Sayfalar

HU

29-30 Ocak 2005



Sûfi dervişler niçin diye diye zikredip dururlar? Zikir meclislerinin vird-i zebanı niçin hep dur?
Bil ki bu, uzun bir zaman boyunca ve herhangibir surette dile gel(e)memiş bir soru’nun ifadesidir. Öyle ki sorunun makam-ı hakikîsi, çoğunluk tarafından fark da, zikr de edilmemiştir.
Fark edilseydi, acaba önümüzde sadece lafzen değil, mânen de zikredilip hatırlandığını gösterir alâmetler bulunmaz mıydı?
Demek ki sorulmamış bir soru var elimizde; kıymetini bilmemiz, şefkatle üzerine katlanmamız gereken bir soru.
Özenle sorulmalı bu yüzden.
O denli özen gösterilmeli ki hayreti mucib olmalı, şaşkınlığa yol açmalı, aramızdan şaşakalanlar çıkarsa şayet, onları hâllerine terketmeli de şaşkınlığın tevlid ettiği şevk-i tefahhus (curiosité) zail olmadan hemen yaklaşmalı soruyu dile getiren yârin diline.
VE dahi cevabını bulmak için değil, aramak için, evet sırf aramak için, ilk kez olsun, bir kez olsun dile gelmiş, diliyle gelmiş şu sevgiliye merhaba demekten kaçınmamalı.
nun anlamının, nicedir mahcub (perdeler arkasında) bulunmasından ötürü farkedilmediği ve bu gerekçeyle üzerindeki perdenin kaldırılmaya çalışıldığı mı söylenmek isteniyor?
Hayır!
Bilâkis , o kadar açıkta, o kadar açıklıkta ki... üzerinde o denli parlak ışık huzmeleri var ki... öylesine bildik lâfızlardan sayılıyor ki... görüldüğü, bilindiği ve dahi tanındığı için kimse tarafından farkedilmeksizin hâline bırakılıyor.
nun gizlenmek için açığa çıktığı unutulduğundan, nun açıklanmaya, açık kılınmaya ihtiyacı olduğu aslâ ama aslâ düşünülmüyor.
Her daim telâffuz ediliyor ve lâkin telâffuz edilen her defasında kavranılmadan kalıyor. Herhangibir sorunun konusu kılınamamış olması da bu yüzden.
Sorarsak, her hâlde şöyle bir cevap alacağız:
, Arapça’da üçüncü tekil şahıs zamiri ‘o’ karşılığında kullanılan hüvenin kısaltılmışıdır ve ‘Allah’ demektir. Dervişler de hû çekmek suretiyle Allah Teâlâ’yı zikretmiş, böylelikle O’nu anmış olurlar. Binaenaleyh arada pek bir fark yoktur.
Bu cevapla yetinilmeyip ismi var iken niçin bir zamir aracılığıyla Allah Teâlâ’nın anıldığı sorulur da biraz daha tafsilât istenirse, muhtemelen şöyle bir açıklamayla karşılaşılacaktır:
Arapça’da biz gibi çoğul zamirler nasıl tâzim ve tekrim (ululamak) için kullanılırsa, gaib’e (uzağa) işaret eden zamirler de aynı maksadla kullanılır. İsm-i zat olan Allah adı yerine, bu ismin yerini tutan O (hüve) zamiri tazim ve tekrim maksadıyla kullanılır, vs.
(hüve), esma-i hüsnâ listeleri arasında yer almıyor; zira hüve —zahire nazaran— bir isim değil, aksine zamir, üstelik zamir-i gaib!
Acaba “Hayy’dan gelen Hû’ya gider” deyişinde geçen , tıpkı “Allah’tan geldik, dönüşümüz yine O’nadır” kavl-i keriminde olduğu gibi zamir olarak mı kullanılıyor?
Cevap vermekte acele etmeyelim de biraz daha düşünelim. Meselâ “Edeb yâ Hû!” ifadesinde geçen ve zahirde “üçüncü tekil şahıs zamiri” olarak kullanıldığı sanılan ya nasıl olup da nida edatı olan (=ey) ile hitab edilebiliyor?
“Ey sen!” denildiği gibi, burada da “Ey O!” deniliyor olabilir mi?
Türkçe’de kaba bir ifade biçimine bürünmüş olan “Yok yahu!” tabirindeki da sanırım bu kullanımların yanına yerleştirilebilecek bir haysiyette değil.
Soruyu belirgin kılmak için konunun etrafında dolanmayı sürdürelim ve soralım:
Dervişler “Hû... Hû” diye zikrederlerken, hakikaten gayba veya gaibe işaret ediyor olabilirler mi?
Eğer böyle ise, cevap verilmeli değil mi, aynı zamanda bu dervişler niçin yu karşılarına almaktan kaçınmayıp kendilerini bile bile “yâ Hû” diye seslenen münadiler hâline getiriyorlar?
* * *
Son bir değini: İhlâs Suresi Kul hüve Allahu ehad... diye başlıyor ve meâl sahiplerinin çoğunluğu bu ifadeyi, “De ki: O Allah birdir” şeklinde Türkçeleştiriyorlar.
“O Allah” terkibinde geçen ‘o’ zamirinin istikameti, ne gariptir, tıpkı ‘Bu kitap’ veya ‘Şu kalem’ terkiblerindeki işaret zamirlerinin kullanımında olduğu gibi kendisinden sonra gelen sözcüğe (Allah lafzına) doğru. Oysa mezkur surede geçen hüve (o), işaret zamiri değil, şahıs zamiri. Şahıs zamirleri ise, işaret zamirlerinin aksine kendilerinden önce geçen isimlerin yerini tutarlar.
Bu durumda, nasıl oluyor da zahiren şahıs zamiri durumunda olan hüveye (=o), hiç düşünmeden “Bu Allah”, “Şu Allah” gibi işaret zamiri mânâsı verilebiliyor da “O Allah” deniliyor.
Cevabı bilmiyoruz; zira soruyu bilmiyoruz. Soruyu öğrenmeye başladık, belki birgün cevabı da öğrenebiliriz!
Ne diyelim, nasib yâ Hû!
Yani, sadece edebimizi değil, nasibimizi de artır yâ Hû!
Akl-ı kasıranemizce nasib edeb’e tekaddüm eder göründüğünden, o halde bize önce nasib, sonra edeb ihsan eyle yâ Hû!
Kime yalvaralım, hâlimizi kime arzedelim; burada senden başkası yok ki yâ Hû! 
* * *
Tekrarlamak zorundayız:
Uzun bir zaman boyunca ve hiçbir surette sorulmamış bir soru var elimizde.
Hû’nun anlamını bilmediğimiz kesin.
Anlamını idrak etmediğimiz, edemediğimiz bir şeyin ehemmiyetini nasıl idrak edebiliriz?
Elbette edemeyiz.
Demek ki biz Hû’nun sadece anlamından değil, ehemmiyetinden de haberdar değiliz.
Soru cevaptan önce gelir. Sorulmamış bir sorunun cevabı olabilir mi?
Olamaz.
Demek ki önce cevapsız bir soruyu dile getirmek, yani önce sorunun konusunu farketmek zorundayız.
sorusu, uzun bir zaman boyunca ve hiçbir surette sorulmamış bir sorudur. Bu hususa işaret edildi.
farkedilseydi, muhakkak ki zaman içinde herhangibir sorunun konusu haline gelmiş de olurdu. Olmadı.
Sorunun konusunun ortada olmadığı söylenemez; zira hep ortadaydı, O her yerdeydi ki hâlâ da öyledir.
Hüvenin hüviyeti farkedilmediği içindir ki bir türlü soru konusu olamadı.
hiç dile gelmedi, denemez, dile geldi; farkedilmeden dile geldi ve zaten bu nedenle bir sorunun konusu olamadı.
O hâlde denebilecek olan şudur: fark edilmeksizin ve tabiatıyla soru suretine bürünmeksizin dile geldi.
* * *
Şimdi dan bahs edeceğiz, yani onu bahsimize mevzû kılacağız.
Bahs, lugatte, bir şeyi aramak maksadıyla toprağı eşelemek, kazmak demek olduğundan, biz de nun toprağını eşeleyecek, özünün, etrafındaki curufâttan ayrılmasını sağlayacağız.
Bahsimizi birlikte gerçekleştirdiğimizden yu sadece bahsin değil, isteşlik bildiren mübahasenin de mevzûu (konusu) haline getireceğiz.
Aradığımızı bulursak, bulduğumuza birlikte atf-ı nazar eyleyeceğiz; yani sadece mübahase ile yetinmeyip “karşılıklı bakmak” anlamına gelen münazaraya da koyulmuş olacağız.
Görevimiz bahs u münazara. Çünkü Hû’nun özü, uzun zaman boyunca bahs u münazara mevzûu yapılmadı. [Batılıların diyalektik adını verdikleri ilmin bizim geleneğimizdeki karşılığı, yaygın olarak kullanılan İlm-i Cedel değil, Âdab’ul-Bahs ve’l-Münazaradır; yani soruşturulacak konuyu, toprağı kazar gibi lafız, kavram ve yargı yığınları arasından seçmek, ayıklamak ve sağlam sorularla yola koyulmak (=mübahase); ardından da soru konusu haline gelmiş özün ne olduğuna, hakikatine bakmak (=münazara).]
* * *

nun özünü merak ediyor muyuz?
Hayır!
Etseydik sorardık. Oysa bu soru henüz soruluyor. Merak edebilmemiz için, bilmediğimiz bir şeyle karşılaşmalıyız; daha açıkçası karşılaştığımız şeyi bilmediğimizi bilmeliyiz.
Bilmediğimizi nasıl bilebiliriz? Bilmediğimizi bildiğimizden nasıl emin olabiliriz?
Şaşmakla elbette.
Şaşan ve şaşıran kişi, bilmediğini bilen kişidir. Bilirse kişi şaşmaz; zira bilen kişi şaşmaz.
O hâlde elimizde şaşmak’tan (hayretten) başka hiçbir ölçüt yok. Şaşarsak, şaşırabilirsek, bu takdirde merak da edebiliriz. Merak edersek sorarız, yani bizi şaşırtan o şey neyse, ona daha da yaklaşmak isteriz. Bilinç düzeyinde bilinecek nesneye yaklaşmanın biricik yolu soru sormaktır çünkü.
nun özüne yaklaşmak için soru sormayı sürdürmeliyiz. Böylelikle onun ne olduğunu değil sadece, ne olmadığını da bilmeye çalışmalıyız.
* * *
İhlas Suresi’nin girişindeki , işaret zamiri değil, burası açık. O halde —daha önce işaret edildiği üzre— şahıs zamiri olması gerek.
Oysa burada hû’nun öncesi yok. Çünkü sure şöyle başlıyor:
De ki: O...
Sormak gerekmez mi: Hangi O?
Zamir, adı üstünde, isimle mukayyed olan, ismin yerini tutan demek. Halbuki metinde zamirden önce geçen bir isim yok! Buradaki , hangi ismin yerini tutuyor, bu meçhul!
Sûrenin girişindeki cümle, bir isim cümlesi. nun bu cümlenin öznesi olduğu ne malum, belki de yüklemi!
Metnin bir soru üzerine nazil olduğu ittifak edilmiş bir mesele. İlk muhatabların “O nedir?” (Mâ hüve?) diye sordukları ve bunun üzerine bu surenin inişiyle mezkur cevabın verildiği bilinmekte. Bu durumda, o nedir, sualinin cevabı şöyle olmaz mı:
O o’dur, O Allah’tır, O birdir.
Hû’dan bahs etmeyi sürdürelim:
Sorudaki ile cevaptaki acaba aynı mu?
Acaba cevapta geçen , ‘o’ anlamına gelen bir zamir olmayabilir mi, tıpkı “Edeb yâ Hû!”, “Nasib yâ Hû!” deyişlerinde geçen hû’nun ‘o’ anlamına gelen bir zamir olmadığı gibi?
nun özünü, hâlâ kendisine atf-ı nazar edecek kadar açıklığa getirebilmiş değiliz. Toprağı eşelemeye devam etmeli, nun yüzünü bize göstermesi, gösterebilmesi için çapalamayı sürdürmeliyiz.
Yunanca on to (var/varlık) sözcüğünü karşılamak maksadıyla Arapça’da önce hüve ve hüviyet, sonra vücud ve mevcud sözcüklerinin kullanıldığını hatırlayalım. Meselâ “varlık olarak varlık” veya “varolması bakımından varolan” karşılığında İslâm Felsefe ve Kelâmında kullanılan terim şudur: min-haysu-hüve-hüve.
* * *
Bahse şimdilik son vereceğiz ve bulduğumuza kısaca şöyle bir nazar atfetmekle yetineceğiz:
“Edeb yâ Hû” deyişinde geçen , “Vücud/Varlık” anlamına gelir ve kabaca Bizi terbiye eyle ey VARLIK demektir.
Sûfiler “Hû! Hû!” diye zikrederlerken gayba ve gaibe değil, bilâkis her yerde varlığını duydukları, duyumsadıkları Varlık’a işaret ettiklerini ve Varlık, Varlık, Varlık diyerek VARLIK’a ve VARLIK’ın birliğine şehadette bulunduklarını yakînen ve iyanen bilmekte idiler.
Bilmeyen onlar değil, biziz.
Hâl böyleyken, kime yalvaralım, hâlimizi kime arzedelim, burada senden başkası yok ki ey VARLIK!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder