Sayfalar

BİZ KİMDİK?


15-16 Haziran 2001  
İlim dili ile halk dilini birleştirmek gibi akıl almaz bir garabetin rağbet gördüğü nadir memleketler arasında bulunmamız hasebiyle, bir ilim dilimiz bile yok, diye şikayet etmenin pek bir işe yaramayacağını bilmez değilim. Lâkin gündelik dilin bütün düşünce dünyamızı istila ettiği, birkaç yüz kelimeyle hemen her meselenin hall u fasl edildiğinin sanıldığı, hatta sözümona ciddi alanlarda yıllarca ihtisas yapmış kimselerin bile halkın anlayabileceği surette söz söylemeyi marifet saydığı bir vasatın niçin böylesine aşağılarda seyrettiği sualinin cevabını bulmak gerekiyor. Nitekim madde yerine özdek, cevher yerine töz, araz yerine ilinek, had yerine tanım, resm yerine tanıtım terimlerini kullandıkları takdirde düşünmenin irtifa kaydedeceğini iddia edenlerin istikametini tayin ettikleri bir dil stratejisiyle düştüğümüz seviye erbabının meçhulü olmasa gerek.



Öyle ya, mesela, seviye ve kalitesi ne olursa olsun, ülkemizde felsefecilerin değil, daha ziyade felsefe tarihçilerinin yetişiyor olması nasıl gözardı edilebilir? Nitekim varlık üzerine, bilgi üzerine konuşmaya başlayanların varlık ve bilgi üzerine konuşmayı beceremeyip varlık ve bilgi üzerine konuşulanları aktarmaktan öte bir iş yap(a)mamaları nasıl tabii bir durum olarak nitelenebilir? Dilimizi Arapça ve Farsça'dan arındırmanın lüzûmu üzerine o kadar mürekkep akıtmış olanların en nihayet Türkçe'yi hem sözcük, hem de dizge itibariyle tanınamaz hâle getirmeleri, üstüne üstlük dil dağarcığımızı da tıkabasa yabancı sözcüklerle doldurmaları aceb hiç affedilebilir bir cürüm olarak görülebilir mi?
Suyu biraz bulandırınız ki derin gözüksün, sözünü haklı çıkarırcasına kendilerinin bile ihata etmekten aciz oldukları meselelerde parlak ve fakat içi boş laflar etmeyi entellektüel bir çabanın gereği sayanlar ile sadece erbabına hitaben yazılmış olduğunu bildiğimiz ciddi eserlerin sahiplerini tefrik etmek için ortada neredeyse iknâ edici hiçbir kıstasın bulunmadığını/kalmadığını ve bu çatışmada, tribünlere seslenmek adına, avâm-ı nâs'ın hakem tayin edildiği düşünülürse, kimbilir belki de gözardı edilebilir, nitelenebilir ve affedilebilir. Oysa Ahmed Naim merhumun işaret ettiği gibi lisan-ı avamın ilmî ıstılahlar için delil olmaması icab ederdi. Lâkin oldu. İşte şimdi içine düştüğümüz seviyenin derecesi de ortada.

Malum olduğu üzre medeniyetimizin aslî üç dili vardır: Arapça, Farsça ve Türkçe.

Bu diller bilinmeden, kavranılmadan İslâm Medeniyeti'nin o muazzam ve muhteşem ilim mirasını anlamak ve anlatmak imkânı yoktur. Yoktur yok olmasına ama yine de hâlâ Osmanlıca yazılmış basit metinleri dahi tedkik etmeye mecali olmayan zevât tarafından ilim geleneğimiz hakkında fütursuzca ortaya atılmış iddialar zihinleri bulandırmaya devam eder; öyle ki en nihayet min hisi hu hu'larla koca bir medeniyetin mahsulâtı görmezlikten gelinir, kendimizi aşağılamanın, biz adam olmayız mantığının adı fikir olurken, en kıymetli âlimlerimiz halkın anlayamayacağı eserler yazdıkları için suçlu duruma düşürülür.

