’ siyakında bulunduğu ve Hz. Aişe'nin dediği gibi “Bakınız ben size neler helal ettim” mânâsını iş‘ar ettiği de zâhirdir. Binaenaleyh tenzil ve ziyade'den nehiy, bi'l-ibare değil, bi'l-işare'dir. (II/1285)

Önce Elmalılı'nın, Fahreddin Razî'nin tercihini eleştiri sadedinde serdettiği bu ifadelere biraz açıklık getirmeyi deneyelim:

I) Nisa: 3 ayetinin doğrudan doğruya kadınların sayısını azaltmayı hedeflediği ve öncelikle ve kesinlikle dörtten fazla eş alınmasını yasaklamaya yönelik bulunduğu müsellem değildir.
Soru: Müsellemâtın olmadığı yerde yorumların taaddüd ve ihtilafı kaçınılmaz olduğuna göre, müsellem olmayanı teslim etmekten çekinenlerin başka deliller aramaları kadar tabii ne olabilir?

II) Nisa: 3 ayeti ile
a) Çokevliliğin en fazla dört ile sınırlandırılması emr-i vâki
ve bu emr-i vâki'ye istinaden
b) Dört eşten fazlasıyla evliliğin yasaklanması bizzarure sabittir.
c) Bu ayetin akışı, Cahiliye Araplarının çokevlilik geleneklerine nisbetle evlenilecek kadınların sayısının indirimi dolayımında bir azaltma anlamı taşımamaktadır. Aksine bu akış “birden dörde kadar” izin verilmiş olmakla yine eşlerin sayısının bir tür artırımı dolayımındadır. Bu sebeple ayetin [“ikişer, üçer, dörder” ifadesinin] Hz. Aişe'nin de dediği gibi “Bakınız ben size neler helal ettim” (terğib ve teşvik) anlamına delalet ettiği zahirdir.
d) Özetle eşlerin sayısının indirimini veya artırımını yasaklama şeklindeki anlamlar ayetten bi'l-ibare değil, ancak bi'l-işare elde edilebilir.

Elmalılı merhumun Nisa: 3 ayetinin tefsirine tahsis ettiği sayfalar bu konuyu ciddiyetle tahkik edecekler için hakikaten kıymetli mülahazalar ihtiva etmekte olup ilgililerini beklemektedir. Okuru, nakletmek ve tartışmak imkânından mahrum olduğum o kıymetli eserin kendisine havaleyle iktifa edip sorulara geçmek istiyorum:

1. Eşlerin sayısının sınırlandırılması ne suretle emr-i vâkidir?
2. Nehyin sübutu niçin bizzarure olmakla nitelenmiştir?
3. Hem tahdid emr-i vâki, hem de sübut-i nehy bi'z-zarure olunca, teşvik ve tergibin zahir olmaması mümkün müdür?
4. Delaletin bi'l-ibare değil, bi'l-işare olduğu teslim edilmişken, üstelik bir vesileyle çokevliliğin esas itibariyle mahza müsaade ve mübah, havf-ı cevr takdirinde mekruh, bazı ahvalde ise mendub ve hatta vacib bulunduğuna delalet ettiği telaffuz edilip mevcut yorumların sebeb-i nüzûl kadar hikmet-i nüzule de müstenid bulunduğu sıklıkla beyan edildiğine göre, kasd-ı mütekellimi tayin çabalarının keyfî tercihlerden ziyade usûle mütevakkıf bulunduğunu göstermek için daha kaç bin sayfa yazmak gerekir?
5. Bir denklemin elemanlarından biri değiştiğinde neticenin de değişeceği muhakkak iken, usûlde (asıllarda) ihtilaf hall olunmaksızın usûlün tevlid ettiği meselelerde (füruâtta) ihtilafa mâni olunabilir mi?
6. Olunamazsa ve ihtilaf da neticede değil, denklemin unsurlarında ise, dahası denklem bir kere çözülmüşse, yapılması gereken, neticenin sağlamasını yapmak için denklemin unsurlarının yerinde olup olmadığını kontrol etmek değil midir?
7. Denklemin unsurlarıyla (usûlle) irtibat kurmayı beceremeyen nesillerin sonuçlardan hareketle öncüllere intikal etmek istemeleri İlm-i Mantık ıstılahınca müsadere ale'l-matlub vasfını kazanmış ise ve sırf bu yüzden istidlal yollarına fesad bulaşmışken mukaddemâtı ihmal edip sonuçlarda sıhhat aramak beyhude bir uğraş olmaz mı?

Bunca yıldan sonra sorulara ciddiyet kazandıracak çabaların içinde olmanın, cevap üretmeyi kolaylaştıracak alışkanlıklara dayanmaktan daha soylu bir tutum olduğuna kanaat getirmiş bulunuyorum.
Bu tutumu ciddiye almanızı sizlere de tavsiye ederim.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder