27-28 Aralık 2007
Tek başına yaşayan birinin yaşamı güç olur, sürekli olarak kendi başına etkinlikte bulunmak kolay değil, başkalarıyla birlikte, başkaları adına
bunu yapmak daha kolay.
Şair tabiatına rağmen, Mehmed Âkif, ömrünün
büyükçe bir kısmını, Aristoteles’in bu tesbitini doğrularcasına geçirmiştir, başkalarıyla birlikte ve başkaları adına.
Sadece başkaları adına mı?
Başkaları için de yaşamış bir adamdır Mehmed
Âkif.
Bu başkalarının
içine, kendisi değil sadece, ailesi de girmez, eşi de, çocukları da.
Millî şairdir. Çanakkale Destanı’nın, İstiklâl
Marşı’nın şairidir. Topluma mâlolmuş, toplumun malı olmuş şiirlerin şairidir.
Zâten öyledir, zatı da öyledir.
Hâl böyleyken, toplumu, toplumsal meseleleri
paranteze almak suretiyle Âkif ve şiiri hakkında konuşulabilir mi?
Hayır!
Din, vatan, millet, ahlâk, mukaddesat, vs. İşte size Âkif’in üzerindeki perdeler.
Âkif’i mi konuşacaksınız, o hâlde yanınızda bu
konulara ilişkin hamasî notlar olmalı. Karşınızda öğrenmek değil, etkilenmek
isteyen yığınlar var, şiirin de, şairin de kendilerine mâlolduğu yığınlar.
Millet, kendi dertleri hakkında konuşulmasını
istiyor. Âkif de öyle istemişti. Hep milletin dertleriyle ilgilenmiş, vatan-millet üzerine konuşmuştu.
Sanat sanat için değil, sanat millet için, demişti. Önce vatan, demişti. Topluma mâlolmuş, toplumun malı olmuş şiirler yazmış,
kendisini ise âdeta utangaç bir çocuk gibi şiirlerinin arkasına saklamıştı.
Şiirin arkasında kalmak başka, şiirin arkasına saklanmak
daha başka.
O şiirinin arkasında kalan değil, şiirinin ardında saklanan
adamdı.
Âkif’in şiirleri ekseriyetle başkaları adına ve başkaları için yazılmış şiirlerdi çünkü.
“Arkamda kalırsın, beni rahmetle anarsın”
Derdim, sana baktıkça, a biçare kitabım!
Kim derdi ki: Sen çök de senin arkana kalsın,
Uğrunda harab eylediğim ömr-i harabım!
Safahat için Mısır’dayken yazdığı 1929 tarihli bu kıtada, şair, öldükten sonra
kendisinin anılmasına vesile olacağını umduğu eserinin, kendisinden önce
çöküverdiğini îma ediyor.
Haklı mı peki?
Kısmen.
Bari şaheseri okunuyor mu, okunduğu kadar
anlaşılıyor mu?
Sanmıyorum. Alınıyor, veriliyor ama doğru
dürüst okunmuyor da, anlaşılmıyor da.
Bakınız, aynı yıl, şairimiz, çocuklarına hangi
duygularla seslenmiş:
Ona siz benzemeyin, sonra ateştir yolunuz.
Meşe hâlinde yaşanmaz, o zamanlar geçti;
Gelen incelmiş adam devri, hemen yontulunuz.
Âkif’in tevazûunu unutmayalım, şair sözüdür,
yalandır, da demeyelim, ama Âkif’in n’olacak
bu memleketin hâli, sorusunun peşinde koşmaktan yorulmuş yüreğinin yavaş
yavaş tıklamaya başladığını da görmeye çalışalım.
27 Aralık, şairimizin vefat yıldönümü.
Âkif’in sahiplenildiği, hasımlarına (!) karşı
savunulduğu, sadece şiirlerinin değil, haklı olarak seciyyesinin de, ahlâkının
da yüceltildiği bir tarih 27 Aralık.
Milletçe anıldığı tarih.
Sonra ateştir
yolunuz, demiş olmasına aldırmayan çocukları tarafından hatırlandığı bir tarih.
Şiirlerinin arkasında saklanan o utangaç
çocukla temas etmeksizin Âkif’in marşlarını, destanlarını okuyanlar, muhakkak ki
bir kahramanla tanışmış olurlar, mutlaka ahlâklı bir adamla, hatta cesur bir
yürekle, saf ve temiz bir zihinle, umumiyetle coşmuş bir lisan ve kalple.
Lâkin aslâ mahzun bir şairle, mahcub bir
dervişle değil.
Onanmış, onaylanmış, damgalanmış, mühürlenmiş
resmî bir şahsiyetle kimse bir arasokağa sapmaz.
Bir şairle, üstelik fırsatını buldukça şiirine
hikmeti katık yapmış bir şairle kalabalıkların ortasında buluşup uygun adım
yürümeyi istemez.
O hâlde şairle hep yığınlar içindeyken değil,
bir de tek başınayken, yalınız iken konuşmayı deneyin. Birlikte bir arasokağa
sapın meselâ.
Şimdi biz, Âkif’in kalabalıklara göstermek
istemediği yüzünü, yani şiirindeki hikmeti görebilmek amacıyla kendisiyle
usulca bir arasokağa sapacağız. Dilerseniz peşimizden siz de gelebilirsiniz.
Bu bir mabedse, çırçıplak yakışmaz, sonra gayet
loş;
Gelen: Mabud; ışık bul, yaygı bul, git başka yerden, koş!
Hemen bir kandil aldım komşulardan, bir de
seccade;
Dedim: “Gel şimdi mihmanım, saadetgâhın âmâde.”
Ne yanlışmış hesabım: Hiç kapımdan geçmez oldun
bak!
Mehmed Âkif’in Hicran adlı şiirinin girişi.
Yazıldığı tarih 1925.
Yer Mısır (Hilvan).
Âkif’in bu mısrâlarından yağan hikmet sağanağı
ise, nazarımızda, nihayetsiz.
Abidin kendisi yoksul. Bu yüzden mabedi de hem
boş, hem loş. Oysa ağırlanacak olan sıradan biri değil ki, Mâbud. Yani Tanrı.
Çırılçıplak olmaz mabed dediğin, hemen yaygı
bulmalı, yere sermeli; konuksa karanlıkta değil, ne yapıp edip aydınlıkta
ağırlanmalı. Görmeli, görülmeli, öyle ya, mabudla yüzyüze görüşmeli.
Davet etmekte hiç tereddüt etmemiştir ammâ,
talib yoksul olduğu için kendisinin ne yaygısı, ne de ışığı vardır. Çaresiz,
yaygıyı da, ışığı da başkalarından temin etmek zorundadır, yani komşulardan, yani taşradan, yani
dışarıdan...
Bir çırpıda ışık kandile, yaygı seccadeye
dönüşür. Başkalarından ödünç de
alınmış olsa mabed süslenmiştir artık.
Talib hemen
diye belirtmiş. Acelesine, heyecanına bizi de ortak ediyor. Zaten alınanlar da
yabancılardan ve uzaklardan değil, en nihayet komşulardan alınmış, böylelikle mabed bir çırpıda davete hazır hâle
getirilmiş.
Abid, heyecanla ve sevinçle Mabud’u mabed’e
davet eder.
Ne var ki sevgili değil kapısından içeri
girmek, önünden bile geçmez.
Talib yanılmış, hesabını yanlış yapmıştır.
Hayal kırıklığını, yanılmışlığını ne hoş, ne
safiyane ifade eder:
Hiç kapımdan geçmez oldun bak!
Hakikaten hoş. Çünkü sevgiliye sitem yerine
hâlâ iltifat ediyor, yani hitabı aniden üçüncü şahıs kipinden muhatab kipine çeviriyor.
Küsmüyor, arkasından konuşmuyor, artık
kapımdan geçmez oldu, demiyor da yine hitabın yönünü sevgiliye çevirmekte ısrar
ediyor.
... bak!
* * *
Eşref Edib şöyle anlatıyor:
Hicran şiirini okuyorduk, ben bunu anlamadım, dedim. Anlaşılmayacak nesi
var, diye bana kızdı, sonra okumaya, izah etmeye başladı:
Buradaki mabed’den maksadım kalb. Yani, gittim o boş kalbi ilimle, irfanla
süsledim. Çünkü oraya Mabud girecekti.
Ne
yanlışmış hesabım: Hiç kapımdan geçmez oldun bak! Demek ki ben aldanmışım, orası ilimle, zahirî
şeylerle aydınlanmıyormuş, süslenmiyormuş.
Sonra ne yapıyorum? Onları söküp atıyorum.
Gafletimden öyle hesap etmişim, onlar hep varlıkmış, onları atıyorum.
Şair, bizatihi şiirini şerh etmişken, bize söz
mü düşer?
Öpüp başımıza koyuyoruz.
Şiirin devamı, bu tevili bakınız nasıl da
teyid ediyor:
İlâhî! Söktüm attım, işte hücrem şimdi çırçıplak:
Ne âfakında tek kandil, ne mihrabında seccade;
Ezelden bildiğin toprak, bütün varlıktan âzâde.
Serilmiş secdelerdir bekleyen yerlerde mihmânı
Bu üryan şu’le dersen, sinemin payansız imânı.
Talibin artık başkalarından alınmış ödünç
kandillerle, seccadelerle işi yoktur. Hatasını anlamış ve mâsivayı (o’ndan
gayrısını) kalbinden söküp atmıştır. Artık hâlisâne secdeleriyle dokur
seccadesini, saf imanını ise pırıl pırıl yanan bir kandile dönüştürür.
İlim ve irfan adına öteden beriden
topladıklarıyla, talibin, gönlünü Hakkın tecellisine hazırladığını (nefsini,
Zahir’in zuhuruna mazhar kıldığını) düşünmesi kesinlikle doğru değildir. Çünkü
istenen sadece akl-ı selîm değil,
bilâkis (Kur’an’ın ifadesiyle) kalb-i selimdir.
* * *
Şairler dervişlerin kardeşleridir.
Şurası muhakkak ki yaşam soluğu her iki sınıfa da cimri davranır. Dünya nimetlerinden
yoksun ve yoksul yaşarlar bu yüzden. Lâkin nefes-i Rahman’ın sağ omuzlarında
bıraktığı bûsenin sıcaklığıyla yetinmeyi bildiklerinden aslâ dünyayı
istemezler.
Kanaat değil, şükran makamıdır onlarınki.
Ey talib, işte hücrem şimdi çırçıplak, diyebilecek bir şairi anlamak istiyorsan, en azından sen de onun gibi hücreni
temizlemeyi önemsemelisin.
Unutma, onun
kadar değil, onun gibi.






Hiç yorum yok:
Yorum Gönder