23 Ocak 2001
Bu memleketin çocukları sırf kendilerine
sadakatlerini muhafaza ettikleri için haksız muamelelere maruz kalıyorlar ve ne
gariptir ki tüm samimiyetlerine rağmen çirkin bir siyasete kurban edilmek
isteniyorlar. Kendi hesabıma, bu tür çabaların er ya da geç boşa çıkacağından
ve devleti yöneten siyasî aklın gün gelip bu ayıbı sona erdireceğinden kuşku
duymuyorum. Bu bugüne kadar hep böyle oldu ve inançlarını samimiyetle müdafaa
eden insanlar sonunda samimiyetlerinin mükafatı olarak saygıyla mukabele
görürken, siyasî otoriteye yaranmak isteyen düşük ahlâklı kimseler belki bir
süre itibar gördüler ama neticede lâyık oldukları derekeye inmekten
kurtulamadılar.
İnanç, düşünce ve kanaatlerin doğruluğu
bir bahs-i diğer. Bilakis burada esas olan bu doğruluğun müdafaasında gösterilecek
samimiyet ve dürüstlük. Bu memleketin çocukları kendilerine
sadakatlerini muhafaza ettikleri sürece gelecekten ümitvar olabilirler ve ancak
bu takdirde saygı görmeye hak kazanabilirler. Çünkü hiçbir vicdan, samimiyet
ehlinin sadakati karşısında direnemez.
Aşağıdaki hikâye muhtevası itibariyle değil,
mantığı itibariyle yorumlanabilirse şayet, ne demek istediğimin daha iyi
anlaşılacağını sanıyorum:
Yaygın bir söylentiye göre, şapka devriminden
sonra Trabzon’u ziyaret eden Mustafa Kemal Atatürk’e vilayetin sorunları
hakkında bir brifing verilmiş ve bu esnada Of kazasından Hacı Ferşat Efendi
nâmında bir din hocasının şapka giymemekte direndiği kendisine arzedilmiş.
Atatürk özel bir şapka hazırlatır ve hocanın
huzura getirilmesini emreder. Hoca derdest huzura çıkarılır. Atatürk şapkayı
getirtir, kendi eliyle hocanın başına koyar ve sorar:— Hoca Efendi, sen şimdi gâvura mı benzedin?Hoca Efendi bir yutkunur, sonra ‘hayır’ diye
cevap verir. Hocanın başından aldığı şapkayı bu kez kendi başına koyan Atatürk,— “Ya ben” der; “gâvura benzedin mi?”Hoca Efendi ‘evet’ anlamında başını sallayarak
mukabelede bulunur. Hiç beklemediği bu cevap karşısında hayrete düşen Atatürk:— “Nasıl olur?!” der; “bir serpuşun şer’î hükmü
bir baştan diğerine değişir mi?”Hoca Efendi, durumu şöyle izah eder:— Ben şapka giymeye zorlanıyor ve kerhen
giyiyorum. Size gelince, devletin başısınız ve hiçbir mecburiyetiniz yokken
giyiyorsunuz. Serpuş aynı olsa da durum farklı ve dolayısıyla hüküm de
farklıdır.Hocanın samimiyet ve cesaretini takdir eden
Atatürk, hocaya devletten aylık maaş bağlanmasını emreder. Hocanın bizzat
Atatürk tarafından tahsisi emredilen bu maaşı hayatının sonuna kadar almaya
devam ettiği söylenir.Merhûm Hacı Ferşat Efendi’nin Cennetlik
lakabıyla anılan mahdumunu el-Ezher’deki talebeliği yıllarında tanımış ve “Bu
rivayetin aslı var mı?” diye sormuştum. Hatırladığım kadarıyla doğrulamıştı. (Osman Z. Soyyiğit, Küçük Hâfız, s. 50-51, İstanbul, 1999)
İlahiyat hocalarının inançlarını savunmak
yerine yapılanları sîneye çekmekle (susmakla) haksızlığı meşrûlaştırdıklarını
düşünüyorum. Biraz medenî cesaret göstermek suretiyle inançlarını savunsalardı,
belki de bu baskılar bu raddeye gelmezdi, gelemezdi diye inanıyorum. Öyle ya,
niçin toplanıp Ankara’ya gitmeyi denemezler? Niçin bu memleket evladına reva
görülen muamelenin haksızlığını yöneticilere ısrarla anlatmak yolunu bir kez
bile tercih etmezler?
Samimiyetle söylenmiş sözlerden daha iknâ
edici hangi vasıta vardır bu dünyada?
Hâsılı, başka hiçbir şeyden değil, sadece ama
sadece, birgün bu baskılar sona erdiğinde hocaefendilerin bu memleketin hayrına
söyleyecek sözlerinin kalmayacağı ihtimalinden endişeleniyorum.
Unutmayalım ki korku hiçbirşey, samimiyet
herşeydir.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder