Sayfalar

SOHBETTE VEFA, MARİFETTE BEKA, MEHABBETTE FENA


5-6 Nisan 2002
Mensublarından değil, mevsuflarından bahsedilebilir bir yoldan, bir tarikten söz edilip edilemeyeceği sualini kısaca nasıl cevaplandırabileceğimi bilemiyorum, tıpkı mevsûfiyeti mensûbiyete tercih etmenin faziletini kısaca nasıl anlatacağımı bilemediğim gibi.
Bir dostum, talib için kral yolu olmadığını söylemişti. Eğer öyleyse, kestirmeden gitmeyi arzulayanlara kapalı bir yolun heveskârlarına benim söyleyebileceğim ne olabilir ki? Öyleleri, bırakalım da ana caddelerde dolaşmayı sürdürsünler; ana caddelerin şâşâsından şaşkına dönmüş gözleriyle “rahat olan”da bir kısalık varsaysınlar ve dahası, gafletin kendilerini bezginleştireceği, bezginleştirdiğinde ancak harekete geçireceği o zamanı, yani elden ayaktan düşecekleri o zaman-ı malûmu bekleyedursunlar.
Mensûbiyeti mevsûfiyete tercih edenlerle dolu olan, hatta böyle olduğundan şikayet edilmemesi gereken bir dünyada kendileriyle muttasıf olunması icab eden vasıflardan nasıl söz edebileceğimi bilemediğim için ayıplanır mıyım acaba?

Mümkün!