Plaisirin haz ile tercümesi yanlıştır. (...) Avâmın hatası, bin yıllık ıstılah-ı ilmîyi terke nasıl sebep olabilir? Istılah Encümeni'nin canlı lisana riayet edeceğiz diye lezzet tabir-i ilmîsini haz tabir-i âmiyanesine feda etmesi hiç de hoş birşey olmadı. Bu nazariyeye göre, takriben sebep müradifi (eşanlamlısı) olan illeti de avâm-ı nâs hastalık mânâsına istimal ediyor diye terketmeye razı olacak mı?

Babanzâde Ahmed Naim'in bu açıklamasının yanısıra bir de ünlü matematikçimiz Salih Zeki'yi dinleyelim:

Lezzet lisan-ı felsefede plaisir kelime-i Franseviyesinin tercümesidir ki buna lisan-ı âdi'de haz veya zevk dahi denilir.

Yukarıda geçen tabir-i âmiyane veya lisan-ı âdi ya da lisan-ı avam terkibleriyle bugün bizim gündelik dil veya halk dili olarak ifade etmeye çalıştığımız şey kastedilmektedir ki yaklaşık iki asırlık tecrübeden sonra tıpkı ilim dili gibi o da kayıplara karıştı ve işbu dil, bu toprakların çocuklarının fikir dünyalarının en aşağılarda seyretmesine yol açtı.

Kaybettiğimiz asaletin mahiyeti hakkında fikir sahibi dahi olamamak ne de acı verici!

Felsefe bizde nev-zuhûr bir ilim olaydı ıstılahlarını (terimlerini) vaz etmek o kadar müşkil bir iş olmaz; birkaç muallimin her kelimeye karşılık bulmakta ittifak ederek talebe arasında neşr u tamim etmeleri kâfi gelirdi. Fakat işin nâzik ciheti, felsefenin sadece Garb'ı bilenlerimizce meçhul olduğu halde Ulûm-i Arabiye denilen ilimlerle iştigal edenlerimizce —medrese dersleri meyanında— bu asra kadar intikal etmiş epeyce parlak bir mazisinin olması ve her iki tarafın bir diğerinden haberdar olmaksızın çalışmasından dolayı ileride içinden çıkılmaz kargaşalıklara yol açılmak korkusudur.

Biraz düşünelim bakalım, Babanzâde merhûmun 1915 tarihli bu tesbiti bugün için ne anlam ifade ediyor?

Sözü uzatmadan hemen söyleyeyim: Bugün için hiçbir anlam ifade etmiyor!
Evet etmiyor; zira Felsefe'nin bu asra kadar intikal etmiş bulunan o epeyce parlak mazisinin sadece Garb'ı bilenlerimizce bilinmediğini söylemek, bugün için de hiç abartılı bir hüküm değildir. Çünkü Garb'ı biliyor görünenlerimiz, o gün olduğu gibi bugün de felsefe mirasımızı bilmezler, zira bu mirasın bizlere kendisiyle intikal etmiş olduğu elsine-i selâse'yi (üç dili) bilmezler.
Peki ulûm-i islâmiye'yi bilenlerimizce?
O devirde felsefi mirasımızı tekellüfsüzce anlayan/anlayabilecek durumda olan nice âlim bulunurken, ne yazık ki bugün bu metinlerle irtibat kurabilecek kişilerin sayısı bir elin parmaklarını ya geçer ya geçmez. Nitekim yukarıdaki tesbiti, üzerinden çok kısa bir müddet geçmesine rağmen, bugün için anlamsız kılan ana neden de budur zaten!
Medeniyetimizin temel dilleri Arapça, Farsça ve Türkçe idi, bilenler de sadece bu üç dile hakkıyla vâkıf olanlar değil, aynı zamanda bu dillere sinmiş bulunan nazarî-amelî ıstılahâta hâkim olanlardı. Medrese dersleri'nin güçlüğü/ağırlığı, sanıldığı gibi Arapça, Arapça'nın da öğrenilmesi zor bir dil, olmasıyla hiçbir alâkası yoktu. Çünkü bu dersleri tederrüs etmeyen Araplar da o metinleri anlayamazlardı ki hâlâ anlayamazlar.
Mesele, herşeyden evvel bir eğitim meselesiydi, ıstılah (terminoloji) meselesiydi. Medrese dersleri de nev-i şahsına münhasır bir varlık-bilgi-değer tasavvurunu edinmenin ve böylesi bir tasavvurla irtibat kurmayı başarmanın ana vasıtasıydı.
Devrin yeni açılan mektebleri bu tasavvuru veremezdi, zaten vermek gibi bir amaçları da yoktu. Tekkelerde de farklı bir tedrisatın yapıldığı düşünülmesin, bilakis oralarda da okutulan dersler, yine medrese dersleriydi. Sözgelimi Mehmed Akif de, Babanzâde Ahmed Naim de medresede okumadı.
Bu doğru!
Ancak unutulmamalıdır ki her ikisi de medrese dersleri okudu.
Medrese'de okumamak başka, medrese dersleri okumamak çok daha başkaydı. İlimle, hikmetle meşgul olmak isteyen herkesin medrese dersleriyle ve/veya medrese derslerine ilgisi olması bir zaruretti. Çünkü ilim ve hikmet mirasımızın anahtarı, tâliblerine ancak medrese dersleri aracılığıyla teslim ediliyor, edilebiliyordu.
Bugün ülkemizde İlahiyat fakülteleri, bırakınız ciddi bir biçimde öğrencileri bu metinlere vâkıf kılmak, onların orta düzeyde Arapça öğrenmelerini bile sağlayamıyor, daha açıkçası sağlaması da istenmiyor. Şahsî gayretler istisna edilecek olursa, öğrencilerin modern dinî metinleri sökebilmeleri bile başarı sayılırken, klasik metinlerin Türkçelerini kendi gayretleriyle kavrayabilmeleri şimdilik mümkün görülmüyor.
Medrese dersleri, tâlibini ilim ehli kılarken, Fakülte dersleri öğrencisini malumat ehli kılıyor. Hikmet'in her zamanki gibi açık adresi hâlâ yok! Bu nedenle memleketimizde ârif ve âlimler değil, o da sadece bir tek branşta olmak üzere, malumat sahipleri (akademisyenler=teknik elemanlar/uzmanlar) yetişiyor.
Her geçen gün bilgelerimizin ve bilginlerimizin azalıp bilgiçlerimizin çoğalması da bundan.

Aşağıdaki satırlar mutaassıb bir adama ait, Cumhuriyet'in ilk felsefe hocalarından birine, babanzade Ahmed Naim'e.

Avrupalı'nın ulûm ve fünûnunu sevmeli, âdeta ona meftun olmalıyız. İçinden işimize yarar her ne görürsek almalıyız. Zaten de bununla memur değil miyiz? Lâkin bu muhabbet ve meftuniyet bizi bize unutturmamalı, efkâr ve âdâ ve ahlâk-ı diniye ve milliyemizi nazarımızda küçültmemelidir. Bizim de gözler kamaştıracak gayet parlak bir mazimiz, bir vakitler rehber-i medeniyet, cadde-i terakkide meş'al-i hidayet olmuş gayretli eslafımız vardır. Onlara iktıfa etmek, faaliyette onlara peyrev olmak, umman-ı maarife atılarak bugün pişvay-ı terakki sayılan akvam-ı fazıla ile yarışmak da onların ahfadına, yani bizlere ait bir vazifedir!

İtiraz ve ihtiraz noktalarını bir kenara bırakıp sormak gerekmez mi, iyi de bizin bilinmediği, bilinmek dahi istenmediği bir vasatta bu vazife kimlerle ve nasıl yerine getirilecek?

Söyleyin a dostlar, biz kimiz?

Kimse boşu boşuna yormasın kendisini, biz kimdik, sualinin cevabı verilmeden, biz kimiz, sualinin cevabı verilemez.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder