29 Ağustos 2009
Nâdandan
uzaklarda, içinde saklanabildiğim tek ay!
Çengelköy’deyim.
Evde. Yalınız.
Bildiğim en
iyi işi yapıyorum. Okuyorum.
“Ne zaman karanlık artar ve sevgili sana
çirkin görünmeye başlarsa, ona daha çok yaklaş!” diyen ustanın, Tebrizli
Şems’in öğüdüne uyuyorum. Geceleri, yatağıma uzanıp iki dizimi de karnıma
çekiyor ve sevgiliyi ancak üşürken zikredebiliyorum.
Sırf
ısınabileyim diye... iniltilerime karşılık vermekte yetimlerin efendisi gecikmesin diye...
* * *
Ne tuhaf
değil mi, Hz. Ali, “Perde açılsaydı yakîn
yine artmayacaktı” diye uyarmış hakikat talibini. Yani günün aydınlanmış olması,
hakikati görmenin güvencesi değil.
Ürküyorum bu
yüzden. Beyaz ölümün hemen
yanıbaşına, bu sefer, âdetim hilâfına, siyah
ölümü de iliştirmek istiyorum. (Yani kendimi aç bırakmakla yetinemem artık,
halka tahammül de etmek zorundayım.)
Siyah ölüm uğruna, bu ilk hafta, ne yapıp edip
okumalarım arasına dört de roman sıkıştırdım: Hz. Pir-i Mevlâna ile Şems-i
Tebrizî hakkında yayımlanmış ikisi tercüme, ikisi telif olmak üzere dört
roman...
1. Nefrin
Tokyay, Tebriz’in Kış Güneşi (Aralık 2005)
2. Ahmet
Ümit, Bab-ı Esrar (Kasım 2008)
3. Saide
Kuds, Kimya Hatun (Şubat 2009,
Farsça’dan)
4. Elif
Şafak, Aşk (Mart 2009,
İngilizce’den)
Üşüdükçe,
Şems-i Tebrizî’nin —Hırka-i Şems olarak da bilenen— Makalâtıyla bir
kez daha ısınmayı beceremeseydim, acaba bu dört kitaplık gürültünün üstesinden
gelebilir miydim, bilemiyorum.
Neyse ki hepsini okudum. Hem de altını üstünü
çize çize.
* * *
Bir
vesileyle, rahmetli babamın hususî nüshasını bulup çıkardım kütüphanemden, ve
artık iyice sararmış ve yıpranmış yapraklarını karıştırırken, kendisinin sayfa
kenarlarına düştüğü bazı notlara tesadüf ettim. Hepsi de Mart 1982 tarihli...
Bir sayfada
bir paragrafı daire içine almış ve yanına şöyle bir not çıkmış:
— DÜCANE’nin kulağı çınlasın!
Hemen karşı
sayfada Şems’in bir ayetle ilgili teviline şu notu düşmüş:
— DÜCANE okusun! Ayeti de inkâr edemez ya!
Kendine yakın olandan kaçmasın yeter!
Bir yerde
Şems, “Bal içindeyiz, kanadımızı
çırptıkça daha çok yapışıyoruz” demiş, babam da yanına şu notu düşmüş:
— O senin yüzüne bakıyor hâlde iken, (ey
oğul), sen hâlâ arkasından gıybetinde
bulunuyorsun. [Yani, gönül aynanda O’nunla yüzyüze konuşacağına,
başkalarının aktardığı bilgilere güvenip habire o dedi, bu dedi diye dedikodu
yapıyorsun!]
Ve daha bu
minval üzre yazılmış muhtelif notlar...
Şaşırıp
kalmıştım. Niçin sanki çok uzaklardaymışım gibi, babam bana böyle uyarılar
gönderme gereği duymuştu acaba?
O tarihlerde
ben neredeydim?
Derken,
hatırladım; o tarihte, babamla aramda geçen şeriat-hakikat, zahir-batın münakaşaları yüzünden koca (!)
kütüphanemi de sırtıma alarak evi terketmiştim. Beş parasızdım. Fakat izzet-i
nefsimi de ezdiremezdim ya! Ne de olsa bir dâvâ adamıydım. Zahire sımsıkı
sarılan genç bir adam!. Babasına rağmen, kendini kendine ispatlamaya ihtiyaç
duyan küçük bir adam! İnsanlar sırf kendisini incitti diye, hakikati insanda
arayıp bulmak yerine, onu sadece kitaplarda bulacağına ahdetmiş zavallı bir
adam!
19-20
yaşlarında kendimce tutunacak muhkem bir kulp ararken, rahmetli babam her
tutamağın bir tasallut sebebi olduğunda ısrar ediyordu. Ben
hakikati ötelerde, yücelerde arıyordum, o ise, her defasında “Bir kez de insana
baksan â evladım!” deyip işimi zorlaştırıyordu. “Gönlüne baksana!... Kendine!”
Gönül de
neymiş!? Ben uçmak istiyordum, bu nedenle de kanatlarıma dayanıyordum. O ise
kanatlarıma (ilmime) değil,
ayaklarıma (irfanıma) dayanmam
gerektiğini söylüyordu. Üstelik uçmak
için değil, icab ederse birgün, inmek
için!
Hâlâ
kanatlarım çok güçlü, ve fakat ayaklarım zayıftır! 30 yıldır kanatlarıma
dokunamayan mü’min dostlarım, nedense hep ayaklarıma tekme atmaktan zevk
aldılar; yere inersem yürüyemiyeyim diye... ilk fırsatta sol kulağımdaki küpeyi
çıkarıp atayım diye...
Hakikat şu
ki hâlâ yere iyi basamam. Kolay incinirim. Kolay incitirim. Yedi kat gökte
savaşmaya yarayan kılıcım da, kalkanım da ilim
cevherinden olduğu için aslâ uzun süre ayakta kalamam, hemen düşerim.
Baba sözü
dinlemedim çünkü!
* * *
Her neyse, işte ben böyle, bir kez daha Şems’in Hırkasıyla ısınırken, bari şu romanları da topluca okuyup aradan
çıkarayım dedim.
Acaba kimler ne kadar içebilmişti o pınardan?
Ne de olsa romandı... şiirdi... sanattı...
mecazdı.... bunlar, sözümona kanatları güçlü olanların semâsıydı... Hz. Pir’in
nefesi, acaba onları ne kadar yücelere çıkarmıştı, Şems’in ışığı kendilerine
hangi hakikati hangi açıklıkta göstermişti?
Sonuç gayet acı vericiydi. Çünkü ortada
hakikat değil, hatta hakikatin edebiyatı bile değil, hakikatin edebiyatının
edebiyatı vardı. Bildik mağara gevezelikleri... gölgelerle âşinalık... kokusuz
edebiyat... tatsız tuzsuz ifadeler... aşksız tutkusuz kelimeler... şiiriyetten
yoksun cümleler... yığınla klişe... hep bildik teraneler... pembeleşmiş aşk lafazanlıkları...
Neymiş, ilâhî aşkmış!
İlâhî aşk, beşerî aşk, hepsi de nâdân
edebiyatı! Hepsi de birer dil oyunu!
Evet, hepsi de yaşanmamış bir âleme öykünmenin
ürünü!
Hakikatten yoksun! Ve samimiyetten! Ferd planında çekilen ızdırabın
kokusu duyulmuyor; ne şahsî bir hesaplaşmanın, ne de gerçek bir acının.
Mecnundan habersiz bin Leyla! Leylâ diye diye başından yetmiş nikâh
geçmiş bin Mecnun!
Hakikatin kokusundan eser olmadıkta, o aşkın
adı ilâhî olsa n’olur, beşerî olsa n’olur?
Şems ile Mevlâna aşk şarabından içip sarhoş
olmuşlar ama işe bakınız ki sekiz asır sonra kimileri —hem de ayık oldukları
hâlde— agorada nârâ atıyorlar!
Hakikat talibinin, bir putperestin sadakatine, bir ateşgedenin içtenliğine, bir fahişenin inkisarına, bir sâkinin hürmetine, bir karıncanın inadına ihtiyacı var; tasavvuf
edebiyatı üzerinden aşk klişelerini piyasaya arzeden kısık gözlere değil!
Şarap üzümden yapılır, tersi olmaz!
* * *
Bu romanları okurken, bir İspanyol ressamın,
Pablo Picasso’nun beklentisi, benim de biricik beklentimi teşkil etmişti:
— Hepimiz
biliyoruz ki sanat, hakikat alanına ait bir şey değildir. Hakikati —en azından,
anlamamız için bize dayatılan hakikati— farketmemizi sağlayan bir yalandır
sanat! Sanatçı, yalanlarının doğruluğuna başkalarını ikna edecek yolu
bulmalıdır.
Böylesi bir
beklentiyi karşılayabilecek bir sanatsal titizlik tarafından iknâ edildiğimi
söyleyebilir miyim?
Ne yazık ki
hayır!
Sanat
üzerinden hakikate el uzatan dört yazar da “yalanlarının doğruluğuna
başkalarını iknâ etmek” gibi sahici bir endişeye sahiplenmeyi düşünmemişler.
Sihirli bir
sözcük var ellerinde. Sorulursa söylüyorlar: Kurgu.
En nihayet
bizimki bir kurgu! Abartıp da kurgumuzu her safhasında gerçekle
karşılaştırmayın!
Kim ne
diyebilir? Öyle ya, yazarın özgür ve yaratıcı muhayyilesine kim karışabilir?
Hz. Pir-i
Mevlâna, oğulları Sultan Veled ile Alâeddin, ikinci eşi Kerra Hatun, ve divânesi
Şems-i Tebrizî ve kılıktan kılığa sokulan zavallı eşi Kimya Hatun...
Romancılarımızın
hepsinin de ucundan kenarından, kendilerince ve fakat farklı nisbetlerde
kuklalaştırdıkları ortak kahramanlar işte bu birkaç tarihî isim. Ne rol
verilmişse kendilerine, onu oynamak zorunda kalmışlar. Yazarların özgür
muhayyileleri, iplerini ne tarafa çekmeyi dilemişse, kuklalar da çaresiz o yöne
meyletmişler.
Sorumluluk
sahibi her vicdanın itiraf edeceği üzere, sadece hakikati değil, sanatı da
incitmişler.
* * *
Yazarlar, öte dünyada —meşrebimce, bizzat “bu dünyada”— Hz. Pir’le veya Şems’le
karşılaşabileceklerini hiç akıllarından geçirmişler midir acaba?
Muhakkak bir şekilde yüzyüze geleceklerini...
Ve o zatların hikâyeleri hakkında yazdıkları (ve/veya vurdukları) her satırın,
bir insan olarak kendi kişisel öykülerini
de belirleyeceğini...
Hiçbir muhayyile hakikatin sınırlarını aşamaz.
Hangi romancının muhayyilesi Hz. Pir-i Mevlâna
ile Şems-i Tebrizî’nin hakikatini, olduğundan daha yukarıya çıkarabilir?
Hangi kalem, onların öykülerini, olduğundan
daha ilginç, daha zengin, daha hüzünlü ve daha gerçek
hâle getirebilir?
Yazarları hakikate ihanetle suçluyor değilim.
Hâşâ! Bilâkis mecaz ve misalin, metafor ve allegorinin
özüne sadakatsizlik ettikleri için kendilerini eleştiriyorum.
Meyhaneye girip ayık çıktıkları için... Gazoz
içip serhoş taklidi yaptıkları için... VE dahi Hâmuşanda susmak yerine nârâ attıkları için...
* * *
Değilse, sarhoş olanınız bir adım öne çıksın!
Günah çukuruna batmış olanınız! Aç kaldığı için kendi yaptığı putu bizzat yemek
durumunda kalanınız! Bir kez olsun Tanrı’yla başı belâya girmiş olanınız!
Küfr-ü hakikî’nin asaletiyle yeryüzündeki tüm tasdikleri redde cesareti
olanınız! Terki terk edeniniz!
Şems’in şöyle dediğini duyar gibiyim:
— Siz neyi inkâr ettiniz, neyi terkettiniz? Hani
küfrünüz nerede? Reddiniz? İtirazınız? İnkârınız? Öfkeniz? Safi imansınız
maaşallah! Hiçbir itikadı (!) incitmeyecek denli sığ suları yeğleyen ikiyüzlü
kalbinizin kılavuzluğunda yürüyorsunuz! Zarar edenlerin zararından kâr etmeyi
başarıyorsunuz.
Bezirgân takımının ayakları ne de güçlü!
Kanatsız iskeletler... dertsiz tasasız kafatasları... tam ortasındaysa aşksız,
tutkusuz, kısık gözler... hakikate çok uzaklardan, isteksizce bakan gözler...
* * *
— “Utanmadan bir de diyorsun ki: Ben kâfirim!
Hayır efendim, sen müslümansın! Müslümanlık
kâfirde de vardır.
Bu âlemde hakikî kâfiri nerede bulacaksın?
Hadi bul da önünde secdelere kapanayım! Yeter ki hakikatiyle “Ben kâfirim!”
desin de bûseler vereyim ona!” (Şems-i Tebrizî, Makalât)
II. AKLIN KALEMİNDEN KIRK KURALLI AŞK
30 Ağustos 2009
Bu sefer öyle yapmadım. Bir lâ havle çekip bu
bayağılığın altını çizdim, sonra da Elif Şafak’ın Aşk’ını okumaya devam ettim.
Sırf siyah
ölümün hatırına... bir vazife duygusuyla... ızdırab içinde... ve tabii ki
pencereden dışarı bakmanın cezası olarak...Süreç değil bir tek, sonuç da benim açımdan acı vericiydi.
Bu konularda eline kalemi alan kim olsa,
sonucun yine de değişmeyeceğini bilmek, belki de ızdırabımın asıl sebebi. Çünkü
kendi irfan hazinelerimizle ve ortak değerlerimizi kendilerine borçlu olduğumuz
büyük ustalarla sahih irtibatlar kuracak o muhkem noktadan artık iyice uzaklaşmış
durumdayız.
Sorun, öyle alelâde bellek yitimiyle izah
edilecek gibi değil. Çünkü pekâlâ kadim bilgi kaynakları elimizde. İnsan
malzemesinde de sıkıntı çekilmiyor. Gayret eksikliği veya iyi niyet yoksunluğu
(‘hain’ edebiyatı) türünden yakınmaları da -hiç değilse bu bağlamda- ciddiye
alamayız.
O hâlde nedir sorun?
Sorun, dünyayı/eşyayı idrak tarzımızın hem içerik, hem de biçim itibariyle kökten dönüşmesi. Dünyagörüşümüzün neredeyse
bütünüyle değişmesi.
Sözgelimi mülkiyet
ve cinsiyet.
Modern Türk toplumunun, mülkiyet ve cinsiyet
alanında kazandığı yeni bilinç yapısıyla artık geçmişine ihatalı bir biçimde,
en azından müsamahayla bakabilmesi mümkün müdür? Veya mevcut mülkiyet ve
cinsiyet kodlarıyla, mirasçısı olduğu o kadim dünyanın asırlık değerlerini sağlıklı
olarak anlayıp yorumlayabilmesi?
Meselelerini ciddiye alan her namuslu zekânın
bu soruya vereceği cevap olumsuz olacaktır!
GÖNÜL
FERMAN DİNLEMEZ
Aşk’ın
kuralları olur mu?
Ne münasebet, Aşk’ın kuralı olmaz ki kuralları
olsun!
Aşk koşulsuz olandır. İçinde ‘çıkar’ ilkesinin
olmadığı tek insanî edimdir. Külliyen hazdır. Bütünüyle zevktir. Süreç
içerisinde oluşmadığından her türlü koşuldan, her türlü kuraldan âzadedir.
Anî’dir; yani anda varolur; bir anda...
Trafiğin kuralları olur, ama Aşk’ın kuralları
olmaz!
Kural, aklın vaz’ettiği ilkelere verilen ad! Bu nedenle hesaba kitaba gelir
işlerin kuralı olur. Gönülse akla benzemez, çünkü ferman dinlemez. Hesaba da,
kitaba da gelmez. Nedensizdir. Koşulsuzdur. Kuralsızdır. Bu yüzden mehabbet (sevgi) başkadır dilimizde, aşk çok daha başka!
Batılıları mazur görmeli, ne yapsınlar
zavallılar, dillerinde tek kelime var: Love
veya Die Liebe ya da L’amour!
Love deyince, mehabbet deyince, sevgi deyince, bakınız işte o zaman işin
rengi değişiyor. Çünkü sevginin koşulları ve kuralları olur. Hem de üç tane değil, beş tane değil, kırk tane
bile olur!
Olmuş da nitekim, meselâ bakınız Elif Şafak
hiç üşenmemiş, bizler için tam kırk aded
kural uyduruvermiş. Aklınca...
Evet, aklınca. Çünkü düşüne taşına, aklıyla
yazmış romanını, gönlüyle değil. Kalbiyle hiç değil!
Son romanının başlığı şöyle: The Forty Rules of Love: A Novel of Rumi.
“Başarının Kırk Kuralı: Jeremy Bentham
Hakkında Bir İnceleme” der gibi bir adlandırma!
Çaresiz,
hemen sormak zorundayız: Tamıtamına kırk
kuralı olan bu Love’dan muradı
nedir acaba yazarın: Sevgi mi, Aşk mı?
İngilizce
olarak yazılan bu eser henüz yayımlanmamakla birlikte Türkçe çevirisi altı
aydır elimizde. Üstelik adı da gayet sade, gayet ekonomik: Aşk. Evet, sadece Aşk.
İşte size
Türkçe’nin cilvelerinden biri daha! Çünkü Türkçe’de Aşk denince, kural mural akla gelmez; Türkçe’de aşkın ne kuralı
olur, ne de kuralları. Hepsi de bir anda uçup gider.
Yazar, Türkçe düşünmeye başladığında, bilinci
kendisine bir oyun oynamış olmalı ki Love’ın
yanına koymaktan çekinmediği o meş’um kırk kuralı Aşk’ın yanına koymaya eli varmamış. Hiç değilse kapakta...
BİLGİ
YOK, YORUM ÇOK
Elif Şafak’ın gönlü, acep şu akla zarar
tamlamanın tüm günahını, mâşukların sultanı Şems-i Tebrizî’ye yüklerken hiç mi
sızlamamış?
— Gönlü
Geniş ve Ruhu Gezgin Sufi Meşreplilerin Kırk Kuralı.
(Üç defa üst üste yanlışsız telâffuz edebilene
ödül vermeli!)
Şems, güya diyesiymiş ki: “Bu kurallar benim
için tabiat kuralları kadar evrensel,
onlar kadar temeldir.” (s. 63)
Tabiat kuralları kadar evrenselmiş! Acaba
yukarıda yeni çağ filozoflarından Francis Bacon’ın veya John Locke’un bir
şakirdi mi konuşuyor, yoksa 13. yüzyılın, o mucizelerin ve kerametlerin
hükümfermâ olduğu âşıklar dünyasının yaramaz çocuğu Şems-i Tebrizî mi?
Görünen o ki yazar kendi kelimelerini, kendi
cümlelerini kimin ağzına koyduğunun hiç de farkında değil. Meselâ, Şems bir
defasında çatıp kaşlarını söyleniyor: “Bu
Allah’tan rol çalmak olur!” (s. 120)
Bir yerde de şu tuhaf ifade yakıştırılmış
ağzına: “Bizim tek mezhebimiz var: Allah.”
(s. 78)
Peki ya, zavallı pirimiz Bâyezid-i Bistamî’nin
başına gelenler?! O da güya şöyle demiş: “Hırkamda
Allah var!” (s. 200)
O da ne öyle, hâşâ, “Cebimde akreb var!” der
gibi!
* * *
Hataların ortak özelliği özensizlik; bir kısmı da yetersizlik!
Hz.
Mevlâna’nın mürşidi Seyyid Burhaneddin’e lâyık görülen şu ifadeye bir bakalım:
— “... ve
Kur’an-ı Kerim’de yazan bir hükmü hatırlattım: Mümin müminin aynasıdır.”
(s. 98)
Oysa Kur’an’da böyle bir ayet-i kerime yok!
Aksine bu bir hadîs-i şerif. Öyle hadis literatürüne filân vâkıf olmaya da
gerek yok, çünkü Şems-i Tebrizî Makalât’ında,
Hz. Mevlâna ise Fîhimâfih’inde bu
hadîsi şerh ediyorlar.
Tam da burada, “Tanzimat ilan ettik değişen
bir şey olmadı; iki defa Meşrutiyet ilan ettik, o da pek işe yaramadı; en son
Cumhuriyet ilan ettik yine aynı tas, aynı hamam! Acaba şimdi de biraz ciddiyet
mi ilan etsek?” diyen Sakallı Celâl’in kulakları çınlasın!
* * *
Hakikaten Aşk’ın
en büyük eksikliği ciddiyet!
Meselâ Mevlâna’nın mübarek oğlu Sultan
Veled’in hissesine düşen hezeyanlardan biri de şu:
— “Kehf suresinde apaçık yazmaz mı? Hazreti
Musa efsanevi bir komutan, kanuni sıfatına lâyık biri olmanın yanı sıra günün
birinde peygamber olacak kadar da mümtaz bir adammış.” (s. 258)
Aşk yazarının devirdiği çamların haddi hesabı yok, heyecanından İslâm
irfanının ustalarını günümüzün ekran papazlarına dönüştürmüş; doğruları
yanlışlarına yetmiyor bile.
* * *
Çöl Gülü, Hristiyan okurların ihtiyaçları da
dikkate alınarak yaratılan bir Maria
Magdalena taklidi. Şems’in irşadıyla hidayete eren bir fahişe.
Kenan şehrindeki kadınların Hz. Yusuf hakkında
“Allah için bu bir insan değil, ancak değerli bir melek!” şeklindeki
şaşkınlıklarını hikâye ettikten sonra bu kadıncağız şöyle diyor:
— “Bir
meleğe aşık oldu diye kim Züleyha’yı suçlayabilir ki?” (s. 381)
Kim olacak, kendisinden ayetler aktarılan
Kur’an’ın sahibi!
Kur’anî mecaz, yazarın elinde hakikate
dönüşmüş. Yazar surenin bütününü dikkate almamış ve Aziz’in
karısının/Züleyha’nın (!) Hz. Yusuf’la birlikte olmak için zora başvurduğunu,
emeline ulaşamayınca da onu zindana attırdığını aklına bile getirmemiş. İşin
‘aşk’ kısmı, gerçekte nedamet sahnesinden sonra başlar; ‘nefs-i emmare’ itirafından sonra.... yani kötülüğü emreden nefsin, Rabbinden
af dilemesinden sonra...
Bütün dinler ‘yasak aşk’ (zina) meselesini ciddiye alırlar. Arzular bir duygu
olarak kalmayıp fiile (ihtirasa) dönüştüğünde,
tabiatıyla onu bir suç olarak görürler, bir düşüklük, bir kötülük olarak
adlandırırlar. Karşılığında da iffeti, edebi ve ahlâkı yüceltirler.
Elif Hanım’a tavsiyem, Issız Adam’ın gözü yaşlı seyircilerinin etkileneceği türden
hikmetler serdetmeden önce, meşgul olduğu sahanın kendisinden beklediği asgari
özeni göstermeleri; ve meselâ, Kur’an’ın anlatımı bir yana, Yusuf ile Züleyha hikâyelerindeki
nüanslara olsun hakettikleri dikkati vermeleri...
Yanlış anlaşılmasın, bir romancıdan ahlâkî
vaazlar döktürmesini bekliyor değilim. Aksine tüm beklentim birazcık özen,
birazcık titizlik. Üstelik dinsel
filan da değil, sadece sanatsal!
ELMALILI
HAMDİ YAZIR versus ŞEMS-İ TEBRİZÎ
— “Eskiden, yani Şems bu eve gelmeden evvel,
Mevlâna ile haftada üç dört gün çalışır; ayetleri
iniş sırasına göre incelerdik.” (s.
243)
Lütfen biraz muhayyilenizi zorlayın ve 13.
asra gitmeye çalışın; sonra da Hz. Mevlâna ile genç bir kızı, oturup Kur’an
ayetlerini, hem de iniş sırasına göre, incelerken tahayyül edin.
Tebessüm etmeksizin böyle bir sahneyi hayal
etmek çok güçtür. Çünkü “Kur’an
ayetlerini iniş sırasına göre incelemek” tamamen modern bir okuma biçimidir
ve geçmişi otuz yılı bile geçmez. Gerçeği değil, hayali dahi...
Geçelim.
Genç kız Mevlâna’nın yerinde Şems-i Tebrizî’yi
bulunca, çaresiz derdini ona açar:
— “Nisa suresi” dedim yavaşça. “İçime sinmeyen
birkaç husus var orada. Bazı yerlerde erkeklerin kadınlara üstün olduğu yazılı.
Hatta kocaların karılarını dövebileceğini söylüyor.”
Peki Şems, bu dertli kızcağıza nasıl tepkide
bulunur, dersiniz?
Şöyle:
— “Öyle mi, bak sen!” (s. 244)
Kimya’nın şaşkınlığından istifadeyle ilgili
ayetin iki versiyonunu ezberinden okuyan Şems sorar:
— “Ne dersin Kimya? Sence bu ikisi arasında
bir fark var mı?”.
— “Evet var!” diye cevap verir Kimya: “Aynı
ayetin iki farklı yorumunu okudun. Dokuları nasıl da farklı. Birincisi evli
erkeklere karılarını dövme izni veriyor. İkincisi en kötü durumda ‘uzaklaş ya
da uzaklaştır’ diyor. Aralarında epey fark var. Niye böyle?”
Bak sen! (Bu tepki tarzı bana Şems’ten sirayet
etti!)
İki kaşı bitişmiş hâlde ve o melül melül bakan
buğulu gözler eşliğinde Şems şu soruyu yöneltiyor:
— “Söylesene Kimya, hayatında hiç nehirde
yüzdün mü?” (s. 245)
“Hoppala bu da nereden çıktı?” demiyoruz ve bu
Yeşilçam repliğinin ardından, Şems’in bütün ciddiyetini takınarak, Kur’an’ı,
çağıl çağıl akan bir nehre benzettiğine tanık oluyoruz; uzaktan bakana tek bir
akıntı gibi, ama içinde yüzene dört ayrı ırmak olarak görünen bir nehre...
Böylece Elif Şafak’ın, tıpkı “Aşkın Kırk Kuralı” gibi, yaratıcı
muhayyilesinden yardım alarak icad ettiği “Kur’an
Yorumunda Dört Akıntı Teorisi”ni Şems’ten dinlemeye başlıyoruz. (Korkmayın,
o türrehatı uzun uzun aktaracak değilim. Sizin yerinize o azabı ben yaşadım
nasıl olsa.)
Bu hikâyenin bir de sürprizi var; hem de skandal düzeyinde!
* * *
Şems’in, Kimya’ya okuduğu iki ayet
çevirisinden ilk versiyon, yani kadınlara haksızlık ettiği varsayılan metin, Elmalılı Hamdi Yazır’ın Meal’inden (bir
sadeleştirmesinden) alınma. Buna mukabil ikinci metin ise, yani sevgili
Kimya’mızın sıkıntılarına çare olan versiyon ise, Yaşar Nuri Öztürk’ün çevirisinden.
Roman’ın referanslar bölümünde bu iki çeviri de
zikredilmiş, ancak İngilizce bir çeviriden bahis yok. Bu durumda Elif Hanım,
metne kendi çevirisini koymuş olmalı. (Bekleyeceğiz, göreceğiz.)
Yazar açıkça yanlı davranıyor. Çünkü Kur’an
yorumlarında geçmişi 20 yıl öncesine bile gitmeyen tamamen subjektif bir çeviri
zaafını, tamamen Şems-i Tebrizî’nin manevî otoritesi üzerinden haklılaştırmaya
çalışıyor. Hem de Kur’an’ın batınî yorumu bahanesiyle!
Değil öyle 13. yüzyıla, 1980’lere bile geri
çekilemez bir çeviriden, bir yorumdan, bir laubalilikten söz ediyoruz.
Çağdaş İslâmî Protestanlığın cılız
numûnelerinden birinin, tamamıyla politik hesaplardan beslenen birtakım
sığlıkları, nasıl olup da Kur’an’ın batınî yorumuymuş gibi sunulabilir; Şems-i
Tebrizî’nin ruhaniyeti nasıl olur da bu denli ucuz bir biçimde istismar
edilebilir, doğrusu bir anlam vermekte zorlanıyorum.
Tarihe sadakat umurlarında olmadığına göre, yazarımız,
eli değmişken, Hz. Pir-i Mevlâna’ya da örtü
ayetini yorumlatıp bugünün Kimyalarını da sıkıntılarından kurtarmayı düşünürler
miydi acaba!?
* * *
Elif Hanım, romanınızı gayet dikkatle okudum,
ve şu kanaate vardım ki siz sanat
değil, resmen propaganda
yapıyorsunuz! Ortak değerlerimizin içini boşaltmakla kalmıyor, o boşalan alana,
sözümona aşk diye diye modernliğin en çiğ, en batıl inançlarını boca
ediyorsunuz.
Bu sufilik edebiyatı bir New Age modası! Bu aşk edebiyatı ise tam bir kitsch!
Çağımızın mülkiyet
ve cinsiyet putlarına tapınan zavallı
kölelere, irfan geleneğimizin, o uğruna hiç emek sarfedilmemiş saygınlığından
yararlanılarak ucuz tatminler hediye etmek!
Ne büyük zavallılık!
Oysa altın bulmak ümidiyle erenlerin türbesine
kazma vurulmaz!
* * *
Bu konularda kalem oynatmak için Tanrı’ya veya
bir dine inanmak gerekmediğini bilenlerdenim. Sanatçıyı yücelten, dine değil,
sanata inancıdır. Sanatın sınırlarına saygıdır.
Sanata inanç sözkonusu oldukta, ateist bir
edebiyatçının, André Gide’in DAR KAPI’sını
hatırlamamak mümkün mü?
Gide, inanmadan da kutsalın anlatılabileceğini
gösteren büyük bir edibdi.
Kim demiş ki Tanrı’ya âşık olmak için O’na
inanmak gerekir diye? Bilâkis en inançlı insanlar, kalpleri kuşkuyla yanıp
kavrulanlar arasından çıkar; şüphe girdabında nefes bile alamayanlar arasından...
inanıp inanmamakta kuş gibi ürkek davrananların arasından...
Tanrı’ya inanan adam olmak kolay, asıl zorluk
Tanrı’nın inanacağı adam olmakta! Ne ki insanın en kalın perdelerinden biridir
aramak, ve fakat gerçekte aranıyor olduğunu bilmemek!
Şükür ki Şems’in ‘Hırka’sı hâlâ içimizi ısıtmaya devam ediyor: “Bana göre arayan Tanrı’dır. Fakat o aranılan sevgilinin hikâyesi hiçbir
kitapta meşhur olmadı.” (Şems-i Tebrizî, Makalât)
* * *
Ne diyeyim sana ey tâlib, aşk’tan biraz
haberdar olsaydın, aşka kurallar icad
etmeye kalkışmazdın!
Senin tüm günahın hakikat ile mecaz’ı birbirine
karıştırmak!
III. NEW AGE: MÜZİK ve DANS ve DUA
31 Ağustos 2009
* * *
Yaşlı Bilge ciddiyetle şöyle der: “Kimya’yı
muhakkak okula gönderin!”
Kimya’nın bu konuşmaya kulak kabartan annesi
hemen atılır: “Kız çocuğuna okul ne gerek?”
Yaşlı bilge de yeni bir öneride bulunur:
“Madem okul yok, kızınızı bir âlimin yanına verin!”
Kimya’nın anne-babası da soluğu Mevlâna’nın
yanında alırlar. Babası der ki:
— “Efendi hazretleri, kızım Kimya özel bir
çocuk. Ama anası da, ben de basit insanlarız. Onu layıkıyla yetiştiremeyiz. Bu
yörenin ilmi en kuvvetli kişisi sizmişsiniz. Kimya’yı öğrenciniz olarak kabul
eder misiniz?” (s. 217-218)
Bir de servis+yemek ücreti meselesine dair
birkaç diyalog daha döktürülseymiş harika olacakmış, değil mi?
* * *
Roman dediğiniz nihayet bir kurgu, kronolojik
hatalar da olur, bilgi hataları da, aşırı-yorumlar da! Yazar özgürdür, kurgu
özgürdür. Tasavvuf da bir ummandır, herkes o ummandan kabınca içer, vs.
Böylesi savunmaları hizaya sokacak en masum
teklif şu olsa gerek:
Gerçekte yorum yorar; yoranı da yorar,
yorumlananı da.
Bizlere aktaracağınız doğrulara değil,
yalanlara bile inanmaya hazırız; yeter ki bizi ikna etmek için biraz emek
sarfediniz, biraz yorulunuz!
Bakalım o hâlde, aşağıdaki yalanların (!)
hangisinde bir emeğin izini görülüyor?
— Sözde babam Alamut’un son İsmailî imamıymış.
Bana kara büyü yapmayı öğretmiş.” (s.
279; krş. s. 254, 267, 396)
— “Eğer insanın taktığı gözlüğün camlarına olumsuzluk sinmişse...” (s. 230)
— “Fildişi
kulelerde âlimler, medreselerde şeyhler, makamında şıhlar, tahtında sultanlarla
değil, aforoz edilmişlerle, kalbi
incinmişlerle, kenara itilmişlerle yarenlik yaptım.” (s. 64)
— “Mevlâna oldum olası gayrimüslimlere iltimas
geçti, azınlıklara yumuşak davrandı.”
(s. 313)
— “Hayal perdesinde Karagöz oynatanlar..” (s. 321)
— “Tanrı kılı kırk yararak titizlikle çalışan
bir saat ustasıdır.” (s. 397)
Sormak gerekmez mi, kara büyü’nün, fildişi
kulelerin, aforoz kurumunun, azınlıkların bizim kültür dairemiz içerisinde ne
yeri var?
Veyahut, 13. yüzyılda gözlük camlarının, kılı
kırk yararak titizlikle çalışan bir saat ustasının ya da hayal perdesinde
oynayıp duran bir Karagöz’ün?
Bu özensizliklerin miktarını artırmaya gerek
görmüyorum. Hakikaten Mevlâna’ya babasından nasıl olup da Kamus’ul-A’lâm kaldığı (s. 253) veya kendisinin nasıl olup da İbn
Rüşd’ün Tahafut al-Tahafut ismindeki
kitabını okuyabildiği (s. 361) gibi tuhaflıkları açığa çıkarmaktan da
hoşlanmıyorum.
Kısacası, kolunda Seiko marka saatle Rumeli
hisarının surlarında Bizans gâvuruna kılıç sallayan Battal Gazi edebiyatına
katkı sağlamak amacıyla vermiyorum bu örnekleri! Bilâkis kutsal metinlerin
kutsallığı karşısında duyarsız davranan bir kaleme, ciddiyetsizliğin hangi
raddelerde seyredebileceğini göstermeye çalışıyorum.
* * *
— “Bazı eleştiri kaynaklarınca bu roman, edebi tasavvurdan ziyade, bir
proje çalışması gibi duruyormuş. Bu çalışmanın gerçek teziniz olan Bektaşilikten farkı nedir?”
Elif Şafak, bu soruyu –biraz da sinirlenerek-
şu şekilde cevaplandırıyor:
— “Bu romanımın benim yazdığım akademik
tezimle hiçbir ilgisi yok. O da tasavvuf üzerineydi ama akademik bir
çalışmaydı. Burada bir roman var. İki apayrı tür. Yepyeni bir şey bu.”
Soruyu yönelten hanımefendinin, “bazı eleştiri
kaynakları” ifadesiyle kimleri kasdettiğini anlayamadığım gibi; romanın “bir proje çalışması”na benzetilmiş
olmasına da bir mânâ veremedim.
Fakat hiç değilse bu vesileyle bir şey yaptım,
kanaatlerimi yazmaya karar verdiğimde, Ankara’daki bir talebemden, Elif
Hanım’ın Yüksek Lisans Tezi’nin bir fotokopisini temin edip adresime
göndermesini rica ettim. (Sen misin pencereden dışarı bakan, işte çek cezanı!)
* * *
Tezi ele aldığımda, ilk şaşkınlığımı, tezin başlığı
vesilesiyle yaşadım. Çünkü görebildiğim her yerde “Bektaşi ve Mevlevi Düşüncesinde Döngüsellik ve Kadınsallık” olarak
adlandırılan tezin orijinal başlığı, bilinenden çok farklıydı:
— Destructuring “Woman in Islam” within The
Context of Bektashi and Mawlawi Thought (Temmuz 1996).
Elif Hanım bu başlığı şu şekilde
Türkçeleştirmiş:
— Bektaşi ve Mevlevî Düşüncesi Kapsamında
“İslâm’da Kadın” Kurgusunun Parçalanması.
Giriş bölümünde, genç akademisyenin, tezinin
içeriğini nasıl tanıttığına da bir bakalım:
— “Bu çalışma,
hem İslam’da Kadın tartışmalarını
eleştirel bir biçimde ele almaya, hem de bu alanda alternatif bir yaklaşım
geliştirmeye yöneliktir. Burada, Bektaşî ve Mevlevî düşünceleri bu alternatif
yolun temelini teşkil etmektedir. Çeşitli İslamî kadınsılık kurgularından biri,
ve bunun uzantıları, dervişlerin döngüsel anlayışlarındaki sınırsız
yolculukları belirleyen aşamalar etrafında örülerek incelenmiştir.”
Bu iddialı tezin, en temel amacının akademik olmaktan çok, ideolojik bir karakter taşıdığını,
sadece başlığı ve yazarının sunumu değil, tezin içeriği de açıkça
göstermektedir.
Demek oluyor ki yaptığı şu açıklamaya artık
inanmamakta mazuruz:
— “Bu romanımın benim yazdığım akademik
tezimle hiçbir ilgisi yok!”
Bilâkis, pekâlâ ilgisi var efendim!
Elbette tür
itibariyle değil ama yöntem ve amaç itibariyle var!
Anlaşılan o
ki amaç, “İslâm’da kadın” kurgusunun
parçalanması.
Yöntem ise, tasavvuf edebiyatı üzerinden İslâm’ın temel kaynaklarını farklı
okumalara tâbi tutmak. İslâmın kadın tasavvurunu dönüşüme açık hâle getirmek.
Bu bakış açısı tamamen ecnebi bir bakışaçısı.
Amerikan akademizminin gazetecilik mentalitesiyle atbaşı giden ritmine uygun
bir projelendirme tarzı! Tipik toplum mühendisliği!
Önce marjinal algıları tesbit et; sonra bu
cılız malzemeyi zaten karikatürize edilmiş genel algıyla eşleştir; derken,
“öyle de olur, böyle de olur, çünkü ortada farklı yorumlar var” de! Ardından,
kapitalizme hâlen direnen geleneksel değerlerin çözülmesi için bu curufatı
medya aracılığıyla sürekli mazlum halkların bilincine zerket. Direnenleri ise,
“Ayol, sen hâlâ orada mısın?” yollu küçümsemelerle marjinallik sınırına it!
Sonuç, istikbal va’d eden genç
akademisyenlerin işçiliğiyle, geleneksel/ortak değerler marjinalleşirken,
kenardan köşeden toplanan kırıntılar yeniden-yapılandırılarak merkeze çekilir.
Bundan böyle geleneksel/ortak değerlerin
çözülmesine karşı koyan her direniş hamlesinin taassub, bu değerlerin çözülmesi amacıyla türbelerimize vurulan her
kazma darbesini ise özgürlük olarak
adlandırmak kolaylaşır.
Şems-i Tebrizî’nin dediği gibi: “Yazıklar
olsun o hastaya ki işi Yâsin’e kalmıştır!”
* * *
İmdi, tezin şahsen bendenizi ilgilendiren en
önemli kısımlarından birine atf-ı nazar edeceğim; “Qur’anic
Hermeneutics” (Kur’anî Yorumsamalar) başlığı altında yapılan açıklamalara...
— “Okur ve metin arasındaki ilişkinin mahiyeti
nedir?”
veya:
— “Anlama-yorumlama edimlerinde, metin ve
okur, birbirlerini karşılıklı olarak nasıl etkiler?”
Bu iki soruya verilecek cevabın, öncelikle,
sadece “metin-okur” ilişkisinin
değil, “kutsal metin-inançlı okur”
ilişkisinin de yorumlamamıza katkı sağlayacağına inanan Elif Hanım, tam da
burada kendisine dikkat edilmesi gereken hassas bir noktanın varlığına işaret
eder:
— “Hiç kuşkusuz” der; “kutsal metinlerin
doğrudan bu bakışaçısıyla ele alınamayacağını, kutsallıklarından ötürü kendi
okurlarının gözünde bir ‘metin’den
çok daha fazlası olduklarını gözönünde bulunduruyorum. Ancak yine de, kutsal metin de en son tahlilde bir metindir ve bu nedenle de farklı
yeni-okumalara (rereadings) ve yeni yapılandırmalara (reconstructions)
açıktır.” (, s. 64-65)
Neymiş, kutsal metin de en son tahlilde bir metin
imiş, ve tabiatıyla yeni-okumalara ve yeni-yapılandırmalara da açık imiş!
Elif
Hanımın, hadi tezini şimdilik bir kenara koyalım ama diğer çalışmalarında —verdiğimiz
örneklerden de anlaşılacağı üzere— sürekli işbu ‘açık’ noktadan içeri sızmaya
çalıştığını söyleyebiliriz.
* * *
N’olmuş
yani? Ne mahzuru var, kutsal metinleri farklı bir biçimde yeniden-okumaya,
yeniden-yapılandırmaya çalışmanın?!
Bence hiçbir
mahzuru yok! Kalkıştığı işin hakkını veren, hiç değilse vermeye çalışan her
müteşebbisin ellerinden öperim, —hadi ben de Şems gibi söyleyeyim— ona
yüreğimde ısıttığım sımsıcak bûseler gönderirim.
Türkçe’de Kur’an hermeneutiği üzerine ilk
yazıları, ilk kitapları bendeniz kaleme aldı. İlk makalemin basım tarihi 1994.
“Hermeneutik Bir Deneyim” alt-başlıklı
kitaplarım ise 1995.
Kısacası,
kutsal metin yorumlarında yeniden-yorumlamanın, yeniden-yapılandırmanın önemini
takdir etmekte hiçbir sakınca görmüyor; hatta bu yoldaki çabaları samimiyetle destekliyorum.
Fakat şu
koşulla: Meseleyi sulandırmamak koşuluyla! Konunun ciddiyetini ve ehemmiyetini
kavramak koşuluyla! Her şeyden önce, kutsal metnin orijinal diline vakıf olmak
koşuluyla! “Ben yaptım oldu” bahanelerinin arkasına saklanmamak koşuluyla!
* * *
Bu konuda bir fikir vermesi bakımından sadece
bir örnek zikretmekle yetineceğim. Akademik bir örnek!
Elif Şafak’ın tezinin ilk bölümü Fetva
kurumuna ayrılmış. İslâm’ın zahirine.
Şeriatın en güçlü silahına. Örnek olarak da Şeyhülislâm Ebussuûd Efendi
seçilmiş, hem de Tanrı’nın cemâlini değil, celâlini temsil ettiği düşünülerek.
Yaklaşık 60 sayfa.
İşin bu tarafına o kadar önem verilmiş ki
tezin daha girişinde Ebussuûd Efendi’nin bir fetvasına yer verilmiş; bir
zaviyede ilâhîler okuyup semâ eden dervişler hakkında verdiği bir fetvasına....
Kanlı canlı bir fetva bu! Celâl sıfatının tüm
haşmetini yansıtan bir fetva!
Kaynak ise, Ertuğrul Düzdağ’ın “Şeyhülislâm Ebussuûd Efendinin Fetvaları”
(İstanbul, 1983) adlı eseri.
Önce fetvanın ilgili kısmını orijinalinden
aktaralım:
— “(...) Ehalî-i mahalleden bazı kimseler
zaviye-i mezbureye şeyh olan Zeyde, “Bu makûle evzâ niçin ettirip razı
olursun?” dediklerinde, Zeyd, “Ne lâzım gelir? [Cenab-ı Hak] ‘İnsanları ve cinleri bana ibadet etsinler
diye yarattım’ [(Zariyat: 56) buyurmuyor mu?]” demekle cevap verse, şer’an
Zeyd-i mezbûra ne lâzım gelir?” (s. 87)
Tez İngilizce olduğu için, genç akademisyen,
Ebussûd Efendi’nin fetvasını özetleyerek İngilizce’ye çevirmiş.
Geliniz, şimdi, ilgili kısmı birlikte
karşılaştıralım:
— “(...) Şayet âyini yöneten şeyh, kendisine
itiraz edildiğinde, “Bunun nesi yanlış?
Herşeyi, iyiyi de, kötüyü de Tanrı yaratmadı mı?” diye cevap verse,
hükmünüz ne olur?” (If the leader of the ritual, when questioned, replied,
“What is wrong with it? Did not God create all, Good and Bad?”, what would be
your verdict?) [Introduction, s. 1]
Ne demek oluyor şimdi bu?
Metinde geçen Zariyat Sûresi’nin 56. ayeti,
nasıl olup da bir ilmihal maddesiyle yer değiştirivermiş?
Bu muammânın çözümü çok basit aslında.
Orijinal metinde ayet Arapça harflerle dizilmiş ve bir dipnotla kitabın sonunda
gerekli bilgi verilmişse de, tecrübesiz araştırmacımız, oraya bakmayı akıl
edemediğinden böyle de kurtarır deyû bir şeyler uydurup metne eklemiş.
Asıl skandal, Ebussuûd Efendi’nin bu suale
verdiği cevabın çevirisi. Çünkü Elif Hanım, soruya tam olarak anlam veremediği
için, önce cevapta yer alan bütün gerekçeleri budamış, sonra da “Canlarına
okuyun o kerataların!” dercesine kısa bir cümleyle zahir ulemasının celâlini gözler önüne serivermiş!
* * *
Pencereden dışarı bakmanın bedelini yeterince
ödediğime göre, bir haftama mâlolan bu sevimsiz hikâyeyi herhâlde neşeli bir
alıntıyla sonlandırabilirim.
“Şems geldiğimi görünce gülümsedi: “Kerra,
seni ayinimize davet ediyoruz.”
— “Ne ayiniymiş?” diye sordum.
— “Ruhani, manevi bir raks düzenleyeceğiz. Daha evvel hiç görmediğin
türden bir ayin bu. Müzik ve dans ve dua olacak. Hep beraber aşkla Rabb’ı zikredeceğiz.” (s. 328)
Postmodern
Aşk dediğim de işte tamıtamına bu: Müzik ve Dans ve
Dua...
Ne diyebilirim, YENİ ÇAĞ’ı takdimimdir!
* * *
Belki bazı dostların aklına, üç gündür bunca zahmeti niçin ihtiyar
ettiğim sorusu gelebilir.
Cevabı çok basit: Herkes sustuğu için!
Takip et: @ducane


Hiç yorum yok:
Yorum Gönder