18 Eylül 2010
Tintoretto (öl. 1594).
Modern sanat en başat özelliğini bu başına
buyruk ressamın sıradışılık tutkusuna borçludur.
Pek tabii ki bir de takipçisi El Greco’nun
(öl. 1614) ferdiyetini korumak konusundaki bitimsiz ısrarına, ve hiçbir
kuşkunun sarsamadığı o erguvanî hüznüne.
Şayet bugün çağdaş sanat yapıtlarında selîs ve
dakîk bir bitmişlik duygusu (a smooth and
careful ‘finish’) aranmıyorsa, bilmeli ki bu tasavvurun oluşmasında XVI.
yüzyılın bu iki büyük ressamının savruk ve tutkulu fırçalarının etkisi
sanılandan fazladır.
Selîs ve
dakîk bir bitmişlik duygusu.
Gombrich’ten ödünç alarak kullanıyorum bu
tanımlamayı. The Story of Arttan
(1950). Teknik bakımdan kemâl de, tekemmül de Tintoretto’nun umurunda
değildir çünkü. Eserleri hep nâ-tamamdır (the
lack of finish). Eksik ve kusurlu görünür. Bitmemiş ve tamamlanmamış gibi,
yani nihayetine varamamış gibi.
Anlatmaya çalıştığı hikâyenin hayâli zihninde
tamamlanmışsa, o takdirde tuvaldeki resim de onun nazarında tamamlanmış
demekti. Peki ya izleyicilerin nazarı? Bu onların sorunuydu. Bakışlarını tutan
mı vardı, tuvalde varsaydıkları boşlukları pekâlâ kendi nüfuzlarıyla
doldurabilirlerdi.
XVII. yüzyılın sonuna gelindiğinde, bitmişlik (kemâl) tasavvurunun eserde
değil, sanatçının zihninde varsayılması gerektiğini vurgulayan bir başka ressam
da Rembrandt (öl. 1669) olacaktır.
Rembrandt bir resmin tamamlanıp
tamamlanmadığına, ancak ressam amacına ulaştığında (when he had achieved his purpose) karar verilebileceğini iddia
eder. Sanatçı maksadını ifade ettiğine inandığında tuvalde boyanmayı bekleyen
bütün unsurlar birer gereksiz ayrıntı hâlini alabilirler, hiç mahzuru yoktur,
süratle birer müsveddeye dönüşebilirler. Bitmemişlik
duygusu yine izleyiciye özgü vehimlerin eseri olarak kalacaktır. Seyirci zahmet
edip nokta-i nazarını değiştirmelidir. Yerini ve bakışını.
Bütün bu kıpırtılar sonun başlangıcına işaret
eder. Aristotelesçi bilimin temelleri sarsılmaya başlamıştır. Bilimde
yenilikler, dünyanın sanat aracılığıyla kavranış biçimini de değiştirecektir.
XIX. yüzyıla gelindiğinde artık mutlak’ın
yerini izafet, kemâl’in yerini zevâl, tekemmül’ün yerini tekâmül, sükûn’un yerini ise hareket alacaktır.
Hız kavramı ortaya çıkmıştır. Maddenin yerinde enerji vardır. Işık.
VE pek tabii ki renk.
Ânı tuvale rabt u resm etmek isteyenler
çizgilerden yüz çevirip vurguyu ister istemez renklerin üzerine yüklemeyi
tercih edeceklerdir.
Nicelik geriye çekilir. Tuvalde görünen
niteliklerdir sadece. Artık bitmişlik/tamamlanmışlık tasavvuru yerle bir olmuş,
yeni çağla birlikte bilim ve sanat hakikati anda
tesbit etmeye karar vermiştir. Bir anda.
Fizikteki değişmeler yüzünden mutlakiyet
kalesinin surları dövüldükçe dövülmekte, David’lerin, Ingre’lerin esamesi dahî
okunmamaktadır. Kesinliğin ve zorunluluğun. Bonapart’ın.