Ve fakat insan sözün nasılını önemsemekten vazgeçince, nasılı önemseyenlerce ayıplanıp ayıplanmamayı umursar mı?
Umursamayacağı bilinmeli, zira sözün niçininde söyleyecek söz bulamayanın, nasılında sükût etmesinden daha tabii ne olabilir?
Nasıl söylemeli?
Ne tuhaf değil mi, bu sual, cevabı aranmaya başlanır başlanmaz bütün vurgusunu, vurgu da ne kelime, bütün anlamını yitirir. Çünkü sözün nasılıyla meşgul olanlar, sözün kendisini unuturlar; “Nasıl söylemeli?” sualini ciddiye almaları, daha o anda onları sözden düşürür, dahi sükûta gömülmelerine neden olur; yani söz söyleyemez olurlar ve en nihayet lâf u güzâfı meslek edinmekle kalırlar.
O halde söylemekten niçin çekinelim: Nasılın canı cehenneme!
Peki niçin söylemeli?
İşte önemli olan da burası! Niçin? Ah şu niçin!
Niçin söylemesi gerektiğine karar verememiş olanın, nasıl söyleyeceğini, söyleyebileceğini hesap etmesini ciddiye almamalıyız. Çünkü niçin söylemesi gerektiğini bilseydi, nasıl söyleyeceğini de bilir, nasılı düştüğü o gayyâ kuyusundan çıkarmakta hiç ama hiç tereddüt etmezdi. Öyle ya, cevabını bulmanın zor, bazı durumlarda imkânsız olduğu o yıpratıcı, o çetin suallerden biri de niçin değil midir?
Yine de denemeliyiz. Artık üzerimizde o eski bahar sarhoşluklarından eser kalmasa da, küçük balkonumuzdaki, çalmayı düşünecekleri kadar komşularımızın aklını başlarından alan, yabanî çiçeklerin eskisi gibi açmayacaklarını, açmak istemeyeceklerini bilsek de denemeliyiz.
Hepsi bir yana, bu cüretkârlığı sohbette vefa, marifette beka, mehabbette fenâ meslekine sâlik olanlara hürmeten denemeliyiz. Sözün niçinine takılmış giderken kendi hâlimizde, beylik cevaplar vermeye zorlanmış olsak da denemeli ve en nihayet kendimizi niçin'in içinde dolaşmaktan bıkıp usanmış yüreğimize su serpecek bir sesi duymak için hazırlamalıyız.
Sen de kendini hazırla ey talib, başka birşey için değil, sadece huzurda hâzır olmak için hazırla!
Mensub olmak bir nisbete girmek, bir nisbetler hâlesiyle varlık bulmak, hâl böyleyken Varlık'ı bir nisbetler yumağı içinde bulmak, aklın sınırları içinde niçin'in ve nasıl'ın nefesini duymak demek. Ahengi salt nisbetlerde bulan aklın gösterdikleriyle yetinenlerin işi bu yüzden zor.
Evet, seslerin tenasübünde melodiyi, kelimelerin tenasübünde nazmı, eşyâ'nın tenasübünde nizâmı, sayıların tenasübünde ispatı, boyutların nisbetinde güzeli arayanların aradığı türden bir nisbetler yumağında arazları temaşa etmeyi marifet bilenlerin işi gerçekten de zor.
Sen mimardın değil mi?
O halde niçin mensubiyeti değil de mevsufiyeti önemsemen gerektiği işte şimdi açıklık kazanmış olmalı. Gölgede oturmayı bırakmalı, varolanlar arasında yok olmak yerine, Varlık'ın kokusunu asla kendi kendine değil, bilâkis kendin kendinde duymaya çalışmalısın! Nasıl yapacağım diye düşünme, avâmdan uzak dur yeter!
* * *
Mensubiyetin önemli olmadığı bir yol olmalı. Nisbetlerle belirlenemeyen bir yol. Yukarıya nisbetle aşağıda, aşağıya nisbetle yukarıda olduğumuzu bize duyurmayacak bir yol. Öyle ki yalnız olmadığımız halde yalnız kalabileceğimiz, tekbaşınalık suçlamasıyla suçlanmaksızın üzerinde tek başına yürüyebileceğimiz bir yol. Arasak da taşrada (dışarıda) bulamayacağımız bir yol. Yalın olmayı, yalınız olmayı sezdirecek bir yol. Sohbette vefayı, marifette bekayı, mehabbette fenâyı meslek edinenlerin sâlik oldukları bir yol. Ne herhangibir sıfatın, ne de herhangibir tavsifin önemli olduğu bir yol; bilâkis sadece ama sadece mevsufiyetin önemsenip umursandığı bir yol. Hem gölgeyi, hem de gölgedekileri terketmiş olanlara özgü bir yol.
Sıfatlar hep birer araz. Ya tavsîfler? Onlar da. Mevsûf olmasa tavsîf, tavsîf olmasa sıfat olur muydu? Şimdikilerin diliyle söyleyelim: Nitelikler de, nitelemenin kendisi de nitelenen/nitelenebilen varsa vardır; yani hepsi de nitelenen'e nisbetle vardır; yoksa yoktur!
Nitelikleriyle var olanlar, niteliklerin(in) varlığıyla varolduklarından, niteliklerin yokluğuyla yok olmayana, yokluğu düşünülemeyecek olana yönelemezler, tabiatıyla gölgede gölgelerle birlikte gölgelenmekten aldıkları hazla yetinirler.
Mensubiyetin önemli olmadığı yol, mensubiyetin olmadığı bir yol değil hiç kuşkusuz; nisbetler var olduğu halde, zâhiren nisbetlerle var olduğu halde, onların varlığının umursanmadığı bir yol. Kendisine nisbetlerin varlık vermediği, aksine nisbetlere varlık veren bir yol. Kısaca söylendikde tavsîf, sıfat ve vasfı var kılan ve fakat varlığını onlara borçlu olmayan salt mevsûfa özgü bir yol. Tarif ve tasvir edilemeyen, ancak kendisine işaret edilebilen bir yol. Demiş bulunduk bir kere: arasak da taşrada (dışarıda) bulunamayacak bir yol.
VEFA
Aşık'la mâşuk birbirinden ayrı olunca sohbette vefâ olmaz! Çünkü ayrılığın-gayrılığın olduğu yerde sohbet olmaz! Nerede ayrılık-gayrılık varsa, orada vefadan söz edilemez. Öyle ya, ayrılığı terketmenin adı değil midir vefâ! Evet, vefâ sadakâtin, subutiyetin, bir yerde durmanın, öylece kalmanın adıdır. Sohbette vefa, sohbete vefâ değil, sohbetin kendisinde vefâdır. Asla vefâ, asla sadakattir, kendine sadakattir, kendinden ayrılmamak, kendiyle hemhâl olmak, sohbeti taşraya taşımamak, taşırmamaktır; en nihayet ikiliğe müsaade etmeyip kendinde kendiyle konuşmaktır.
BEKA
Beka vefânın mahsulüdür. Nitekim bu nedenledir ki sohbette vefâ gösteremeyenler marifette bekâya erişemezler. Bilgileri biteviye değişir durur; zira bildikleri şeyler, bilgiye konu edindikleri şeyler değişir. Bildikleri, taşranın (dışarının) bilgisidir; taşrada olanın bilgisi gayrının bilgisidir; gayrı —doğası gereği— sabit olmadığı, her dâim değiştiği için onun bilgisi de sabit olmaz, sabit kalmaz, biteviye değişir. Bu yüzden taşranın bilgisine ve/veya gayrının bilgisine gerçek mânâsıyla marifet değil, ilim denir. Marifete nisbetle ilimde ise bekâ olmayacağı bedihîdir. Binaenaleyh sohbeti taşraya taşıranlardan başkası, ikiliğin (çokluğun) bilgisinde subutiyet aramak gafletine düçar olmaz. Vefa yoksunluğu, beka yoksunluğuna dönüşmüş, onları ikiliğin içinde gölgelerle oynayan sâbiler derekesine düşürmüştür. Sâbî mehabbet ve aşkı ne bilir? O sadece gayrıyı merak eder; oyuncağını dışarıda arar ve bulur da.
MEHABBET
Evet, nedir adına mehabbet dedikleri şu hâl? Gölgede oturmaktan vazgeçmek, bakışı taşradan çevirmek, hâsılı zâtta zâtla olmaktır mehabbet.
Mehabbette fenâ, aşkta, aşkın kendisinde yok olmak, kendisine mâşuk bulan âşık rolünden vazgeçmek, ancak sâbîlerin mülkiyet iddiasında bulundukları, bulunabilecekleri oyuncaklarla oynamanın hazzına iltifat etmemektir. İşaret eden ve/veya işaret edilebilen olmaya çalışmak yerine, işaret edilemez hâle gelmektir.
Fenâ âşık olmak değil, aşk olmak, aşkın kendisi olmaktır kısaca.
Sanma ki sorduğun için söyledim, sen sorunca söyledim.
Hatırlarsan şayet, ben sana bunu, sen bana bunu sormadan önce de söyledim.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder