13-16 Şubat 2001
Önce okuyalım, sonra konuşalım:
• Bundan 25 sene evvel Büyük Millet Meclisi’nden
İcra Vekilleri Heyeti’ne intikal eden bir teklif-i kanunî dolayısıyla
türbelerin kapatılması mevzû-i bahis oldu. O zaman Devlet Reisimiz [Gazi Mustafa
Kemal] ictimaa geldi. Onun ictimaa geldiği vakit, mühim bir kanunun,
mühim bir meselenin mevzû-i bahis olacağını bilirdik. Meclis’ten gönderilen
kanun teklifi okundu: Türbelerin kapatılması mevzû-i bahisti.
O vakit sordum:

— Bunlar hangi türbelerdir? Ballı Dede mi, azizlerden biri midir? Kendi devrinde insanları teselli etmiş, irşad vazifesini görmüş bir adamın türbesi midir?
Bu suallere ben cevap verdim: “İsterseniz bunlar
kapatılabilir” dedim.
Fakat suallerim bitmemişti, şöyle devam ettim:
Fakat suallerim bitmemişti, şöyle devam ettim:
— Ancak bazı türbelerimiz var, İmparatorluğumuzu
kuran Sultan Fatih’in türbesi, İmparatorluğumuzu genişleten Kanunî Sultan
Süleyman’ın türbesi, bütün tarihimizin mefâhirini teşkil eden büyük
adamlarımızın, vezirlerimizin, sanatkârlarımızın türbesi var, bunlar da
kapanacak mıdır?
Fakat ben yine devam ettim ve şöyle dedim:
— Müsaadenizle bir sualim daha var: İki erkek
çocuk babasıyım. Beş mektepte hocalık ettim. Hocalık ile hayatımın sonunu
bulacağımı sanıyorum. Memleketin gençlerine o memleketi bir devlet olarak, bir
vatan olarak kendisine verenlerin kim olduğunu öğretmek için benim elimde
ressamlığım yok. Şehirlerin Belediye bahçelerinde memleket büyüklerinin
heykelleri yok. Müzeler, eserleri ile doludur, fakat evleri bir ziyaretgâh
haline getirilmemiştir. Büyükleri çocuklarımıza tanıtmak için onların yalnız
kemikleri dağılmış birer türbeleri var. Onu da kaparsanız, yeni nesli nasıl
yetiştireceğiz?
Bunun üzerine bir-iki dakika sükût hâsıl oldu.
Sonra Devlet Reisi [Mustafa Kemal Atatürk] bana yanında yer gösterdi ve şöyle
dedi:
— Bekle, 10-15 sene bekle, bütün türbeleri
sana vereceğiz!
(...) Yugoslavya’nın üç büyük şairinden birisi Bükreş’te Büyükelçi olarak vazife gördü. Sekiz ay uğraştım, onu İstanbul’a getirdim. Yabancı şair Büyükelçi ile gezdiğimiz gibi Tataresko, Titulesko ile de dolaştık, medeniyetimizin bir şaheseri olan Süleymaniye Camiini beraber ziyaret ettik. Sultan Süleyman’ın türbesini de gezmek arzusuna düştüler. Beraber türbeye yürüdük, baktık, kapısı kapalı; on-onbir yaşındaki çocuklar orada oynuyorlar. En kabadayısına yaklaştım; “Oğlum, acaba türbedârı bulabilir misin?” dedim. Cevap verdi: “Onu bulmak çok zordur, isterseniz arayalım” dedi.
Vaziyeti biliyordum, söyleyecek şey bulamadım. Onlar “Galiba tamir var” dediler, fakat iskele yok. Kafamı kurcalıyorum, o kadar kurcalıyorum ki o dakikaya yarayacak birşey söylemek istiyordum, fakat bulamıyordum.
Nihayet şunları söyleyebildim:
- Bir müddet mazi ile alâkamızı
kesmek istedik, onun için türbeleri kapattık.
Yabancı diplomat yüzüme baktı, “Ciddi mi söylüyorsunuz?” dedi. Cevap verdim, “ciddi” dedim. Şu sözleri söyledi:
- Böyle
tarihi olmayan milletler, tarih huzurunda esâtir, efsane uydururlar. Sizin ise
büyük bir tarihiniz vardır. Bu tarihi yapanların türbesini nasıl
kapatıyorsunuz?
Milliyetperverlik mevzû-i bahis ise, bunun tahakkukunu canla başla istiyorsak, tarihimize büyük hizmet etmiş olanların türbelerini tamir edelim, açalım. (M. Baydar, Hamdullah Suphi Tanrıöver ve Anıları, s. 171-174, İstanbul, 1968; 1947 CHP Kurultayı Tutanakları’ndan naklen)
* * *
Şimdi türbeler ziyarete açık ve fakat nedense hâlâ mâzimiz ile alâka kurmayı beceremiyoruz.
Acaba niçin?
Evet, 1925’de İcra Vekilleri Heyeti’nde
türbelerin kapatılmasına ilişkinin kanun teklifi görüşülürken, Hamdullah Suphi
Tanrıöver’in itirazları, Mustafa Kemal Atatürk’ün şu sözüyle karşılık görmüştü:


Bekle, 10-15 sene bekle, bütün türbeleri sana
vereceğiz!
Acaba bu ifadeyi nasıl anlayabilir; başka bir deyişle, söz’ün kendisinden ziyade maksadını (kasd-ı mütekellimi) nasıl açık kılabiliriz?
Türbelerin yeniden açılabilmesi için 10-15
senelik bir süre tayin edildiğine göre, bu kararın geçici bir niteliğe
sahip olduğu söylenebilir ki zaten Tanrıöver’in de 1947 CHP Kurultayı’nda bu hatırayı
nakletmesinin asıl sebebi budur. Nitekim kendisinin Bükreş Büyükelçisi’ne
söylediği şu söz de bu sebebi izah ve teyid etmektedir:
Bir müddet mazi ile alâkamızı kesmek istedik,
onun için türbeleri kapattık!
“Türbelerin kapanması” ile “mâziyle alâkanın kesilmesi” arasında zaman bakımından kurulan münasebet fevkalâde calib-i dikkattir:
a) 10-15 sene bekle...
b) Bir müddet...
Hamdullah Suphi aynı yıllarda (II. Dünya
Harbi’nin ertesinde) Eminönü Halkevi’nde verdiği konferansta benzer kanaatler
serdedince, dinleyiciler arasında bulunan Orgeneral Fahrettin Altay kendisine
şöyle itiraz eder:
- Buyurduğunuz cereyan başlarsa, bu memleketin nereye gideceğini kestirmek kabil olmaz. Padişah türbelerinden sonra evliya türbeleri açılır, sonra halkın türbelere adakları başlar, gene bezler, paçavralar sarılır, gene kapıların önü mezbahalara benzetilir, gene hacı hoca, derviş, softa meydanı alır; ve bütün inkilâblarımız tehlikeye düşer.
Şimdi de Tanrıöver’in kendi görüşünü nasıl müdafaa ettiğine bir bakalım:
- Hayır hayır Paşam! Millet bu safhayı çoktan atlatmıştır, böyle şeyler tekerrür etmez ve olamaz. Memleket rüşdünü isbat etmiş ve inkilâbları benimsemiştir.(Samih Nafiz Tansu, “Cumhuriyet”, 25 Mart 1959’dan naklen)
Türbelerin açılmasıyla “inkilâbların tehlikeye düşmesi” veya “milletin rüşdünü isbat edip inkilâbları benimsesi” arasında acaba ne alâka vardır?
Hiç değilse o vakit çok büyük bir alâka vardı!
Bu alâka evvelemirde türbeler ile mâzi
(tarih) arasındaydı. Milletin mâzisini dinî ve din-dışı şeklinde
bağımsız iki kategoriye ayırmak mümkün olmadığına göre ve daha da önemlisi
türbelerin bir bütün olarak mâziyi temsil etmesinden ötürü millet ile
mâzi’nin arasındaki alâkanın kesilmesi için önce millet ile türbelerin
arasındaki alâkanın kesilmesi gerekmişti.
Tanrıöver’in daha önce evliya türbeleri
hakkında “İsterseniz bunlar kapatılabilir” dediği ve sadece “büyük adamların,
vezirlerin, sanatkârların türbelerinin kapanmasına karşı çıktığı” hatırlanacak
olursa, Orgeneral Altay’ın itirazına daha kolay anlam verilebilir. Çünkü
Tanrıöver, mâziyi din’den (vulgarize edildiği takdirde ‘irtica’ veya ‘hurafe’den)
ayırmakta ve türbelerin dinî karakterini zayıflatarak salt tarihî
yönünü öne çıkarmaya çalışmaktadır.
Padişah türbelerinden sonra evliya türbeleri açılır, sonra...
Sonra...
Evet, Paşa’nın asıl endişesi bu teşebbüsün
sonrasıyla alâkalıdır! Yani ya tekrar mâzi hortlarsa?
Bütün bu açıklamalara binâen Mustafa Kemal
Atatürk’ün Hamdullah Suphi’ye söylediği sözü daha sağlıklı bir biçimde yorumlayabileceğimizi
sanıyoruz. Kanatimizce söylenmek istenen şudur: 10-15 yıl sonra türbelerin açılabilir; çünkü
o gün geldiğinde onların kapatılmasını gerektiren nedenler ortadan kalkmış;
yani inkilâblar amacına ulaşmış olacaktır!
Hamdullah Suphi’nin de Orgeneral Altay’a
söylemeye çalıştığı budur: Mâzi çoktan bir daha hortla(ya)mayacak hâle
getirilmiştir!
Türbelerin kapatılma kararının geçici
olduğu iddiası ancak bu çerçeve dahilinde kabul edilebilir ki bugün türbeler
zaten açıktır; tıpkı Ayasofya müzesi gibi; tıpkı Adnan Menderes’in anıt-mezarı
gibi.
Hâsılı, sözleri her zaman zahiriyle
yorumlamamalı; bilâkis sözün sahibinin maksadını da dikkate almalı. Sözgelimi, Mustafa
Kemal Atatürk, arkadaşı Binbaşı Abdülkerim Bey’e 18-19 Mayıs 1329’da (1913) Gelibolu’dan
şöyle yazmaktadır:

Seni gören, seni seven, senin mu’cizât-ı meveddetini müşahede eden dedegân-ı meşhûreden Selanik meydan dedesi bu fakir Kemâl, yeni bir zemin-i ictihadın tayini hususunda zât-ı kerimullahtan niyaz eder. (“Müteferrika”, sy. 14, s. 92, 1998)
Bir arkadaşa yapılmış bu espri dolu betimlemeler, sadece bir şakadan ibaretti, dolayısıyla bu ifadeleri ciddiye alanlar yanılırlar.
Türbeler kapanmakla tarih de kapanmıştı, ve bu
kesinlikle bir şaka değildi!



Hiç yorum yok:
Yorum Gönder