21 Kasım 2009
Bir kehanetle başlamak istiyorum bu yazıya.
Eğer, iki saatlik müşahedemin bir kıymet-i harbiyesi
varsa, Ertuğrul Özkök, çok uzun olmayan bir zaman diliminde, ben'ini tercih
edip Genel Yayın Yönetmenliği'nden istifa edecek!
Neden mi böyle bir kehanette bulunuyorum?
Şundan: Bu sefer gerçekten çok yorulmuş. Özgürlüğe
ihtiyacı olmalı.
Özgürlüğün özünü ise, bir kez daha penceremden
dışarıya bakmayı becerebildiğim takdirde ele alacağım.
Beni bir yılan takip etseydi beli kırılırdı.
Sırf bu sözü söyleyecek denli kendisini iyi
tanıyan birini dinlemek istediğim için orada olacağım, diye yazmıştı
sanatçı bir arkadaşım, duyuru davetiyesinin kenarına.
Kasdettiği kişi, Hürriyet Gazetesinin Genel Yayın
Yönetmeni Ertuğrul Özkök'tü.
Duyurunun konusu ise, Özkök'ün Bersay İletişim
Enstitüsü'de yapacağı Türkiye, Siyaset ve Medya başlıklı
konuşmaydı.
Biraz da beni kışkırtmak için uyguladığı bu yöntem
pekâlâ amacına ulaşmıştı. Çünkü 19 Kasım 2009 Perşembe akşamı BİE'deki küçük
topluluğun arasında ben de vardım.
Özkök'ün, kendisini, arkadaşımın dediği kadar, iyi
tanıyıp tanımadığını merak etmiştim.
Öyle ya, ne büyük bir iddiadır şu kendini tanımak!
Tüm
hikmet tarihinin biricik mukaddes gayesi!
Gerçekte, en soylu amaç (gaye-i
kusvâ), veya en temel yöneliş (maksûd-ı aslî)!
Son durak yani!
Kendine yontmak değil, bilâkis kendini yontmak!
En
sonunda bilinçli bir çabanın mahsulü hâline gelebilmek, yavaş yavaş,
gayretle, tutkuyla, olmaya/tamamlanmaya çalışmak, dervişler gibi, yolun
sonunda, hamdım, çiğdim, piştim elhamdülillah, demeyi
düşleyebilmek.
Zor zenaattir, kendini tanı, buyruğunun
gereğini yapmak! Çünkü kendini tanıması, insanın, en nihayet kendi ihtişam ve
sefaletini tanıması demektir, yani kendiyle yüzleşmesi, kendi hakikatini
bilmesi.
Kısaca söylemesi en kolay, yapması en zor iştir insanın kendini
tanıması.
* * *
O akşam, ne siyaset, ne de medya ilişkileri
umurumdaydı. Bendeniz, medyanın zirvesindeyken asıl, insan'dan nelerin arta
kalmış olabileceğini merak ediyordum sadece.
Konuşmacı, yaşamında zamandan artakalanı önemsemiş
görünüyordu, bense hep yaşamım boyunca insandan artakalanı önemsemiştim.
Perşembe akşamı, aradaki farkı pekâlâ yakından
görebilirdim. Bir akşamlığına mağaramdan çıkmayı seve seve kabul ettim bu
yüzden.
İÇTEN GİBİ GÖRÜNDÜ
Konuşma yaklaşık 2 saat kadar sürdü. Özkök, konuşması
boyunca içten davranmaya çalıştı, başarılı da oldu. Çünkü yeterince içten
göründü.
Salon çıkışında, yüzümden, intibalarımı okumaya çalışan
sanatçı arkadaşıma, seni yormayayım, dedim, kendi hesabıma ben
Özkök'ü sevdim, görünen o ki ömrü boyunca nasıl varolacağına karar verememiş
bir zekâ, olmak (être) yoluyla mı, sahip olmak (avoir) yoluyla mı?"
Arkadaşım hemen yüzünü ekşiterek sözümü kesti,
ben hiç etkilenmedim, dedi, samimi değildi çünkü!
Oysa
ben, kimi yorumlarına katılmasam da bilhâssa kendisiyle ilgili analizlerini
pekâlâ içten ve samimi bulmuştum. Kimse kendi gölgesinin dışına sıçrayamaz.
Ben'in bıraktığı izler, kişinin başkalarına göstermek istediklerinden hep
fazladır.
Zannedilenin aksine, hakikatte insanın en iyi
ölçebileceği hâldir içtenlik.
İçtenlik kavranılmaz. Kavramı da olmaz bu yüzden.
Fakat hissedilir. (Meselâ düşüncelerimden kuşkulanabilirim ama sezgilerimden
aslâ!)
Buna mukabil, Özkök, medya-siyaset ilişkilerini
açıklamaya teşebbüs ettiği her defasında inandırıcılığını büyük ölçüde
yitiriyordu, çünkü salondakilerden tarafsız bir gözlemciymiş gibi
konuştuğuna inanmalarını talep etmekten kendini alamıyordu. En büyük hitabet
zaafıdır nesnel gerçeklerden ve yüksek ilkelerden hareket eden tarafsız bir
gözlemciymiş gibi görünmeye çabalamak.
Halbuki bir konuşmacının tarafsız değil, dürüst
davranması, yorumlarına kıymet kazandıracak asıl özelliktir. Taraf ol, ama
yeter ki dürüst ol!
Not: Retorika'yı belâğat kelimesiyle karşılayıp belâğat şehveti şeklinde bir tabir kullanıyorlar ki tamamen yanlıştır!
Retorika'nın karşılığı belağat değil, hitabet'tir. Bu yüzden belâğat
şehveti'nden edebiyat, hitabet şehveti'nden boşluk hâsıl olur. Özkök'ün
konuşmasında belağat vardı ama hitabet'in o şehveti neredeyse hiç yoktu.
TARAF'IN İKNA ÇABASI
Burada sorun şu ki taraf olan biri aynı zamanda ne
kadar dürüst olabilir?
Hitabetin başarısı da budur zaten, muhatablarını hem
taraf, hem dürüst olduğuna inandırmak!
Özkök, sadece kendi hakkında konuştuğu anlarda bu iki
sıfatı üstlenmekten çekinmiyordu. Çünkü o anlarda, ben benden
yanayım, demekten utanmıyordu. İş, medya-siyaset ilişkilerine gelince,
çarpışan bizler-onlar arasında ben'in hakikati hemen
buharlaşıveriyor ve narsisizm, nefis balonunu şişirdikçe şişiriyordu.
O balonu kötücül iğnelerden korumanın ne denli zor bir
iş olduğunu bilmeyen heveskârlar, Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni'nin
çektiği ızdırabı aslâ anlayamazlar.
Neredeyse bir ömür boyunca nefis kulesinde nöbet
tutmak zorunda kalmak!
Bu, hakikaten çok büyük bir trajedi!
Elleri kan içinde.
Neden?
Elbette, iğneleme
teşebbüslerine karşı zaman zaman yumruklarını kullanmaktan.
SEN ZATEN BİR HİÇSİN
Bu trajik hâli iyi bilirim. O nedenle elimde iğne taşımıyorum.
Yazım bir eleştiri yazısı da değil bu yüzden. Ömrünü insanı, insandan artakalanı anlamaya/yorumlamaya ayırmış bir nefsin, kendine zamandan artakalanla yetinmeyi reva gören bir başka nefisle diyalog teşebbüsü!
Şişinmiş bir nefsin etrafında düşman iğnelere karşı bir ömür boyu nöbet tutmaya değer mi bu hayat?
Sen zaten bir hiçsin!
Tıpkı benim gibi.
Bizim gibi.
Herkes gibi.
İnsansın çünkü.
GÖNÜL AYNASININ ÖNÜNDE
Özkök'ün hiç bakmamış olduğu bir aynayı tutuyor
değilim elimde! Bilâkis ben kendisinin bu aynaya zaman zaman baktığına ama onun
önünde uzun süre kalamadığına inanıyorum. Kendi aynasının önünde, yani
aklının değil, gönlünün.
Umre bir fırsattı oysa. Fakat olmak (être) yerine sahip olmayı (avoir) tercih etti nefis! Mülkiyeti, başkalarının bakışında
kazanılacak yeri, toplumsal itibarı.
Mekân kelimesinin kevn (olmak) kökünden türediğini,
biri hatırlatmalıydı onlara! Kendiyle başı belâda olan yolculara, insanı insana
insanda gösterecek o aynadan haberdar etmeliydi.
BEDELİN ADI: KAYGI
İki saatlik konuşmanın hâkim vasfı otobiyografikti.
Öyle ki Özkök'ün, konumu gereği, medya-siyaset ilişkilerini
(mevcut gerilim ve çatışmayı) bile içselleştirmedikçe okumayı beceremediğini
düşünüyorum. Meselâ siyaset sözcüğünü iki saat boyunca iktidar (çokluk, AK
Parti iktidarı) anlamında kullandı, medya sözcüğünü de Doğan Medya
Grubu anlamında.
Bu benmerkezci bakışaçısını yanlış bulduğum
düşünülmesin. Bilâkis doğal olanı budur, elbette olması gereken de.
Sorun, konuşmacının, konuşma stratejisini hakikat hiç
de böyle değilmişcesine sürdürmek istemesinde. Bu isteğin gerekçesi malum
olmalı: nesnel (objektif) görünmeye çalışmak.
Niçin?
Şunun için: Özkök, kendi hakkında konuştuğu takdirde,
subjektif davrandığını saklamaya gerek duymuyor, zira bu tavır, dinleyicilere içtenlik mesajı vermesini kolaylaştırıyor. Bence bu böyle kardeşim,
işine gelirse, diyor. Dinleyicilere de, ne kadar samimi adam, demek kalıyor.
Halbuki tartışma medya-siyaset, ordu-demokrasi, vb.
konulara geldiğinde, subjektif olmak tarafgirlik anlamı kazanıyor. Kendisine
taraf olunan hususlar da pek öyle yüksek hakikatlerle ilgili olmayınca, bu
sefer objektif bir dil kullanmak ihtiyacı başgösteriyor.
İçtenliğinin yara aldığı nokta, kanımca, tam da
burası!
Özkök ben derken ne kadar içten bir görüntü vermeyi
başarıyorsa, biz derken o kadar inandırıcılığını yitiriyor.
Hele hele'ben'ini koruma altına almak için, biz'e
göğsünü siper ettiğinde, teğelleri iyiden iyiye görünmeye başlıyor. Çünkü sahip
olmazsa olamayacağına inanıyor.
Kendilik tasavvurunu sahip oldukları üzerinden
kurgulayan her nefsin temel çelişkisi budur, tıpkı unvanı elinden alındığında
bir hiç haline geleceğine inanan bürokratlar gibi.
Ütopyası kalmamış Özkök'ün, yani geleceğe inanma
yetisi, yani umudu.
Yaşlanıyor çünkü. Bencilleşmesi kaçınılmaz. Yolun
başındayken olmak yerine tercih ettiği sahip olmak tutkusu,
şimdi, bir süreden beri sahip olduklarını kaybetmemek (mülkiyetin
sürekliliği) kaygısına dönüşmüş durumda.
Kendilik kurgusunun bu kaygıyı beslememesi imkânsız.
Çünkü nefis kalesinin kapısında sürekli nöbet tutmaktan yorulmuş bir zihnin ödeyeceği
bedelin adıdır kaygı.
Ah tevazu ah! Kibir ve tekebbürün, yani büyük olmanın
değil, güya büyük görünmenin bedeli işte bu doldurulması mümkün olmayan
boşluktur.
Yani korkunun gerçek sebebi!
Evet, korkunun her türü!
Amiş Efendi'ye kulak vermenin tam sırası:
Bir şeyin olup olmaması sence eşit değilse henüz olmamışsın demektir evladım!
NEYİNİ KAYBEDEBİLİRSİN Kİ
İlkokuldayken elele tutuşup hızla döndüğümüz bir kızın ellerini aniden bırakıverdim. Kız ellerimden kurtulunca duvara çarpıp düştü. Bu zengin kızına karşı yaptığım hareket benim ilk Marksist eylemimdi. Bir daha böylesine büyük bir eylemim olmadı. Utanmıştım.