Gerçeklik, her geçen gün biraz daha kristalize
olmaktadır. Bilim bile bilimadamının bakışıncadır.
Karl Marx’ın, Balzac’ın ünlü eseri Le Chef-d’œuvre inconnunün (1831) efsanevî
ressamı Frenhofer’le kendini özdeşleştirdiği bilinen hikâyedir.
Das
Kapitalin ilk cildi baskıya verilmeden önce, Şubat 1867’de,
Engels’e yazdığı mektupta, Marx, dostuna, Balzac’ın mezkur eserini okumasını
tavsiye eder. Frenhofer gibi Marx da gerçekliğin en mükemmel temsilini (the most complete representation of reality)
sunma arzusunun bedelini ödemektedir. Doğum çilesi. Kemâli taleb etmenin
ızdırabı. Mükemmeli.
Zavallı ressam! Kemali ararken, kendi sanatını
öldürdü.
Frenhofer’i güya böyle yorumlamış Karl Marx.
Rivayete güvenilecek olursa, Frenhofer, yaptıklarıyla
yetinmeyen kahramandır Marx’ın gözünde. Mükemmellik
(perfection) arayan zekânın sembolü. Oysa Frenhofer yaptıklarıyla yetinen bir
adamdır. Çünkü eserini bitirmiştir. On yıl da sürmüş olsa, eninde sonunda
bitirmiştir. Peki ama nerede? Kendi nazarında. Zihninde. Bitmemişlikse
muhataplarının nazarındadır. Nazarıncadır. Tuvalde.
Alt tarafı bir el vardır görünürde. VE
görünürde ne yazık ki kemâl yoktur. Görünen eksiktir, kusurludur,
tamamlanmamıştır çünkü.
Frenhofer, c’est moi der Cézanne (öl. 1906) bir defasında. Frenhofer onun da kahramanıdır. Zira
kemâl doğadadır, hayâllerinde. Tuvalde değil. Tuvaldeki hep eksiktir çünkü. Hep
izafi.
Nitekim Picasso da (öl. 1973) benzer bir
iddiayı seslendirecektir. Bir tek farkla. Renkleri değil, çizgiyi tercih ederek
zevâli resmetmeyi seçecektir. Yaparak değil, yıkarak ve bozarak. Cézanne’ı
takip etmek suretiyle nokta-i nazarı çoğaltacaktır. Perspektifi.
Her iki ressamın da yerini almak istedikleri
usta, muhayyel Frenhofer değil, hız ve süratin ressamı Delacroix (öl. 1863) idi
gerçekte. Yani Frenhofer’in aslı. Baudelaire’in deyişiyle resmin şairi. Rengin sultanı. Renkçiliğin önderi.
Bu arada Rodin’i (öl. 1917) unutmamalı.
Heykellerinin çoğu, ısmarlayan kişi ve kurumlar tarafından, hep geri
çevrilmiştir, sırf tamamlanmamış oldukları gerekçesiyle. Bitir de öyle getir,
denmiştir kendisine. Kusur bakıştadır oysa. İzleyicinin kemâli aradığı cihet
başkadır. Umumiyetle.
La Belle
Noiseuse (1991)
Frenhofer’e dair yönetmen Jacques Rivette’in
sözde yorumu. Başarısız. Zorlama. Hissiz. Fransız tarzı sun’iliğin adı Cazgır Dilber.
VE hakkı verilmemiş koca dört saat. Sabrı olan
denesin!
Hâl böyleyken, Frenhofer’i en başa almamak
olmazdı. Tutkusuna hürmeten, bir çılgını. Zevâlde kemâli arayan bir âşığı.
İnkisarı.
İnkisar nedir bilmiyorsan ey talib senin bu-ara-da işin ne?
Kimbilir belki de haklısın, kim hem genç hem
fani olduğunun aynı anda idraki içinde olabilir ki?
Bu-ara-da, yani putperestler meclisinde.



Hiç yorum yok:
Yorum Gönder