Çokeşlilik meselesi, II. Meşrûtiyet'ten bu
yana bir türlü halledilememiş olmalı ki neredeyse bir asırdır ısıtılıp ısıtılıp
piyasaya sürülüyor ve ister istemez lehinde ya da aleyhinde bir sürü şey
söyleniyor. Aleyhinde söylenenleri ciddiye almaya gerek yok; zira
bilmedikleri/anlamadıkları bir konuda konuşuyorlar ve izahtan ziyade itirazda
bulunuyorlar. Ancak çokevliliğin lehinde söylenenler tam anlamıyla içler acısı.
Bir yanda ayetler var, bir yanda tarihî yorumlar ve uygulamalar, bir yanda da karşı
tarafı iknâ kaygısı.

Zavallı
taşra aydınlarının, şehirli kızları acıtmadan dayak atmanın imkânları
konusunda iknâ etmeye çalışmaları türünden bir komedi örneği. Güya Kur’an
aslında tek eşliliği emrediyormuş da zaruret halinde dörde kadar
evlenmek ruhsatı veriyormuş. Fakat eşler arasında adil olmak lâzımmış. Oysa ne
kadar istenirse yine de âdil olunamazmış. Hal böyleyken çokevlilik de mümkün
olmazmış. Kadınların sayısı erkeklerden çok olursa ya da meselâ kadın kısır,
vs. olursa, erkek ne yapsınmış, bu tür zaruret hallerinde ikinci bir eş
alabilirmiş. Ancak almayıp sabretmesi onun için daha iyi olurmuş. Üstelik
günümüzde de zaten metres uygulaması varmış. Daha ne isteniyormuş, Kur’an bu
işi meşrûlaştırıyormuş, vs.
Bu akıl
almaz gerekçelerin herbirini tek tek boşa çıkartmanın çok kolay olduğunu aklı
başında herkesin kabul edeceğini sanıyorum.
Şahsen
müdahil olmak istemememe rağmen ısrarlı suâller nedeniyle birkaç hususa
değinmeyi uygun buldum.
Tesbitlerimi ilgilenenlerin dikkatine sunarım:
Tesbitlerimi ilgilenenlerin dikkatine sunarım:
1) Çokevlilik tartışmasına yol açan
Nisâ: 3-4 ayetleri, öncelikle mücerred kadın ve nikâh hukukunu
değil, bilâkis yetim kız ve kadınların hukukunu düzenler. Metinde geçen
فِي الْيَتَامَى (yetimler hakkında) ifadesinin anlamı, kuşkuya yer
bırakmayacak denli sarihtir. Tek başına geçen النِّسَاءِ (kızlar/kadınlar)
kelimesi ise, yetim kızlar/kadınlar” anlamındadır. Nitekim aynı sûrenin 127.
ayetinde geçen aynı kelime (en-nisâ), açıkça “yetim
kızlar/kadınlar” terkibiyle tasrih ve tefsir edilmiştir.
2) Bu hükümler, öncelikle sulh ve
refah toplumuna değil, savaşan bir toplum yapısına ilişkindir. Nisâ Sûresi,
Uhud Savaşı sonrasında nâzil olmuştur. Müslümanlar bu savaşta çok sayıda şehid
vermiş, böylelikle geride birçok dul ve yetim kocasız ve babasız kalmıştır.
Çözüm aranılan asıl sorun başkası değil, budur. [Yetim kelimesi basitçe
“korumasız kalmış/yalnız/tek” anlamındadır; dul, hatta yaşlı kadınları da
kapsar.]
3) “İkişer, üçer, dörder” ( مَثْنَىٰ وَثُلَاثَ وَرُبَاعَ) deyişi, sınırlama (dörde kadar) anlamı içermez, tahdid
ve tahsis değil, bilakis teşvik (özendirme) ifade eder. Arapça'da “dörde
kadar” demenin daha sarih yolları vardır ve açıklık gerektiren hukuk alanında
böylesine kapalı bir ifadenin kullanımının makul bir gerekçesi gösterilemez.
Bir diğer kullanım Fâtır: 1'de geçmektedir ki bütün yorumcular orada bu deyişin
çokluk ifade ettiğinde birleşmişlerdir. Hz. Peygamber'in bir arada en az
dokuz eşi olduğunu, kendisinin hiçbir sûrette Kur’anî hükümler karşısında
istisna teşkil etmediğini, “gece namazı” gibi akla gelebilecek istisnaların ise
nimet değil, külfet sadedinde bulunduğunu hatırlatmak isterim.
4) Geleneksel hukukçuların ibareyi teşvik
yerine tahsis ve tahdidle yorumlamasının anlaşılabilir tarihsel
ve sosyal gerekçeleri vardır. Ahlâkî tahassüslerin zayıflaması ilk asırlarda bu
yorumu haklılaştırmış ve otantik bağlamı geri plana itmiştir. Bu asırda tekeşlilik yorumlarını haklılaştıran toplumsal bağlam ile fetih asırlarında dörde
kadar yorumlarını haklılaştıran bağlam bazı açılardan benzerlik arzederler;
zira her iki dönemin yorumcuları da metnin kendi bağlamı ile maksadını değil,
içlerinde bulundukları toplumsal bağlamların zaruretlerini öncelemişlerdir.
Özetlemek
gerekirse, Nisâ: 3-4 ayetleri savaş sonrası oluşan toplumsal yaraya melhem
olmak amacıyla, müminlere şehid kardeşlerinin geride bıraktıkları dul ve
yetimleri sahiplenmeleri gerektiğini, bunun dinî bir vecibe olduğunu ve
herkesin üzerine düşeni yapması lâzım geldiğini söylemekte, bu durumu
kesinlikle istismar etmemeleri konusunda da mükellefleri uyarmaktadır: ikişer, üçer, dörder, (beşer, altışar)...; yani ne kadar mümkün ve âdilâne
ise o kadar!
İmdi
açıklamalarımıza kaldığımız yerden devam edelim:
1) İlgili ayetler, tekrar edecek
olursak, kadın ve nikâh hukukunu düzenlemek amacıyla değil, Uhud
savaşı sonrasında korunmasız kalmış dul ve yetim kadınların/kızların
sorunlarına çözüm aramak amacıyla nâzil olmuştur.
2) “İkişer, üçer, dörder...” tabiri
dörde kadar anlamına gelmediği gibi, tashih ve tahdid (sınırlama) değil,
bilâkis teşvik ifade eder. Çünkü maksad, mümin toplumu bu bîçarelerin yardımına
koşmaları konusunda özendirip teşvik etmektir: elinizden geldiği kadarıyla ve
en azından bir kişiye ocağınızı açmak sûretiyle...
3) Bu nedenledir ki zaten, perişan
durumdaki zavallı kadın ve kızlara şehid düşmüş babalarından ve kocalarından
kalan mirasın üzerine konma hesabı yapacak ve böylelikle bu vazifeyi istismar
etmeyi düşünecek kimseler şiddetle uyarılmış, âdil ve insaflı davranmaya davet
edilmişlerdir. Dikkat edilecek olursa, müminler sadece evlilik yoluyla
değil, evlatlık almak yoluyla da yardıma çağrılmışlardır.
4) Efendimiz yürüyen
Kur’an'dı ve onun ahlâkı Kur’an ahlâkı idi. Kur’an beşerî yasaların
yöneticilere tanıdığı türden özel iltimaslar ve istisnalar gibi Hz. Peygamber'e
iltimas geçmemiş ve kendisine böylesi özel ayrıcalıklar tanımamıştır.
Peygamberimizin birarada dokuz eşi olduğu tarihen sabittir. Binaenaleyh “dörde
kadar...” yorumu bu vâkıayla telif olunamaz. Taaddüd-i zevcât çokeşlilik
demektir, dörde kadar eşlilik demek değildir.
5) Bir insanın evleneceği
kimselerin miktarı dışarıdan müdahale yoluyla tayin edilemez. Nitekim Cenab-ı
Hak da bu nedenle kimin kaç kişiyle evleneceği meselesinde sayı
tahdidinde bulunmamış, bu durumu kişisel ve toplumsal olanın tabii koşullarına
bırakmıştır. Kur’an'ın nâzil olduğu dönemde sadece Araplar arasında değil,
bütün kadîm toplumlarda çokeşlilik, o dönemin sosyal şartlarının da etkisiyle, cârî
idi ve gayet tabii de karşılanıyordu. Bu konuda Kur’an'a eleştiri yöneltmek ilk
muhaliflerinin aklına bile gelmemişti.
6) Fetihler ile genişleyen ve
zenginleşen İslâm toplumunda, çokeşlilik meselesinin sınırlarını tayin etmek
zarureti başgösterdiğinde, hukukçular, bu yasal boşluğu, Kur’an'ın lafzına
istinaden çözmeyi denemişler ve başarılı da olmuşlardır. Kısacası,
evliliğin dörtle sınırlandırılması, hukukçuların yorumlarının sonucudur ve o
devir şartlarında bu isabetli bir çözümdür. Ne var ki eş seçilen cariyelerin
(savaşta esir alınan kadınların) sayısını sınırlamak mümkün olmamış, sınırlama
sadece normal evliliklere münhasır kalmıştır.
7) Ulemanın çokevliliği
sınırlandırma çabaları netice vermiş ve tarih içerisinde, zannedildiği gibi, müslüman toplumlar çokeşliliğin hâkim olduğu toplumlar olmamışlardır. Eldeki
tarihî vesikalarda ve bilhassa günümüze ulaşan nüfus kayıtlarında yapılacak
incelemeler bu tesbiti doğrulayacaktır, zaten yapıldığı kadarıyla bilimsel
araştırmalar da bu yöndedir.
8) Modernleşme döneminde sosyal
şart ve telâkkilerin değişmesiyle, bilhassa Hıristiyanlığın (Katolikliğin)
kadın tasavvuruyla çevrelenmiş Batı düşüncesinin etkileriyle çokeşlilik
meselesi bu sefer farklı bir biçimde gündeme gelmiş ve geleneksel İslâm
hukukuna saldırılar için bu mesele bir bahane teşkil etmiştir.
9) İslâm modernistlerinin “Kur’an
aslında tekeşliliği emreder” demek zorunda kalmaları ve iddialarını iki-eşlilik
varsayarak temellendirmeleri savunmacı bir yaklaşımın sonucudur ve üç-eşlilik
dendiğinde söyleyecekleri bir sözleri yoktur. Nitekim erkekler arasındaki
dedikoduları ya da genç bekârların heveskârâne gevezeliklerini bir kenara bırakırsak,
bugün ülkemizde tarafların çokeşlilik ile kastettikleri esasen
iki-eşliliktir.
10) İkinci eş almak teşebbüsünde
bulunan dindar kimselerin hem kendilerinin hem de ilişkide bulundukları
kadınların mensup oldukları meslek gruplarının hangileri olduğuna dikkat
edilirse, bu tür modern iki-eşliliklerin tartışmaya konu olan yönünün hukuktan
çok ahlâkla alâkalı bir keyfiyet arzettiği görülür.
Özetlemek
gerekirse, Kur’an'da evlenilecek kadınların sayıları tayin edilmemiş ve ilgili
ayetler refah değil, savaş toplumuyla alâkalı hükümler
getirmiştir. “En çok dört veya bir” şeklindeki açıklamalar ise
zamanla ortaya çıkan ve sosyal koşullara uygunluğu (örfü) gözeten yorumlardan
ibarettir.
Yorumları
hayra da yorabilirsiniz, şerre de. İşte bu noktada seçiminiz sadece hukûkî
olanı değil, aynı zamanda ahlâkî olanı da belirleyecektir.
Son
olarak, bu konuyu tartışmak isteyen tarafların “ikinci bir eş almak
suretiyle aileyi genişletmek” ile “ikinci ve ayrı bir aile kurmak” arasındaki
farkı gözardı ettiklerini düşünüyorum. Oysa sözkonusu olan çokeşlilik
idi, bir sözcük uydurmama izin verilirse, çokailelik değil! Nitekim
büyük şehirlerde ikinci eş, “ikinci aile” anlamına geldiğinden umumiyetle
“birinci aile” ya resmen ya da fiilen yıkılmakta ve böylelikle çokailelik
bile mümkün olmamaktadır.
O halde
kim, hangi sevdalının “ailesini genişletmek” ihtiyacıyla ve niyetiyle bu işe
kalkıştığını iddia edebilir?
Unutulmamalı
ki Efendimizin aynı anda dokuz zevcesi ve fakat bir ailesi
vardı.
* * *
18-19 Ekim 2003
Çokevlilik
meselesiyle ilgili görüşlerimi yeterince sarih olarak ifade etmiş olduğumu
sanıyordum. Fakat ısrarlı sualler ve bir kısım itirazlar nedeniyle ve elbette
bir daha dönmemek umuduyla bazı konulara açıklık getirmek zarureti hasıl oldu.