Yoksul bir mahallede oturduğu hâlde zengin
çocuklarının okuduğu bir ilkokula devam etmenin yüreğinde açtığı yaraları
açıklıkla itiraf eden Özkök'ün Perşembe gecesi anlattığı bu çocukluk anısının
bende uyandırdığı dehşeti saklayamayacağım. Çünkü bu anı parçası bile, tek
başına, kendisinin, olmak yerine, sahip olmayı seçmesinin duygusal
nedenlerinden birini ele veriyor.
Yoksulluk bir çocuğun içine bu kadar mı işler:
Yüzde 75'imiz hayatımızın sıfırlanacağı kaygısını yaşamışızdır.
Hayatının sıfırlanacağı korkusu, Ertuğrul Özkök'ün en
büyük korkusu. Bunu sıklıkla dile de getiriyor.
Böyle bir duyguyu taşımakta bir beis yok, ancak bu sıfırlanma
korkusunun ekonomik bir mânâyla sınırlanması hakikaten şaşırtıcı. Hakikatte bir
tüccar bile böylesine bir sıfırlanma korkusu içinde yaşamaz, nerde kaldı ki
yüzde 75'imiz bu korkuyu ebedileştirsin?
Dikkat etmeli, iflas korkusu değil, sıfırlanma korkusu!
İnsan öldüğünde bile sıfırlanmazken, nasıl olur da hem
de başarılı bir gazeteci bu korkuyla kendini yiyip bitirebilir?
Neyini kaybedebilirsin ki!
Paranı?
Malını?
Sağlığını?
Canını?
Makam-mevkiini?
Özkök için, görünen o ki, galiba en önemlisi sonuncusu.
Sahip olmak yoluyla "olma"ya çalıştığı için
bu böyle!
Ne varlığına sevinirim, ne yokluğuna
erinirim, dese, sanki sorun hallolacak gibi ama yıllarca dişiyle
tırnağıyla kaza kaza elde ettiği bir konumdan uzaklaşmak her babayiğidin harcı
değildir.
Nereye geldiği kadar, nereden geldiği de belirliyorsa
yaşamını, çaresiz, yaşamın öğretmenliğine bırakacağız hakikatin idrakini!
ÇİNÇİN BAĞLARI KORKUSU
En büyük kabusum sarı ışıklı tabelasında "Etlik-Çinçin Bağları" yazan minübüs görüntüsüdür. Uçaklardaki o sarı 'Exit' panosu bile bana bu minübüsü ve çamurlu paçaları hatırlatır.
Özkök, nefis kalesinde boşuna nöbet tutmuyor.
Vehimleri var, korkuları. Etlik-Çinçin bağlarına geri dönmekten korktukça,
çaresiz nöbet tutacak!
Bir defasında şöyle karalamıştım, tekrarlamakta hiçbir
beis yok:
İtaat ve ibadet, özü itibariyle yaşama bir anlam verme etkinliğidir. İnsan, boyun eğmek suretiyle özgürlüğünü kazanır. Çünkü boyun eğmek suretiyle yaşama anlamını verir, bağlanmak ve bağımlı olmak suretiyle...
Bağlılık, bağımlılık, çağdaşlarımız nezdinde sevilmez
kelimelerdir, bilirim. Lâkin yine de itiraf etmek zorundayız, insanın özgürlüğü
bağlılık yetisiyle koşullanır.
Bir üst ilkeye, bir üst noktaya, bağlanamayan
bireyler, aslâ özgür olamazlar.
Yaşamın çukurları ve tepeleri karşısında zaman zaman
gerilemek, eğilmek ve en nihayet aczini hissetmek, yaşamın gerçekliğine boyun
eğmekten başka ne anlam taşır ki?
Gücü kendisinden çıkarsayabileceğimiz bir zayıflığa
ihtiyacımız var, yani bize yaşam karşısında mütevazı olmayı öğretecek
yenilgilere.
Zayıflığı da, gücü de yenilgiler dolayımında hisseder
insan, aynı anda, bir anda.
VE tevazuyu öğrenir, acziyeti ve bağlılığı.
Artık adım atacaklar için özgürlüğün kapısı
açılmıştır:
Boynunu eğ, ve içeri gir!
KENDİSİYLE BAŞI BELADA OLAN BİRİ
Mahremiyetin kırmızı çizgisini açmak istemem ama bu
hıncın yoksullukla ilgili olduğuna inanmıyorum. Özkök'ün ailesinin hatırladığı
kadar yoksul olduğunu da düşünmüyorum.
Sorun, sanırım, göçmen (muhacir) bir aileye
mensubiyetle alâkâlı. Yurtsuzluk duygusu. Vatan-anavatan çatışması. Her
defasında ayağın altındaki zeminin kaymasından korkmak. Mübadele psikozu. Ebedî
yabancılık.
Aksi takdirde, "Ekşi Sözlük'te Ertuğrul Özkök adı
altında tasvir edilen o canavar ben değilim!" diye şaşkın şaşkın kendisine
bakabilir mi insan?
Bakabilir elbette. Kendisinden uzaklaştığı ölçüde
başkalarının bakışına ihtiyaç duyar kişi. Sadece kendini sevmenin bedeli de
büyüktür, ızdırabı da. Sevilmek ister insan, muhabbet ve hürmet görmek ister.
Niçin?
Merhamete mazhar olmak için!
Sadece kendilerini sevenler, adalet duygularını değil
sadece, merhamet duygularını da kaybederler.
EGO HEYKELİNİ YIK
Her insanın en büyük tabusu kendisidir. Ego heykelinizi yıkın!
Dinleyicilere bu çağrıyı yaptı. Kasdettiği sanırım kendisinden,
çevresinden çok, siyasî iktidarı ellerinde tutanlardı.
Mesajı açıktı:
Bugünün mağdurları yarının zalimleri olursa, yarının zalimleri de geleceğin mağdurları olabilir.
Fakat bu çağrıyı niçin politik alana tahsis edelim?
Gelin hakikaten tabularımızı yıkalım. Egolarımızı. Putlarımızı.
Kisvelerimizden soyunalım. Bizi bir şey zannettiren
kisvelerimizden, elbiselerimizden. Tasavvuf erbabının dediği gibi, arayiş-i
zahir'e (dış görünüşe) iltifat etmeyelim.
İlk fırsat da heba edilmiş gibi. Çünkü salondakiler
Özkök'ün şu sözlerini tebessümle karşıladılar:
İhramı giyip aynaya baktım, berbat görünüyordum. Sonra beyaz pantolon ve bol gömlek giydim. Sting'e benzemiştim. Ben de Kâbe'yi bu kıyafetle tavaf ettim.
Herkese Kâbe'yi bir kez olsun muhakkak görmelerini
tavsiye etmekten kendini alamayan Özkök, ilk kez orada bir düzenli
kaosa rastladığını söyledi.
Hem kaos, hem kozmos!
Mescid-i haram için uygun bir
benzetme gibi görünüyordu ama ben yine de bu benzetmenin Özkök'e de yakıştığını
düşünmekten kendimi alamadım.
ALTAYLI GÜYA GÖRÜNDÜĞÜ GİBİ
Konuşmanın büyük bir kısmını bile bile ihmal ettiğim
fark edilmiş olmalı.
Yazmadım.
Yazmayı da düşünmüyorum.
Ancak kendi hesabıma, Ertuğrul Özkök'ün çizdiği
portreyi, meselâ Fatih Altaylı'dan daha derinlikli, daha neşeli buluyorum.
Özkök'ü önemsiyorum, çünkü her şeye rağmen kendiyle başı belâda, kendiyle
sorunu var en azından. Oysa Altaylı'nın kendisiyle hiçbir sorunu yok!
Dümdüz. Olduğu gibi. Göründüğü gibi.
Üstelik hep haklı.
Ne diyeyim Hak yardımcısı olsun!



Hiç yorum yok:
Yorum Gönder