Sayfalar

BİR SİYASAL ESKATOLOJİ: HÜVE'L-BAKİ

Birikim, Haziran





BİR
     
Yol bir aralıktır, başlangıç ve bitiş noktası arasında varsayılan bir mesafe, tamıtamına yürüyüşü olanaklı kılan bir zemin; ister istemez bir başlangıcının olması da bu yüzden, yanısıra özgül bir menzil, bir maksud, bir gayesinin de. Yol, devinime elveren bir başlangıca ve kendisinde sonlanacağı bir ereğe sahip olmaksızın tasavvur edilemeyeceği içindir ki yola çıkmak, tıpkı yola düşmek gibi, başlangıçta bir etkinlik, bir eylem değil, bir devinimdir, çünkü henüz bir eğilimdir, sadece bir güç, bir yeti, bir olanaktır, dolayısıyla salt kendinde’dir, bir belirlenimden yoksundur, başlangıçta kaldığı sürece durağandır, çünkü hep bir “ara”da olmak yolun şânındandır, daima bir başlangıç ile bir son arasında. Ömür biter yol bitmez deyişi, güya yolcu kadar yolun ömrüne de biçilen değerin anlatımı, sanki ilkinin (varolanın) bir bitimi varmış gibi düşünülebilirken, ikincisinin (varlığın) bitimi asla düşünülemezmiş gibi. Oysa yolcu yoksa yol da yoktur, dolayısıyla yolcu kadar yolun da bir ömrü vardır, çünkü her şeyden önce yol değil, yollar vardır: en nihayet biten ama her defasında yeniden başlayan yollar. Yolcu kadar yolun da bir zamanı vardır, bir tarihi, daima bir başlangıcı ve bir sonu: sınırı.
  
İşbu başlangıç ve son arasında devinecek bir nesne düşünülmeksizin devinim düşünülemeyeceğinden bu nesne devindiği ve devineceği için sadece nesne değil, bir o kadar da öznedir, eşdeyişle devinen nesne aynı zamanda devinimin öznesidir, hem şeydir, hem kişidir, tikeli ve tümeli kendinde cemeden tekil’dir: yolcu.
    
Yolu olmayan yolcu, yolcusu olmayan yol olmaz, kişi yolda olduğu için yolcudur, keza yolcu kendisine bir başlangıç ve bir son tayin ettiği içindir ki üzerinde yüründükçe o bir yol niteliği kazanır, yoksa tarladan ibaret kalırdı, salt zeminden. Yolculuk olmasaydı ne yol olurdu ne de yolcu. Her ikisi de eş zamanlı olarak yolculuktan pay alır, kişiyi yolcu, zemini yol kılan yolculuğun ta kendisidir: eylem.
      
Yol eylemdir, artık salt bir devinim, bir eğilim değil, hemzaman ve hemzemin bir etkinliktir, çünkü ereğine kavuşmuştur; yolda olmak ve/veya yolcu olmak artık bir ereğe sahip olmak değil, şimdiden ereğin içinde olmaktır. Yol yürüyüştür: bizatihi erek.

Yol bir causa finalis (illet-i gaiye) olarak nedenden ereğe doğru bir devinimdir ki örtükten açığa, soyuttan somuta doğru ilerler, ilerleyişi sürdükçe belirlenimleri çoğalıp çeşitlenir ve ancak erekte yetkinliğine, gerçekliğine ve doyumuna kavuşur: tekilde. Ereğine kavuşmuş her yol ister istemez yoksullaşmaya başlar, çünkü alışkanlıklara gömülür ve gücünü yitirir, böylece yerini kaçınılmaz olarak daha yüksek bir ilkeye bağlanmaya bırakır, öyle ki her yürüyüş bir yükseliş olur.

     
İKİ
    
İnsanın asırlardır bilinen iki ünlü tanımı var: ilki  ζῷον λογικὸν (hayvan-ı nâtık), diğeri ζῷον πολιτικὸν (hayvan-ı medenî). İlki bir canlı olarak insanın düşünen/konuşan yanını, diğeriyse toplaşan/yardımlaşan yanını açıklar. İki niteliği de insanın özüne ilişkindir, dolayısıyla her ikisi de insanı en yakın cinsinden, yakın hayvan’dan ayırmaya ve onu bir tür olarak tanımlamaya yarar. Ne ki ayrımlardan ilki özseldir (zatî), diğeri ilineksel (arazî). İlki, kurala uygun biçimde “definitio fit per genus proximum et differentia specificam” usulünce tam tanımdır, çünkü genus proximum (cins-i karib) ile differentia specifica (fasl-ı karib) ikilisinden oluşur, ikincisi ise belki yine genus proximum’u içerir ama bu sefer tanımda özsel ve türsel yakın ayrım (fasl-ı karib) yerine sadece ilineksel ve diğerine nisbetle uzak ayrım (hassa) kullanmakla yetinilir. Bu nedenle tanımlardan özsel olanı zorunsallık, hassa düzeyinde de olsa ilineksel yanı rastlantısallık taşır, dolayısıyla psûkhe’nin bir nâtık yanı (λόγον ἔχον) olmasaydı, hiç kuşkusuz insanın da bir medenî yanı (πολιτικὸν) olmazdı, tıpkı insanın gülebildiği için düşünen bir canlı olmayıp aksine düşünebildiği için gülen bir canlı olması gibi.
    
Felsefe mutlak tanımlardan yola çıkmaz, çıkmamalı, çünkü tanım felsefenin amacıdır, ilkesi değil. İlkesi olsaydı onu yeniden elde etmeye gereksinim duymaz, böylelikle felsefe yapmanın, çağlar boyu yapılageldiği gibi, temelleri, dolayısıyla bütünü bulma ediminden çok sadece onu örneklendirmeye veya kanıtlamaya yönelik beyhude bir çaba olarak algılanmasına katkıda bulunmuş olurduk. Felsefeyi halk nezdinde boş ve gereksiz gösteren de bu değil midir: sözde felsefecilerin ezbere tanımlar, yani klişeler kullanma alışkanlığı? Nitekim bir şeyin tam ve ayrıntılı kavramını kendi sınırlarının içerisinde kökensel olarak ortaya sermekten daha çoğunu ifade etmemesi gerektiğini düşünen Kant, haklı olarak, deneyimsel hiçbir kavramın tanımlanamayacağını, ama sadece açıklanabileceğini söyler: “nach einer solchen Forderung kann ein emprischer Begriff gar nicht definiert, sondern nur expliziert werden.”
    
Yolun ve yolcunun birbirinden bağımsız düşünülmesini olanaksız kılan da işbu deneyimselliktir, yani yolculuğun ta kendisi. Bir  ζῷον λογικὸν olarak insanın yolculuğu, bir bilme, bir hakikate erme edimi olarak belirlendiğinde, yolcu için yoldaşlık sadece fuzulî bir yük değil, aynı zamanda uzakta tutulması ya da aşılması gereken bir mânia niteliği kazanmaya başlar. Hakikat olarak hakikatin yolu tek kişiliktir çünkü. Buna karşın bir ζῷον πολιτικὸν olarak insanın yolculuğu, özü gereği, bir bilme değil, aksine bir eyleme (praksis) edimi olarak belirlendiğinden politik yolda yoldaşsız bir yolcu, eşdeyişle tek başına sürdürülebilir bir yolculuk asla düşünülemez (er-refîk sümme’t-tarîk), çünkü her yoldaş aynı zamanda yolcudur, üstelik dayanışma ve yardımlaşma da toplaşmanın ereğidir. Bu yolcuları yoldaş kılan yolun kendisi olmaktan çok, yol da yoldaş da ister istemez yolculuğun kendisini tarafından belirlenir, insanın içinde eşit ve özgür yurttaşlar olarak yaşayacağı bir  politikê koinonia (πόλις), bir el-medinet’ul-fadıla oluşturma (تمدن) düşleminden. Ne ki şehir ve toplum bu yönüyle sadece hakkın ve hakikatin değil, haksızlığın da zeminidir. Yol boyunca birleşmeler ayrılmaları, toplanmalar ayrışmaları gerektirdiği ölçüde her türlü dayanışma çabası da yolculuğun doğası gereği kendi içinde çatışmalar yaratmaktan kaçınamaz. Yoldaşlar arasındaki küçümen iç çatışmaların düşmanlar arasındaki o kocaman savaşlardan daha sarsıcı ve daha kıyıcı olmasının bir nedeni de budur. Nasıl ölüm düşünülmeksizin yaşam düşünülemezse, çokluk düşünülmeksizin birlik, ayrışma düşünülmeksizin birleşme de düşünülemez. Düşe kalka yürümek deyişi bir yazgının ifadesidir bu yüzden, hem de hiçbir tikel yolculuk deneyiminin kendisinden kaçınamayacağı bir yazgının.