Nasreddin Hoca misâli, anlayanlar anlamayanlara anlatsınlar, demek de şu
saatten itibaren insaflı bir çözüm değeri taşımayacağı için, çaresiz, hem
birkaç hususun altını vurgulamakta ve hem de meseleyi ciddiye almış görünen
kesimlerin bu hususlarda yeniden düşünmelerine âcizâne bazı katkılarda
bulunmakta fayda mülahaza ediyorum.
Çokeşlilik
meselesi etrafındaki tartışmaların iki yönü bulunmaktadır:
Birincisi, bu
meseleyle ilgili ayetleri (metni) doğru anlamak.
İkincisi, anladığımız mânâları
günümüzle irtibatlandırmak.
Nitekim yazdığım ilk iki yazıda, metnin bugünle
alâkasını nazar-ı itibara almayıp ayetleri sadece bir tefsir problemi
çerçevesinde tahlil etmiş ve bu konuda vardığım neticeleri kamuoyuna sunmuştum.
Bu konuda ortaya çıkan yeni sualleri dikkate alarak yazdığım son iki yazıda
ise, çokeşlilik meselesini sosyal ve aktüel değeri itibariyle yorumlamış ve
kanaat ve gözlemlerimi de açıkça dile getirmeye çalışmıştım.
Bu
meselenin köşeyazılarıyla dile getirilmesinin doğuracağı sakıncaları (mesela
konunun ciddiyetini takdir edemeyecek durumdaki kimselere de böylelikle
davetiye çıkarılmış olacağını) tahmin etmiyor değildim. Lâkin zaten dileyen
dilediği gibi dilediğini yazıp çizdiğinden, bu muhtemel sakıncaları pek
önemsediğimi söyleyemem. Yapabileceğim pek birşey yoktu. Bu bakımdan anlama ve
yorumlama faaliyetinin, sahiplerinden sadece ehliyet değil, aynı zamanda ciddiyet ve mesuliyet de talep ettiğine işaret etmekle yetinmiş ve
böylelikle konunun kapanacağını ümid etmiştim. Ne ki sonuç umduğum gibi
olmadı ve sual seli kesilmeden akmaya devam etti. Ben de tekrara
düşmemek için görüşlerimi hüküm cümleleriyle değil, soru cümleleriyle
yenilemeye karar verdim. Belki böylelikle sadece cevap vermek için değil, sual
sormak için de kişinin dersini çalışması gerektiği anlaşılmış olur.
Suallerim kısaca şöyle:
1. İkişer, üçer, dörder (Nisa: 3)
ifadesinden dörde kadar anlamının nasıl çıktığı Arap dilinin kurallarına
istinaden şevahidiyle gösterilebilir mi?
Bu bir imkân sorusu, yani burada iki
ihtimal var: ya gösterilemez, ya gösterilebilir. Gösterilemezse ihtilaf sakıt
olmuş olur. Yok eğer gösterilebilirse, bu açıklamaların Fatır: 1 ayetinde geçen
ibareye de şamil olması gerekir. Şamilse nasıl? Şamil değilse niçin?
2. Bir okur diyor ki: “Nisa 3. ayetinin
nüzûlünden sonra Hz. Peygamber daha önce dörtten fazla eşi olanlara
diğerlerinden ayrılıp ancak dört kadınla evli kalmayı emretmiştir. Konuyla
ilgili mevcut hadîsler ve tarihî gerçekler bu hususta tereddüde yer
bırakmayacak kadar açıktır.”
Madem bu tarihî gerçekler (!) insanlara bu denli açık
görünüyor, o halde şu muhtemel tereddütlerin de giderilmesi gerekmez mi?
a) Nisa: 22 ayetinde müminlerin babalarının
nikahı geçmiş olan kadınlarla (üvey anneleriyle) evlenmeleri yasak edilmesine
rağmen ve üstelik إِلَّا مَاقَدْ سَلَفَ (geçen geçti) buyurulup önceki
nikahları feshetmeye ve bu kadınları boşamaya gerek olmadığı bizzat Kur’an
tarafından hem de sarahaten beyan edilmiş iken, hangi nassa istinaden daha önce
kendileriyle nikah kıyılmış eşlerin dörtten ziyadesi kapı dışarı edilecek?!
İddia yerine biraz zahmet edip mezkur ayetle şu herkesin bildiği tarihî
gerçeklerin (!) arası bulunmalı değil mi?
b) Bu arada mükteseb hakkı ihlalin aklî ve
hukukî gerekçeleri nereden ve nasıl bulunacak? Yeni yasa gereği kapı dışarıya
bırakılan zavallı kadınlar veya onların masum çocukları açısından meseleye
bakmak niçin ve neden düşünülmez? Öyle ya, yeni yasa gereği kimden hangi eşini,
hangi ölçüye istinaden boşaması taleb edilebilir? Mesela nikah tarihlerine göre
en sondan mı başlanacak, kura mı çekilecek, istihareye mi yatılacak? Bir erkek,
eşlerinin dörtten ziyadesini, bir manavın tartı sırasında fazla gelen meyveleri
dışarıda bırakması gibi dışarıda bırakabilir mi? Kur’an'ın mübelliğ ve
tatbikçisi olan Efendimizin (s.a) böyle bir talepte bulunacağı nasıl ve hangi
nassa istinaden tasavvur edilebilir? Mesela Mücadele Sûresi ve ahkamından niçin
ibret alınmaz!
c) “Boşa da gel!” demenin kolay olduğunu
sananlar şu tarihî gerçekleri biraz daha aydınlatsalar ya! Meselâ hangi
sahabenin dörtten ziyade eşi olduğu, hangilerinin bu yeni (!) yasa gereği
eşlerini boşamak zorunda kaldığı, boşadıkları eşlerin Efendimize şikayette bulunup bulunmadıkları, bulundularsa ne cevap aldıkları vs. siyer ve
tabakat kitaplarından biraz araştırılsa ve araştırmalar sırasında Mücadele
Suresi yeniden okunup şu “Boşa da gel!” mantığıyla surenin içeriği insafla
karşılaştırılsa fena mı olur?
3) Muhataplarımdan cevaptan çok, biraz
dikkat talep etmekle çok şey mi istemiş oluyorum?
Şimdilik bu kadar sual yeterli sanırım.
Çokevlilik
meselesinde hem Tefsir İlmi açısından, hem de bu meselenin günümüzle irtibatı
açısından vârid olan istifhamların bir iki yazıyla hall u fasl edilmesinin
mümkün olmadığını bilmez değilim. Ne var ki suallerin ardı arkası kesilmiyor.
Bu sebeple son olarak birkaç hususa daha işaret edip değerli ilahiyatçılarımızdan
gelen soru(n)ları biraz olsun derinleştireceğini ümid ettiğim daha temelli
sualler aracılığıyla bu meseleye açıklık kazandıracak birtakım başlangıç
noktalarına işaret etmeye çalışacağım.
İmdi
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Efendi'nin (öl. 1942) Hak Dini Kur’an Dili
adlı tefsirinden kısa bir iktibasta bulunmak istiyorum:
(...)
Bundan başka sevk-i âyetin doğrudan doğru taklîli istihdaf ettiği ve evvelen ve
bizzat dörtten ziyadesini nehye müteveccih bulunduğu da müsellem değildir.
Gerçi bu âyet ile taaddüd-i zevcâtın âzamî dört ile tahdidi emr-i vâki ve
binaenaleyh ziyadesinin nehyi de bizzarure sabit ve bu suretle âdet-i
cahiliye'ye nazaran adedin tenzîli siyakında bir ‘taklîl’ mânâsıyla değil,
birden dörde kadar müsaade ile yine bir nevi ‘teksîr’ siyakında bulunduğu ve
Hz. Aişe'nin dediği gibi “Bakınız ben size neler helal ettim” mânâsını iş‘ar
ettiği de zâhirdir. Binaenaleyh tenzil ve ziyade'den nehiy, bi'l-ibare değil,
bi'l-işare'dir. (II/1285)
Önce
Elmalılı'nın, Fahreddin Razî'nin tercihini eleştiri sadedinde serdettiği bu
ifadelere biraz açıklık getirmeyi deneyelim:
I) Nisa: 3 ayetinin doğrudan
doğruya kadınların sayısını azaltmayı hedeflediği ve öncelikle ve kesinlikle
dörtten fazla eş alınmasını yasaklamaya yönelik bulunduğu müsellem değildir.
Soru:
Müsellemâtın olmadığı yerde yorumların taaddüd ve ihtilafı kaçınılmaz olduğuna
göre, müsellem olmayanı teslim etmekten çekinenlerin başka deliller aramaları
kadar tabii ne olabilir?
II) Nisa: 3 ayeti ile
a) Çokevliliğin en fazla dört ile
sınırlandırılması emr-i vâki
ve
bu emr-i vâki'ye istinaden
b) Dört eşten fazlasıyla evliliğin
yasaklanması bizzarure sabittir.
c) Bu ayetin akışı, Cahiliye
Araplarının çokevlilik geleneklerine nisbetle evlenilecek kadınların sayısının
indirimi dolayımında bir azaltma anlamı taşımamaktadır. Aksine bu akış
“birden dörde kadar” izin verilmiş olmakla yine eşlerin sayısının bir tür artırımı
dolayımındadır. Bu sebeple ayetin [“ikişer, üçer, dörder” ifadesinin] Hz.
Aişe'nin de dediği gibi “Bakınız ben size neler helal ettim” (terğib ve teşvik)
anlamına delalet ettiği zahirdir.
d) Özetle eşlerin sayısının
indirimini veya artırımını yasaklama şeklindeki anlamlar ayetten bi'l-ibare
değil, ancak bi'l-işare elde edilebilir.
Elmalılı
merhumun Nisa: 3 ayetinin tefsirine tahsis ettiği sayfalar bu konuyu ciddiyetle
tahkik edecekler için hakikaten kıymetli mülahazalar ihtiva etmekte olup
ilgililerini beklemektedir. Okuru, nakletmek ve tartışmak imkânından mahrum
olduğum o kıymetli eserin kendisine havaleyle iktifa edip sorulara geçmek
istiyorum:
1. Eşlerin sayısının
sınırlandırılması ne suretle emr-i vâkidir?
2. Nehyin sübutu niçin bizzarure
olmakla nitelenmiştir?
3. Hem tahdid emr-i vâki, hem de sübut-i
nehy bi'z-zarure olunca, teşvik ve tergibin zahir olmaması mümkün
müdür?
4. Delaletin bi'l-ibare değil, bi'l-işare olduğu
teslim edilmişken, üstelik bir vesileyle çokevliliğin esas itibariyle mahza
müsaade ve mübah, havf-ı cevr takdirinde mekruh, bazı ahvalde ise mendub ve
hatta vacib bulunduğuna delalet ettiği telaffuz edilip mevcut yorumların
sebeb-i nüzûl kadar hikmet-i nüzule de müstenid bulunduğu sıklıkla beyan
edildiğine göre, kasd-ı mütekellimi tayin çabalarının keyfî tercihlerden ziyade
usûle mütevakkıf bulunduğunu göstermek için daha kaç bin sayfa yazmak gerekir?
5.
Bir denklemin elemanlarından biri değiştiğinde neticenin de değişeceği muhakkak
iken, usûlde (asıllarda) ihtilaf hall olunmaksızın usûlün tevlid ettiği
meselelerde (füruâtta) ihtilafa mâni olunabilir mi?
6. Olunamazsa ve
ihtilaf da neticede değil, denklemin unsurlarında ise, dahası denklem bir kere
çözülmüşse, yapılması gereken, neticenin sağlamasını yapmak için denklemin
unsurlarının yerinde olup olmadığını kontrol etmek değil midir?
7.
Denklemin unsurlarıyla (usûlle) irtibat kurmayı beceremeyen nesillerin sonuçlardan
hareketle öncüllere intikal etmek istemeleri İlm-i Mantık ıstılahınca müsadere
ale'l-matlub vasfını kazanmış ise ve sırf bu yüzden istidlal yollarına
fesad bulaşmışken mukaddemâtı ihmal edip sonuçlarda sıhhat aramak beyhude bir
uğraş olmaz mı?
Bunca
yıldan sonra sorulara ciddiyet kazandıracak çabaların içinde olmanın, cevap
üretmeyi kolaylaştıracak alışkanlıklara dayanmaktan daha soylu bir tutum
olduğuna kanaat getirmiş bulunuyorum.
Bu tutumu ciddiye almanızı sizlere de
tavsiye ederim.




Hiç yorum yok:
Yorum Gönder