İlim dili ile halk dilini birleştirmek gibi akıl
almaz bir garabetin rağbet gördüğü nadir memleketler arasında bulunmamız
hasebiyle, bir ilim dilimiz bile yok, diye şikayet etmenin pek bir işe yaramayacağını bilmez değilim. Lâkin
gündelik dilin bütün düşünce dünyamızı istila ettiği, birkaç yüz kelimeyle
hemen her meselenin hall u fasl edildiğinin sanıldığı, hatta sözümona ciddi
alanlarda yıllarca ihtisas yapmış kimselerin bile halkın anlayabileceği surette söz söylemeyi marifet saydığı
bir vasatın niçin böylesine aşağılarda seyrettiği sualinin cevabını bulmak
gerekiyor. Nitekim madde yerine özdek, cevher yerine töz, araz
yerine ilinek, had yerine tanım, resm yerine tanıtım
terimlerini kullandıkları takdirde düşünmenin irtifa kaydedeceğini iddia
edenlerin istikametini tayin ettikleri bir dil stratejisiyle düştüğümüz seviye erbabının meçhulü olmasa
gerek.
Öyle ya, mesela, seviye ve kalitesi ne olursa
olsun, ülkemizde felsefecilerin
değil, daha ziyade felsefe
tarihçilerinin yetişiyor olması nasıl gözardı edilebilir? Nitekim varlık
üzerine, bilgi üzerine konuşmaya başlayanların varlık ve bilgi
üzerine konuşmayı beceremeyip varlık ve bilgi üzerine
konuşulanları aktarmaktan öte bir iş yap(a)mamaları nasıl tabii bir durum
olarak nitelenebilir? Dilimizi Arapça ve Farsça'dan arındırmanın lüzûmu üzerine
o kadar mürekkep akıtmış olanların en nihayet Türkçe'yi hem sözcük, hem de
dizge itibariyle tanınamaz hâle getirmeleri, üstüne üstlük dil dağarcığımızı da
tıkabasa yabancı sözcüklerle doldurmaları aceb hiç affedilebilir bir cürüm
olarak görülebilir mi?
Suyu biraz bulandırınız ki derin gözüksün,
sözünü haklı çıkarırcasına kendilerinin bile ihata etmekten aciz oldukları
meselelerde parlak ve fakat içi boş laflar etmeyi entellektüel bir çabanın
gereği sayanlar ile sadece erbabına hitaben yazılmış olduğunu bildiğimiz ciddi
eserlerin sahiplerini tefrik etmek için ortada neredeyse iknâ edici hiçbir
kıstasın bulunmadığını/kalmadığını ve bu çatışmada, tribünlere seslenmek adına, avâm-ı nâs'ın hakem tayin edildiği düşünülürse, kimbilir belki de gözardı
edilebilir, nitelenebilir ve affedilebilir. Oysa Ahmed Naim merhumun işaret
ettiği gibi lisan-ı avamın ilmî ıstılahlar için delil olmaması icab ederdi.
Lâkin oldu. İşte şimdi içine düştüğümüz seviyenin derecesi de ortada.
Malum olduğu üzre medeniyetimizin aslî üç dili
vardır: Arapça, Farsça ve
Türkçe.
Bu diller bilinmeden, kavranılmadan İslâm Medeniyeti'nin o muazzam ve muhteşem ilim mirasını anlamak ve anlatmak imkânı yoktur. Yoktur yok olmasına ama yine de hâlâ Osmanlıca yazılmış basit metinleri dahi tedkik etmeye mecali olmayan zevât tarafından ilim geleneğimiz hakkında fütursuzca ortaya atılmış iddialar zihinleri bulandırmaya devam eder; öyle ki en nihayet min hisi hu hu'larla koca bir medeniyetin mahsulâtı görmezlikten gelinir, kendimizi aşağılamanın, biz adam olmayız mantığının adı fikir olurken, en kıymetli âlimlerimiz halkın anlayamayacağı eserler yazdıkları için suçlu duruma düşürülür.
Plaisirin haz ile tercümesi yanlıştır. (...)
Avâmın hatası, bin yıllık ıstılah-ı ilmîyi terke nasıl sebep olabilir? Istılah
Encümeni'nin canlı lisana riayet edeceğiz diye lezzet tabir-i ilmîsini haz tabir-i âmiyanesine feda etmesi hiç de hoş birşey olmadı.
Bu nazariyeye göre, takriben sebep
müradifi (eşanlamlısı) olan illeti
de avâm-ı nâs hastalık
mânâsına istimal ediyor diye terketmeye razı olacak mı?
Babanzâde Ahmed Naim'in bu açıklamasının
yanısıra bir de ünlü matematikçimiz Salih Zeki'yi dinleyelim:
Lezzet
lisan-ı felsefede plaisir
kelime-i Franseviyesinin tercümesidir ki buna lisan-ı âdi'de haz veya zevk dahi denilir.
Yukarıda geçen tabir-i âmiyane veya lisan-ı âdi ya da lisan-ı
avam terkibleriyle bugün bizim gündelik dil veya halk dili
olarak ifade etmeye çalıştığımız şey kastedilmektedir ki yaklaşık iki asırlık
tecrübeden sonra tıpkı ilim dili gibi o da kayıplara karıştı ve işbu dil, bu toprakların çocuklarının fikir
dünyalarının en aşağılarda seyretmesine yol açtı.
Kaybettiğimiz asaletin mahiyeti hakkında fikir
sahibi dahi olamamak ne de acı verici!
Felsefe bizde nev-zuhûr bir ilim olaydı ıstılahlarını (terimlerini)
vaz etmek o kadar müşkil bir iş olmaz; birkaç muallimin her kelimeye karşılık
bulmakta ittifak ederek talebe arasında neşr u tamim etmeleri kâfi gelirdi.
Fakat işin nâzik ciheti, felsefenin sadece Garb'ı bilenlerimizce meçhul olduğu
halde Ulûm-i Arabiye denilen ilimlerle iştigal edenlerimizce —medrese
dersleri meyanında— bu asra kadar intikal etmiş epeyce parlak bir mazisinin
olması ve her iki tarafın bir diğerinden haberdar olmaksızın çalışmasından
dolayı ileride içinden çıkılmaz kargaşalıklara yol açılmak korkusudur.
Biraz düşünelim bakalım, Babanzâde merhûmun 1915 tarihli bu tesbiti bugün için ne anlam ifade ediyor?
Sözü uzatmadan hemen söyleyeyim: Bugün için hiçbir anlam ifade etmiyor!
Evet etmiyor; zira Felsefe'nin bu asra
kadar intikal etmiş bulunan o epeyce parlak mazisinin sadece Garb'ı bilenlerimizce bilinmediğini söylemek, bugün için de hiç abartılı bir
hüküm değildir. Çünkü Garb'ı biliyor görünenlerimiz, o gün olduğu gibi bugün de
felsefe mirasımızı bilmezler, zira bu mirasın bizlere kendisiyle intikal etmiş
olduğu elsine-i selâse'yi (üç dili) bilmezler.
Peki
ulûm-i islâmiye'yi bilenlerimizce?
O
devirde felsefi mirasımızı tekellüfsüzce anlayan/anlayabilecek durumda olan
nice âlim bulunurken, ne yazık ki bugün bu metinlerle irtibat kurabilecek
kişilerin sayısı bir elin parmaklarını ya geçer ya geçmez. Nitekim yukarıdaki
tesbiti, üzerinden çok kısa bir müddet geçmesine rağmen, bugün için anlamsız kılan ana
neden de budur zaten!
Medeniyetimizin temel dilleri Arapça, Farsça ve Türkçe idi, bilenler de
sadece bu üç dile hakkıyla vâkıf olanlar değil, aynı zamanda bu dillere sinmiş
bulunan nazarî-amelî ıstılahâta hâkim olanlardı. Medrese dersleri'nin güçlüğü/ağırlığı, sanıldığı gibi Arapça, Arapça'nın da öğrenilmesi zor
bir dil, olmasıyla hiçbir alâkası yoktu. Çünkü bu dersleri tederrüs etmeyen
Araplar da o metinleri anlayamazlardı ki hâlâ anlayamazlar.
Mesele, herşeyden evvel bir eğitim meselesiydi, ıstılah (terminoloji) meselesiydi. Medrese dersleri de nev-i şahsına münhasır bir varlık-bilgi-değer
tasavvurunu edinmenin ve böylesi bir tasavvurla irtibat kurmayı başarmanın ana
vasıtasıydı.
Devrin yeni açılan mektebleri bu tasavvuru
veremezdi, zaten vermek gibi bir amaçları da yoktu. Tekkelerde de farklı bir
tedrisatın yapıldığı düşünülmesin, bilakis oralarda da okutulan dersler, yine
medrese dersleriydi. Sözgelimi Mehmed Akif de, Babanzâde Ahmed Naim de
medresede okumadı.
Bu doğru!
Ancak unutulmamalıdır ki her ikisi de medrese
dersleri okudu.
Medrese'de okumamak
başka, medrese dersleri okumamak çok daha başkaydı. İlimle, hikmetle
meşgul olmak isteyen herkesin medrese dersleriyle ve/veya medrese derslerine
ilgisi olması bir zaruretti. Çünkü ilim ve hikmet mirasımızın anahtarı,
tâliblerine ancak medrese dersleri aracılığıyla teslim ediliyor,
edilebiliyordu.
Bugün ülkemizde İlahiyat fakülteleri, bırakınız
ciddi bir biçimde öğrencileri bu metinlere vâkıf kılmak, onların orta düzeyde
Arapça öğrenmelerini bile sağlayamıyor, daha açıkçası sağlaması da istenmiyor.
Şahsî gayretler istisna edilecek olursa, öğrencilerin modern dinî metinleri
sökebilmeleri bile başarı sayılırken, klasik metinlerin Türkçelerini kendi
gayretleriyle kavrayabilmeleri şimdilik mümkün görülmüyor.
Medrese dersleri, tâlibini ilim ehli
kılarken, Fakülte dersleri öğrencisini malumat ehli kılıyor. Hikmet'in
her zamanki gibi açık adresi hâlâ yok! Bu nedenle memleketimizde ârif ve âlimler değil, o da sadece bir tek branşta olmak üzere, malumat sahipleri
(akademisyenler=teknik elemanlar/uzmanlar) yetişiyor.
Her geçen gün bilgelerimizin ve bilginlerimizin azalıp bilgiçlerimizin çoğalması da
bundan.
Aşağıdaki satırlar mutaassıb bir adama ait, Cumhuriyet'in ilk felsefe hocalarından birine, babanzade Ahmed Naim'e.
Aşağıdaki satırlar mutaassıb bir adama ait, Cumhuriyet'in ilk felsefe hocalarından birine, babanzade Ahmed Naim'e.
Avrupalı'nın ulûm ve fünûnunu sevmeli, âdeta ona meftun olmalıyız.
İçinden işimize yarar her ne görürsek almalıyız. Zaten de bununla memur değil
miyiz? Lâkin bu muhabbet ve meftuniyet bizi bize unutturmamalı, efkâr ve âdâ ve
ahlâk-ı diniye ve milliyemizi nazarımızda küçültmemelidir. Bizim de gözler
kamaştıracak gayet parlak bir mazimiz, bir vakitler rehber-i medeniyet, cadde-i
terakkide meş'al-i hidayet olmuş gayretli eslafımız vardır. Onlara iktıfa
etmek, faaliyette onlara peyrev olmak, umman-ı maarife atılarak bugün pişvay-ı
terakki sayılan akvam-ı fazıla ile yarışmak da onların ahfadına, yani bizlere
ait bir vazifedir!
İtiraz ve ihtiraz noktalarını bir kenara bırakıp
sormak gerekmez mi, iyi de bizin
bilinmediği, bilinmek dahi istenmediği bir vasatta bu vazife kimlerle ve nasıl yerine getirilecek?
Söyleyin
a dostlar, biz kimiz?
Kimse
boşu boşuna yormasın kendisini, biz kimdik, sualinin cevabı verilmeden, biz
kimiz, sualinin cevabı verilemez.




Hiç yorum yok:
Yorum Gönder