     
ÜÇ
   
Ana çelişki, gerçekte, bios theôrêtikos (vita contemplativa) ile bios politikos (vita activa) biçimleri arasında ortaya çıkar, akla bağlı teorik yaşam ile taakkula bağlı pratik yaşam arasında. Hakikat olarak hakikate erme çabasının seçimin niteliğine bağlı olarak yolcudan kendine özgü bir kişiselliği ve öznelliği, dolayısıyla zorunlu bir yalnızlığı talep etmesine karşın, bir toplumsal düşler dizisi suretine bürünür bürünmez çoğalan ve farklılaşan hakikatin devasa hacmi de henüz devinim aşamasındayken bile bağrında yolcuyu yoldaşa, beni bize dönüştürür. Ancak bilinç yönünü dışarıdan kendine çevirdiğinde, sahibini bu sefer kendi içine çeker ve çektikçe onu içsellikte asılı tutarak toplumsal yaşam alanlarından uzaklaştırmakla kalmaz, olabildiğince dışsallıktan (kendi dışındaki hedeflerden) yalıtmak da ister, sanki dış olmaksızın iç, alt olmaksızın üst, özdek olmaksızın biçim (var)olabilirmiş gibi. Nitekim Rafaello’nun Vatikan’da bulunan Stanza della Segnatura’nın duvarına nakşettiği Scuola di Atenenin tam ortasında yer alan Sinoplu Diogenes, tüm yalnızlığına karşın yine de tek başına değildir, o umursamaz görünüşünüyle bile olsa toplumun içindedir. Toplumun karşıtı değil, ürünü ve sonucudur, çünkü toplumsallığın olası biçimlerinden biridir. Hegel’in dediği gibi, gösteriş ve şatafatın yarattığı bir yararsız üründür (ein unartiges Produkt des Luxus), bir başka deyişle bütünüyle toplumsallığın değil, onun sadece bir biçiminin karşıtıdır, dolayısıyla olumlu içeriği veya önerisi bulunan bir kapsama sahip değildir, büyük ölçüde salt yadsımadır, bir negation, dışını yadsıyabildiği denli içtir, her iki anlamıyla da bir politik artık. Oysa negation dışı yadsıyarak kendine bir iç oluşturmaz. Dış iç’in tezahürüdür ve ancak bir iç varsa onun bir de dışı var demektir.
  
Teorik yaşam ile politik yaşamı, dolayısıyla filozof ile politikacı’yı doğrudan karşıtlık içinde resmeden Politeianın ünlü pasajlarından birinde (496b-e), Platon, felsefeyle düşüp kalkmaya layık insanların küçük bir azınlık (ὀλίγων) olduğunu söyler ve onları azgın hayvanlar arasına düşüp de onlarla işbirliği etmek istemeyen biri gibi tek başına kalmış olarak betimler. Böyleleri fırtınaya yakalanıp da rüzgarın savurduğu toz ve yağmur sağanağından korunmak için duvarın arkasına sığınmış birer yolcu gibidirler, çünkü ısrarla siyasal olanın dışında kalmakta direnirler ve çevrelerini saran yolsuzlukların, haksızlıkların ortasında temiz kalmaya çalışırlar. Olumsuz toplumsal koşullara bağlı olarak hakikat arayışını siyasal olanın dışında sürdürme çabalarına değinen en ilginç felsefi pasajlardan biridir bu. Akla uygun yaşam (τὸν νοῦν βίος), kendisini amaçlamış kişiye bir tür kendi kendine yeterlilik duygusu verir, başkalarıyla iletişim isteksizliği üretir, bu yüzden de toplumdan ayrılmanın (i’tizal) ve kendi içine çekilmenin (inziva) temelidir, çünkü dışsallığın reddidir: konuşmanın ve dinlemenin. Topluma hitab etmekten vazgeçmek aynı zamanda topluma kulak vermekten de vazgeçmek demektir, genel ve yaygın olandan. İnsanın, özü gereği, ζῷον πολιτικὸν olduğunu –hem de ısrarla- vurgulayan Aristoteles dahi konu teorik yaşam olunca Platon’u izlemekten kaçınamaz, öyle ki Ethika Nikomakheiada (1177b) bu tür bir yaşam biçiminin insanın doğasını aştığını, çünkü insanca  değil, tanrıca olduğunu söyler: “İmdi, insan olduğumuzdan insanla ilgili şeylerle, ölümlü olduğumuzdan ölümlülerle ilgilenmemizi öğütleyenleri dinlememeli; kendimizi olabildiğince ölümsüzleştirmeli (ἀθανατίζειν), bizdeki en üstün şeye uygun yaşamak için her şeyi yapmalı.”
    
Teorik yaşamı nitelemek için kullanılan ifade ilgi çekicidir: ᾗ θεῖόν (tanrıca), bir diğeri de sırf bu yüzden ἀθάνατον (ölümsüz). Ölümsüzleşme yolunu tercih edenlerin ister istemez politik yaşamdan uzak durmaya çalışmaları ve kendilerini tanrıca buldukları akıl yaşamına (teorik yaşama) adamaları, hiç kuşkusuz politik yaşamı devinimin, teorik yaşamıysa dinginliğin zemini olarak görmeleri nedeniyledir: bilmenin ereği bir sonsuz dinginlik, eylemenin ereğiyse bir bitimsiz devinimdir.[1] Nitekim Aristoteles, yapıtının son paragrafında (1181b), içeriği hakkında bilgi verdiği yeni bölümü, yani Ethikadan sonra Politikayı ele almasının nedeni olarak bir ek-açıklamada bulunur: “insanca şeyler konusundaki felsefemiz olabildiğince tamamlansın diye.” Teorik yaşam ne kadar tanrıca şeylerle ilgiliyse, politik yaşam da bir o kadar insanca şeylerle (τὰ ἀνθρώπεια) ilgilidir. Oysa her iki yaşam da özünde ancak şehrin olanaklı kıldığı biçimlerdir, yani insan ölümlü olduğu ölçüde ölümsüzleşmeyi düşleyebilir, bir toplum içinde kalabildiği ölçüde yalnızlaşabilir, dışsallık elverdiği ölçüde içselliğe yönelebilir. Eylemsiz kuramın, kuramsız eylemin tasavvur edilememesi de bundan. Ne ki eylemi düşünmek eylem değildir, o özünde yine bir düşünmedir, belki yine bir konuşmadır, ama dış-konuşma değil iç-konuşma, belki emektir, ama yine de kol emeği değil kafa emeği, hepsinden daha da önemlisi kırın değil, kentin ürünü; agora’nın.
    
Bu ezelî ikilem karşısında modern çağın seçimini hangi yoldan yana yaptığını anlamak için, onun en sahici seslerinden birine kulak vermeli, Marx’ın sesine, çünkü Marx’ın Feuerbach üzerine yazdığı 11. Tez, bu çelişkiyi politik yaşamın lehine çözer ve dünyayı anlama/yorumlama çabalarını tümüyle yadsımamakla birlikte değiştirme/dönüştürme çabalarına göre onu ikincil kılmakla kalmaz aynı zamanda sönükleştirir de: “Die Philosophen haben die Welt nur verschieden interpretiert; es kommt aber darauf an, sie zu verändern.” Peki bunu nasıl yapar? Kaçınılmaz biçimde yine yorumlayarak. Dolayısıyla yorumlamanın, gerçekte, dünyayı değiştirmenin en köklü biçimlerinden biri olduğu yine düşünülmemiş olarak kalır. Güç olan, insanın dünyayı değil, dünyasını değiştirmesidir, bilineni bilmek kadar asıl bileni bilmeyi becermesidir: kendini. Bu saptama, asla düşünmenin eyleme önceliği anlamına gelmez, çünkü buna önce düşünmenin ve eylemin doğası izin vermez. Felsefe eylemin kesintiye uğramasını sabırla bekler ve ister istemez agoraya ancak alaca karanlıkta inmek zorunda kalır. Gücü yavaşlığındadır, topluma ve yaşama inat acele etmez, yavaşça bir taşın üstüne çıkar ve belki dinlemeyen dinler, anlamayan anlar diye akşamdan kalan o huzursuz gözlere olup biteni sakince açıklamaya başlar. Felsefenin buğulu bir camın arkasından duyulan o tok sesinde geçmiş ve şimdi sanki buharlaşıyormuş gibi görünür, doğrudur, ama unutmamalı ki o tok seste, eylemin tamamlanmış evreninden görülemeyen bir ışık sızar: gelecek. Gelecek, yani umut.

     
DÖRT
   
Teorik yaşamla pratik ve dolayısıyla politik yaşam arasındaki karşıtlığın ürettiği iki önemli kavramdır yabancılaşma ve yalnızlık. Toplum içinde dışsal olana, yani eyleme uzaklık zorunlu bir yabancılaşmanın sonucu, bu yabancılaşmaysa bir süre sonra engellenemez hâle gelen bir yalnızlığın. Bu nedenledir ki teorik yaşamı seçen kişiler için Doğu’da kullanılmış ve artık terkedilmiş olan iki felsefî terimden biri garib (yabancı), diğeriyse mütevahhid (yalnız). Bu terimlerin ilk kullanıcılarından Farabî, kimi yapıtlarında çeşitli vesilelerle teorik yaşamın toplumsal yabancılaşmaya yol açmasından söz ederken garib (gureba) sözcüğünü kullanır[2], siyaset felsefesine ilişkin başyapıtında ise mütevahhid sözcüğünü tercih eder.[3] Erdemsiz toplumda yaşamak zorunda kalan bir filozofun mutlaka erdemli toplumlara göç etmesinin zorunlu olduğuna işaret ederken bu sefer seçeceği sözcük hicrettir (vecebet aleyhi’l-hicret ilâ’l-mudun’ul-fazıla), çünkü ayrılık daima garib olanın payına düşer. İslam dünyasında Farabi’nin tek ve en yetkin mirasçısı olan İbn Bacce de -biraz daha farklı bir yolda- bu terimlerin tümünü kendi siyaset teorisinin temeline yerleştirmekle kalmamış, yapıtlarında onları kendi seçtiği ve benzerlerine önerdiği bir yaşam biçiminin sütunları haline de getirmiştir.[4] İlginç olanı, garib (gureba) sözcüğünü –tıpkı nevabit gibi- selefine borçlu olduğu halde onu bir sufi terimi olarak tanıtmasıdır. Oysa sufiler için yabancılık (gurbet) sadece toplumsal bir nitelik taşımaz, Platoncu anlamıyla, aynı zamanda varoluşsal bir öze de sahiptir. Böylelikle içinde yaşadıkları erdemsiz toplumda değil sadece, bizzat bu dünyada da gurbette yaşadığına inanan kişiler, yabancılaşmadan kurtulabilmek için asıl “vatan”larını bir cennette: ya düşlerinde ya da ötedünyada bulmaktan başka bir seçenek bırakmazlar kendilerine: ütopya.
     
Dünyanın ve/veya toplumun eylemle değişebileceğinden umudu kesmenin zorunlu sonucudur yalnızlık, çünkü yabancılaşma, basitçe insanın kendisini içinde bulduğu bir dünyaya aykırı düşmesinden  çok, yine kendi varettiği bir dünyayı tanıyamaz hale gelmiş olmasıyla gerçeklik kazanır, güçsüzleşmekle ve yoksullaşmakla. Bu zeminde hicret (ayrılmak, göç etmek) sözcüğü tüm anlamını yitirmese de onu büyük ölçüde değiştirir, öyle ki fiilen maruz kalınan durum, bilince yansır yansımaz bizatihi peşinden koşulan bir erek halini alır: medineye değil, cennete hicret. Yolcunun yoldaş vasfını yitirdiği en karamsar noktadır burası, yolcu bu safhada yolculuğuna öyle bir έσχατος, öyle bir son belirler ki onu bilim haline getirmekten kaçınamaz, çaresiz eskatoloji olur ve “tanrıca şeyler” bir anda “insanca şeyler”in yerine geçer. Tanım gereği hayvan-ı nâtık hayvan-ı medenî’den ayrışarak eşit ve özgür yurttaşlar olma özlemini eskatolojik boyutta doyurur, ütopik bir toplumda: cennet’te. Artık rahattır, çünkü insan ne yapıp etmiş kendisini fani (θνητόν) olmaktan kurtarıp baki (ἀθάνατον) kılmayı başarmıştır.
    
Bir istisna, hatta bir ilk ve başlangıç olarak Ziya Gökalp’in (öl. 1924) o görkemli mezar taşında geleneksel hüve’l-baki simgesinin yer almayışının asıl nedeni, acaba onun bu siyasal eskatolojiyi sona erdiren bir politikos olduğunu mu îma etmekti?
    
Bu sorunun kesin yanıtını bilemeyiz, ama her politik topluluk gibi Cumhuriyet’in de değişim olanağından yoksun bir son, yani bir cennet olarak tasarlanmadığı da bir gerçektir.
      
Niçin?
    
Elbette, tıpkı teorik yaşam gibi politik yaşamın da özü gereği asla bir sonu olamayacağı için. Tıpkı hakikat gibi siyasette de yol yoktur, yollar vardır çünkü.





*Birikim,  Haziran 2016, sy. 326, syf. 



[1] Türkçe’de huzur ve sükûn sözcüklerinin durmak, devinmemek anlamında birer Fizik terimi olmalarına karşılık hâlâ güçlü biçimde insan hallerine ilişkin psikolojik anlam taşımalarının asıl nedeni budur.
[2] Bkz. es-Siyaset’ul-Medeniyye, Kitab’ul-Mille, Fusul’ul-Medenî
[3] Bkz. Mebadiu Arai Ehl’il-Medinet’il-Fadıla
[4] Bkz. Tedbir’ul-Mütevahhid ve Risaletu’l-Veda


Facebook

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder