Sayfalar

CİNSELLİĞİN HIRİSTİYANCASI





 18 Mayıs 2008
Nietzsches Kampf gegen das Christentum erwächst aus seiner eigenen Christlichkeit.

II. Dünya Harbi’nin başlarında, Alman düşünür Karl Jaspers, Nietzsche und das Christentum (1952) adlı risalesinin girişini işbu cümleyle taçlandırmıştı:

Nietzsche’nin Hıristiyanlıkla kavgası, onun kendine özgü Hıristiyanlığından kaynaklanır.





Çünkü Nietzsche’nin kendisi, Hıristiyan ahlâkını ahlâksızca buluyordu. Evet ahlâksızca, yani insanın özüne aykırı, insanî özle uyumsuz. Bu yüzden de ikiyüzlü, kötü, kötücül. Hıristiyanlıktan da, Tanrı’dan da nefret ediyordu. Çünkü annesinden nefret ediyordu. Tanrı öldü, demiş ve fakat Tanrı ölsün demek istemişti; yani annesi. Tanrısı ve annesi.

Dindar bir ailenin çocuğuydu Nietzsche. Babası papazdı ve erkenden ölmüştü. Babasızdı Nietzsche. Onu annesi yetiştirdi. Bir de ablası. Babasız olarak yetişti. Kadınların arasında yetişti. Bir başınaydı. Kadınların arasındaydı. Tam bir trajedi: kadınların arasında kadınsızdı. Annesi vardı. Annesiyle sorunları vardı. Ablasıyla da. Karşılık bulabilseydi, kadınıyla da sorunu olacaktı. Olsaydı, doğsaydı kızıyla da.
Annesiyle sorunu olanın, eşiyle ve kızıyla sorunu olmaması imkâsızdır. Erkeğin asıl sorunları, yani kadını kavrayışına ilişkin en temel sorunları, anneden başlar. Anneyle başlar. Geçmişinde annesiyle arasında ciddi sorunlar yaşamış olan her oğulun, eşiyle de, kızıyla da sorunları olacaktır. Neredeyse bir yazgıdır bu! (Kız çocuklarının gerçek sorunları da babalarıyladır. Bu yüzdendir ki kocalarıyladır. Bir de oğullarıyla.)
Hıristiyanlığın gerçek annesi, Meryem değildir, Havva’dır. VE Hıristiyanların anneleriyle aralarında çok ciddi bir kavga vardır. İnançlarına göre, bütün günahlar, ilk günahtan kaynaklanır. Havva anamızın sebep olduğu ilk günahtan. Onun günahından. Bizi dünyaya getirme günahından. Dünyaya, yani yaşama. O halde ölüme.
Hıristiyanların yaşam (ve pek tabii ki ölüm) yükünü borçlu olduklarına inandıkları kadındır Havva. İlk günahın ağır yükünü çocuklarının üzerine insafsızca bırakmış kötü bir annedir o, nazarlarında.
Herkes kendisinden esirgenen şeyler hakkında saplantılıdır. Neden mahrum olduysa, neyin yoksulluğunu/yoksunluğunu çektiyse, muhtemelen o şeyle ilişkisi, sapkınca değilse bile, saplantılı bir biçim kazanacaktır. Mecburen değil ama, muhtemelen.

Richard von Krafft-Ebing Psychopathia Sexualis (1886) adlı kitabında iki seksüel anomali (cinsel sapkınlık) tanımını psikoloji literatürüne kazandırmıştı. sadizm ve mazoşizm.
Sadizm tanısı, adını bir Fransız soyluya, Marquis de Sade’a borçludur.
Tam adıyla Donatien Alphonse François le Marquis de Sade (1740-1814).
Özellikle Les 120 Journees de Sodome, ou l'Ecole de libertinage (Sodom’un 120 Günü veya Özgürlük Okulu) baş yapıtı kabul edilir. Her türlü reziletin övüldüğü, her türlü faziletin yerildiği bir baş yapıttır.
Marquis de Sade için, kadın düşmanıdır, sözü yetersiz değil, anlamsızdır. Düşmanlık doğaldır. Oysa Marquis’nin hiçbir tasavvuru doğal değildir. Marquis doğal olan her şeyden nefret eder; yoksunu olduğu her şeyden. Şefkatsizdir. Annesizdir çünkü. Annesinden nefret eder. Kendini dine verdiği için, hayatını İsa’ya adadığı için, manastıra kapandığı için, şefkatini ve sevgisini biricik oğlundan esirgediği için, o sevgiyi baba’ya özel kıldığı için. Baba’ya, yani Tanrı’ya, yani İsa’ya.
Kilisenin ortasında kadınları kırbaçlarken, Hıristiyanlığın sembollerini alabildiğince aşağılarken, gerçekte, şefkatini kendisinden esirgemiş olan dindar annesinden intikam alır Marquis de Sade.
Söylemekten niçin kaçınalım, Batı’nın tarihi biraz da şefkatsizliğin tarihidir. Yıkıcılığı da bundan.
Marquis’nin baş yapıtı, 1975’te feci bir biçimde öldürülen İtalyan yönetmen Pier Paolo Pasolini tarafından yorumlanmıştı: Salò o le 120 giornate di Sodoma (Salò veya Sodom’un 120 Günü)
Yönetmen Pasolini hem komünist, hem eşcinseldi. Eğilimlerini biçimlendiren, aslında annesiyle sorunlarıydı. Annesine âdeta tapıyordu. Nefret ediyordu yani.


Annemden kısa süreli bir ayrılık yaşamam bende nevrotik bir durum yarattı. Bu nevroz beni huzursuz yapmakla kalmadı, bana devamlı varlığımın nedenini sordurtan bir hal aldı.



Annesiyle köklü sorunları olduğu için tanrıtanımaz oldu. Komünistti. Eşcinseldi. Hıristiyanlıktan nefret ediyordu. İlk annesini hiç tanımadı: Havva’yı.
Mazoşizmin adını borçlu olduğu Leopold von Sacher-Masoch (1836-1895) ise bambaşka biriydi. Ünlü kitabının adı: Venus im Pelz (Kürklü Venüs). Marquis’nin güya tam karşıtı; gerçekteyse ruh ikizi. O da bir anne kurbanı. Kadın kurbanı. Kadınların kurbanı. Yani oğul kılığında annenin, koca kılığında eşin, baba kılığında kızın kurbanı. Bir kılığın kurbanı.





Bu tabloyu dilediğiniz kadar zenginleştirebilirsiniz. Batı’daki tüm sorunlar, Hıristiyanlığın yaşama, doğaya, insana ve Tanrı’ya ilişkin hastalıklı tasavvurlarından kaynaklanır. Tüm nefretlerinin kökeninde bu hıristiyanca ekşime vardır. Doğa’ya ve Doğu’ya yönelik tüm nefretlerinin kökeninde.
Ortaçağ boyunca cadıları yakanlar biz değildik. Olmadık.
Cadıları, yani kadınları.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder