Onun için
filozof da diyorlar, derviş de…
Sinema, mimari,
sanat üzerine kitapları, Kur’an incelemeleri var.
[Bİ'E'de] Felsefe,
Boğaziçi Üniversitesi’nde Osmanlı Estetiği dersleri veriyor.
Yeni Şafak’ta
yazdığı, Çamlıca Camii projesini eleştiren ‘Çamlıca için Yakarış’ yazısı bir
günde 1 milyon tık aldı.
Hürriyet
Pazar’da yayımlanan ‘Taksim Manifestosu’nu Gezi olayları sırasında
arkadaşlarıma gözlerim yaşararak okuduğumu hatırlıyorum.
Dücane
Cündioğlu çok tanımadığım bir dünyadan enfes, umut veren bir ses oldu.
Beş yıl önce
“Mağarama çekiliyorum” dedi ve kitaplarını yazmak için Büyükada’ya taşındı.
Burada okuyor,
yazıyor, saatlerce bisiklet sürüyor.
Söyleşi
taleplerimi aylarca reddetti. “İşlerin bu kadar aşağı düştüğü yerde bu konuları
düzeyli, biçimli konuşmak gerekir, o da gazeteci olarak seni kesmez” diyordu.
Kesti.
Bu, onun güncel
meselelerle ilgili ilk gazete söyleşisi…
Çınar Oskay
Bu
durumu kimse açıklayamaz, çünkü tam da sözün bittiği yerdir burası. En temel
insanî değerler dolayımında oluşan vicdanın iç sızlatıcı iniltileri,
pragmatizme yenik düşen bu katı siyasal ve ideolojik nobranlık karşısında birer
vızıltıya dönüşür. Esef etmekle yetinemem, teessüf de ediyorum!
Berkin Elvan’ın
cenazesinin toprağa verildiği gün, Egemen Bağış’ın attığı bir tweet’te
“nekrofiller” göndermesi yapmasını nasıl karşılıyorsunuz?
Her suç cezasını kendi içinde taşır ve ilahi adaletin öte
dünyada değil, bu dünyada tecelli etmek gibi bir hususiyeti vardır. Tarihte,
yaptığı vicdansızlığın yanına kâr kaldığı bir insan hatırlamıyorum.
Son olaylarda
hükümetin Alevilere yönelik önyargısının yeniden ortaya çıktığı görüşüne
katılıyor musunuz?
Hayır,
mesele alevilik-sünnilik çelişkisine indirgenemeyecek denli derin, bu nedenle
eleştiri düzeyinin insanî değerler ölçeğinde karşılığını bulması için ısrarla
çabalamak zorundayız.
Ak Parti’li
vekillerin ve entelijansiyanın Başbakan Erdoğan’ın gerilim siyasetine yeterince
mesafe koyduğunu düşünüyor musunuz? Yoksa bu politikayı tasvip ettiklerini,
yanlış bulmadıklarını mı düşünmeliyiz?
Bu
kendilerince bir muharebe değil, tamıtamına bir harb! En son tahlilde vicdanen
rahatsız oldukları düşünülebilir, lakin siyaset sözkonusu olduğunda insanların
kendilerine aidiyet ve mensubiyet duygularını bir kenara bıraktıracak yüksek
değerlerden hareket etmeleri çok güçtür. Bu nedenle ikrardan gelen sükut
masumiyetten çok gaflet karinesidir.
Berkin Elvan ve dün kaybettiğimiz genç Burakcan Karamanoğlu’nun babalarının konuşmalarını dinledim. Bir taraf isyanda, Başbakan’ı suçluyor, 24 saat içinde suçluların bulunmasını istiyor; Burakcan’ın babası ise acısını “takdir-i ilahi” diye açıklıyor. Bu iki yaklaşım arasında bir fark var mı?
Cenab-ı
Hak kimseyi böylesine büyük imtihanlarla karşı karşıya bırakmasın! Sözkonusu
olan evlat acısı! İzleyebildiğim kadarıyla her iki babanın da Anadolu insanının
irfanına yakışır bir soyluluk içinde hareket ettiklerini düşünüyorum.
Sokaklarda eli
sopalı insanlar ve ölen gençlerimiz size geçmiş karanlık çatışma dönemlerini
hatırlatıyor mu? Sizce Türkiye bu tür bir iç çatışmaya sürüklenebilir mi?
Hava kurşun gibi ağır, burası kesin, ancak yine de eski günlere
dönüleceğini sanmıyorum. Umut derunumuzda yeşeren fidanın adı, onu kesmeye
kimsenin gücü yetmez.
Siz yaşanan ‘kaosu’ ülke adına kazanç olarak niteliyorsunuz…
Kafka gibi ben de “abartıyorum, çünkü anlaşılmak istiyorum”
diyebilirdim, fakat bu kez abartmıyorum, kaos hakikaten büyük bir imkandır,
gelecek güzel günler için, umudumuzu koruyabilmek için, insan olmayı
başarabilmek için bir lütuf, bir ihsan, bir kayradır, tıpkı dert gibi, ıstırap
gibi, kıymetini bilene. Hesiodos’u hatırlayınız: önce kaos vardı, sonra toprak,
sonra aşk. Mitlerin dilini bir yana
bırakıp hikmetin diline müracaat edebiliriz: önce a’ma ve zulmet, yani
belirsizlik ve karanlık, derken yine o ezelî yaşam tomurcuğu: aşk, daima aşk, umut ve aydınlık, ama
unutmamalı öncesinde hep kaos, hep belirsizlik, hep karanlık.
Mao’nun da bir sözü
vardır: “Yeryüzünde kaos var, işler yolunda.”
Batmadıkça güneş doğmaz çünkü, karanlığı varsaymadıkça
aydınlıktan, yokluğa tahammül etmedikçe varlıktan söz edemeyiz. Gece gündüzün,
karanlık aydınlığın delilidir. Minerva’nın kuşu da bu yüzden alacakaranlıkta
uçar, zavallı, sırf şafak söksün de bir an evvel tan yeri ağarsın diye biteviye
kanat çırpar durur.
Yerel seçimler kaosa
çözüm olur mu?
Kadîm dönemlerden bu yana sağaltım teşebbüsleri hastalığın
türü tarafından belirlenir: ya ot (bitkisel ilaçlar), ya bıçak (cerrahî
müdahaleler), ya da söz (entelektüel kavrayış, irfanî duyarlılık). Türkiye’de
ilk iki yöntem yeterince denendi, hem de büyük bir şehvetle, ama alınan mesafe
ortada, hâlâ sadra şifa olacak bir menzil katedebilmiş değiliz.
Niçin?
Bu yöntemlerden ilk ikisi toplumun bedeniyle, üçüncüsü
ruhuyla alakalı olduğu için. Hiç kuşkusuz ki bilgiçce ve biraz da bilgince, ama
kesinlikle bilgece değil. İrfandan yoksun çünkü. Hâlâ gövdesine uygun ruh
derinliği arayan bir ülkenin çocuklarıyız, tarihsel deneyimlerin kolayca
prangalara dönüştüğü sert toprağın insanları olarak ne çağın başdöndürücü
hızına yetişebiliyoruz, ne de içinde nefes alıp verdiğimiz coğrafyanın bizden
beklediği sükûnet ve bilgeliğin hakkını verebiliyoruz.
Bu coğrafyanın
hakkını nasıl vermeliydik?
Her şeyden önce farklılıklara hürmet etmek ve çağdaş yurttaşlık tanımının içini doldurmak
suretiyle. Bu çok önemli, çünkü çoklu-birliğin özüne ancak bizim kadar
başkalarının da yasa önünde eşit ve özgür bireyler olduğunu kabul etmekle
ulaşabiliriz. Seçimlerin sonuçlarından ziyade kendisi bir fırsat olarak
görülmeli bu yüzden. Çünkü demokrasi birbirini etkisiz hale getiren, birbirine
galebe çalan, birbirini yenen tarafların değil, bilakis yenişemeyen tarafların
rejimi, bir uzlaşı mekanizması, bir tür koleksiyon, uyum kadar farklılıkların
da, çelişki ve çatışmaların da varlığını peşinen meşru kabul eden bir koleksiyon.
Bu seçimler sözünü
ettiğiniz denetim işlevini yerine getirebilecek mi?
Kuşkuluyum, çünkü bu seçimler yerel yönetimlerin başarı ve
başarısızlık oranlarını ölçmek için büyük bir fırsat olduğu halde, ülkenin
içine gömüldüğü ağır siyasal kutuplaşma ve şiddetli retorik nedeniyle âdeta
genel bir referandum niteliği kazanmış bulunuyor. Doğrudürüst kimse alternatif
bir mekan tasavvuruna, daha çağdaş, daha yaşanabilir, daha insanca bir şehir
idealine işaret bile etmiyor.
Niçin?
Belediye seçimleri öncesinde halkın “devlet ve vatan elden
gidiyor” türünden klişeler dinlemek yerine daha inandırıcı tekliflerle, hiç
değilse daha köklü eleştirilerle karşılaşması gerekirdi. Sanırım bu sert kutuplaşma, iki tarafın da,
iktidarın da, muhalefetin de işine geliyor olmalı.
“Bir
zamanlar Hak yanımızdaydı devlet-servet karşımızda, şimdiyse devlet-servet
yanımızda ama Hak karşımızda.” Ne demek istediniz? Hak kimin karşısında ve
neden?
Hayal kırıklıklarına aşina bir ülkenin çocuklarıyız biz. Genç
yaşlarımdan itibaren anlamaya, özümsemeye çalıştığım değerler dünyasının bir
tek eksiğinin olduğuna, yani devlet düzeyinde temsili zorunlu bir irade ve
kudretten mahrum bulunduğuna inandığımdan, bu inancı taşıyan birçok yaşıtımın
çok yakından tanıklık ettiği bir hayal kırıklığını, bir inkisarı dile getirmek
istemiştim sadece. İrfan mektebinin en temel yasasıdır: buğday isteyenlere
buğday, himmet isteyenlere himmet verilir, belki buğdayı ele geçirdik, lâkin görünen
o ki himmeti çoktan yitirmiş bulunuyoruz.
Cumhuriyet
dindarlığını sadece cami’nin şekillendirdiğini ve bunun neş’eden ve hüzünden
uzak bir dindarlık olduğunu yazmıştınız. 11 yıllık AK Parti dönemi
hayalinizdeki ‘dindarlık’ ile bir bağ kurabildi mi?
Hayalden
çok umuttu benimkisi. Keşke kurabilseydi, belki başlarda dener gibi oldu ama beceremedi,
elinden gelmedi, çünkü iktidarın insan malzemesi umumiyetle zaten caminin
şekillendirdiği dindarlığın ürünü. Tekke irfanından çok uzakta, sadece siyasal
duyarlılıklarıyla kendini tanımlayan, mağduriyet duygusuyla yüklü kitlelerin
heyecanından beslenen bir dindarlık biçimi bu! İktidar gücüne duyulan özlem,
kamu yaşamının dışına itilen değerler dünyasının asırlar boyunca camilerden çok
tekkelerde temsil olunduğunu unutturduğu içindir ki nezaket ve zarafetten
mahrum. Bu yüzden belki dindarlara sahiplenmeyi kendilerine bir vazife bildiler
ve fakat insanı, her sıfatıyla insanı kucaklamakta yetersiz kaldılar.
Cami ile tekke arasında ne fark
var?
Camiye
‘öteki’ giremez, ama tekkeye girer, tıpkı partilerde olduğu gibi camilerde de gürültü
yasaktır, safları bozamazsın, düzeni sarsamazsın, bütün kadar parçaya önem
veremezsin, komutla yatar komutla kalkarsın, ama tekkede gürültü demek harmoni
demektir, farklılık zenginliktir, sıradışılık bir hastalık olarak görülmez,
aksine birkaç ismin değil sonsuz sayıda esmanın tecellisi olarak hürmete
şâyandır.
Niçin?
Korku büzer
ve daraltır çünkü, sevgi ise çoğaltır ve çeşitlendirir, bu nedenle caminin temelinde
korku ve birlik, tekkenin temelinde sevgi ve çokluk yer alır. Camide kudret, ciddiyet
ve kat’iyet vardır, insan gönlünün simgesi olan tekkede ise tevazu, hüzün ve
neş’e!
AK Parti ile filizlenen İslami
kapitalizmi nasıl değerlendiriyorsunuz?
“İslamî
kapitalizm” tabirini şahsen doğru bulmuyorum, sermayenin de, sermayeciliğin de
dini olmaz çünkü. Dindarların modern yaşama katılımları oranında sermaye
dünyasının içine girmeleri kaçınılmaz, bu nedenle çağdaş koşullar dolayımında
üretim kadar ticareti de öğrenmeleri ve tabiatıyla zenginleşmeleri zorunlu. Bu
süreç de AK Parti’den çok önce başladı, faizsiz
bankacılık masalıyla gelişti. AK Parti’ye yakın çevrelerce icra edilen
finans bankacılığı şöyle dursun, Cemaat’in de bir bankası olduğu unutulmamalı. Sözün
özü, sermaye birikimini yönlendiren ilkeler dinî veya ahlakî kurallar değil,
modern ekonominin, yani kapitalizmin yasalarıdır.
Birikim tamam, ama sermayenin
dağılımı meselesi de var tabii...
Sermayenin
birikimi kadar dağılımı da bir ülkenin çağdaşlığının göstergesidir, bu da
takdir edersiniz ki sadece istemekle olmaz, etkin önlemler de almak gerek.
Kapitalist sistem buna imkan
verir mi?
Asla!
Çünkü kapitalizm insanın özü gereği bencil olduğunu, yani sattığını en pahalıya
satmak, aldığını en ucuza almak istediğini, bunun da akla uygun olduğunu
söyler. İnsanı yarar-zarar ilkesine dayanan akılcı ve pragmatik bir varoluşa
indirgeyen bu kavrama biçimi, en temelde haz-acı ilkesine kadar geri
götürebileceğimiz fedakarlık duygusunu görmezlikten gelir, oysa insanın özü bizatihi
arzudur ve arzu da rasyonel değil, her duygu gibi irrasyoneldir.
Bu durumda dindarlığın işi zor...
Çağdaş
dindarlığın temel açmazı da burada başlıyor zaten, siyasal gerekçeler nedeniyle
sermayeciliği özümserken, irade ve iktidar özlemiyle bu zihniyetin insan
tasavvurunu içselleştirdiğini farketmiyor bile. En azından yaklaşık birbuçuk
asırdır süreç böyle. Bütün yapılan ya ayet ve hadisler eşliğinde bu mekanizmayı
bilinçsizce içselleştirmek, ya da yine aynı gerekçelerle bu mekanizmanın yol
açtığı sorunlardan şikayetle feodal üretim tarzının ürettiği ahlakın (yani
ethos’un, alışkanlıkların) edebiyatını yapmak. Her iki halde de eksik olan şey
aynıdır: olup bitenin ciddiyetini kavrayamamak.
Yapılması gereken nedir?
Modernitenin
dindarların zihninde oluşturduğu çift-değerliliğin (ambivalence) sağlıklı bir biçimde çözümlenmesi
gerektiğini düşünüyorum. Örneğin vergi ve zekat ikilemi. Vergi vermemek suç,
zekat vermemek ise günah. Dindar bilinç, hakkını verip vermemesi bir yana, son
tahlilde dinî buyruk ve yasaklara duyarlı davranmayı seçerken, duyarlılığı
dışında kalan yasal konularda kendisini daha özgür hissediyor. Keza çokevlilik de
yasal olarak suç ve fakat dinen caiz. Belediye nikahı ile dinî nikah arasındaki
karşıtlığı da örnek olarak verebiliriz. Bu durumda dindar bilinç ‘caiz’in
kendisine sağladığı özgürlüğe yaslanarak yaşamını düzenlemekten kaçınmıyor.
Caiz ise sorun nedir?
Caizin
karnı geniştir çünkü, ve İslam hukuk tarihinden öğrendiğimiz kadarıyla
fevkalade istismara müsaittir, dolayısıyla çağdaş dindarlığın toplumsal yaşamla
ilişkilerinin sıhhat kazanması için günah-suç veya kanun-yasa karşıtlığı olarak
özetlediğim bu çift-değerlilik sorunu ihmal edilmemeli, aksi takdirde bugünkü
yolsuzluk iddialarının kendisinden beklenen toplumsal ve siyasal sonuçları nasıl
olup da ortaya çıkarmadığı sorusu yanıtlanamaz.
Peki bu yolsuzluk meselesi
hakkında siz ne diyorsunuz?
İşaret etmeye
çalıştığım gibi, bu ideolojik çift-değerlilik toplumsal çelişkileri aklamanın en
etkin yolu. Bu durumda vicdanlar kararsız kaldığı sürece siyaset hükmünü icra
edecek ve bu kararsızlıktan sonuna kadar yararlanmaya çalışacaktır.
Nasıl?
Zekasıyla
aklı, çıkarlarıyla vicdanı arasında kalan her insan kısa vadede zekasına ve
çıkarlarına tabi olur, ancak uzun vadede aklının ve vicdanının sesine kulak
vermeyi başarabilir, çünkü öncelikle korku yerine güveni tercih eder.
Sizin kişisel seçiminiz?
İtiraf
etmeliyim ki çıkarlarım uğruna akıl ve vicdanımı bastıracak o kudretten mahrum
bir halde yaşadım. Kimseyi kınamıyorum, hakikatin yolu tek kişiliktir.
Bir AK Parti milletvekili “günah
işleme özgürlüğü”nden söz etti, ne diyorsunuz?
Daha
önce yaptığım bir açıklamayı tekrarlayabilirim: vicdan sahiplerinin günah
işleme özgürlüğü yoktur, Cenab-ı Hak bu özgürlüğü sadece vicdansızlara
vermiştir.
Bir tek adam kutsanması mı
yaşanıyor? Diken internet sitesindeki söyleşide psikiyatr Cemil Dindar Başbakan’ın
ara sıra kullandığı hologram uygulaması için “mirac” benzetmesi yaptı. Düzce
milletvekili Fevzi Arslan, Erdoğan hakkında “Allah’ın bütün vasıflarını
toplamış bir lider” dedi. Bunları nasıl görüyorsunuz?
Lidere
tapınma zaafı, paternal toplumların en belirgin semptomu. Yaşadıkları
çelişkilerin bir anda ve ancak mucizevî hamlelerle çözülebileceğine inanan
kitleler ister istemez bu mucizeleri gösterecek bir kahraman arayışına girerler
ve daima güçlü bir liderin bir mesih veya mehdi gibi elindeki âsayla denizi
yarıp bir çırpıda onları tüm çelişkilerden kurtarmasını beklerler.
Peki sonra?
Demokrasi
geliştikçe otoriteryen girişimler toplumda daha da yaygın bir rahatsızlığa yol
açar. Aslında bir bakıma bu ülkenin insanları da aynı süreçten geçiyorlar.
Sadece bu ülkenin insanları mı?
Giambattista Vico kadîm Mısırlıların üç çağ ayırdettiklerini söyler:
Tanrılar Çağı, Kahramanlar Çağı, İnsanlar Çağı. Bir baba arayışı ilk iki çağa
özgü kavrama biçiminin sonucu. Bu kavrayışla malul zihinlerin toplumsal ve
siyasal sorunları darbelerle veya devrimlerle ya da ebedî iktidar özlemiyle
çözme arzusu kısa bir sürede patolojik bir mekanizmaya dönüşür ve ister istemez
siyasetçilerin toplumsal olguları kesintisiz bir süreç suretinde algılamalarını
engeller.
Örneğin?
Örneğin
Suriye politikasındaki başarısızlıkları pekala böylesi bir körlüğün zorunlu
sonucu olarak açıklayabiliriz. Uluslararası hesaplaşmaların da etkisiyle Suriye
ve Mısır’da olup bitenler, iktidar tarafından bir hamlede elde edilecek
maliyetsiz ve kolay bir zafer gibi görülmek yerine, ancak uzun ve rasyonel süreçler
içerisinde üstesinden gelinebilecek derin bir kriz olarak analiz edilebilseydi
şayet, her şey çok daha farklı olabilir, hiç değilse Türkiye soğukkanlı ve
akılcı bir diplomasi dilinin kendisine sağlayabileceği itibardan ustalıkla yararlanabilirdi.
Olmadı, becerilemedi, çünkü kahramanların, varlığından bile nefret ettikleri en
korkutucu seçenek bizatihi sürecin kendisidir.
Neden?
Kahramanlar
acilcidirler de ondan, siyasal ve toplumsal hamlelerin zamanını beklemeyi, daha
doğru bir deyişle rasyonel bir hamleler zincirine ihtiyaç duymayı zül
addederler, çünkü her şeyden önce bu ihtiyaç kahramanlığın doğasına aykırıdır. Süreç
demek gecikmek demektir, o nedenle mucizeler istenildiği anda, hemen, şimdi,
burada gösterilmelidir.
Siyaset bir sonuç alma sanatı
değil midir?
Elbette,
tıb yerine büyü’nün, kimya yerine simya’nın, astronomi yerine astroloji’nin, aritmetik
yerine numeroloji’nin göz kamaştırıcı seçenekler olarak görüldüğü çağlarda
siyasetçiler toplumsal ve askerî konularda hemen sonuç alma arzusuyla yanıp
tutuşurlar, oysa tarihsel deneyimlerin defalarca kanıtladığı üzere politikanın,
özellikle dış politikanın en az tahammül edebildiği şey cüretkarlıktır, çünkü
kolay zaferler hevesi tarih boyunca daima hüsranla sonuçlanmıştır.
Belki şansları yaver gider, olamaz
mı?
Meşhur
hikayedir, bir gün kurmayları kendisine birikimli bir subaydan söz ettiklerinde
Napoleon hemen, “birikimi filan boş verin, talihi var mı, talihi?” diye sorar.
Kahramanlar sadece mucizelere değil, talihe de güvenirler çünkü.
Talih sorunlu bir sözcük gibi
duruyor burada?
Haklısınız,
nitekim savaşlarda zafer ve galibiyetin talih ve tesadüf kabilinden bir şey
olduğunu belirten İbn Haldun, gizli ve kapalı nedenlerle hasıl olan şeylere talih denildiğini söyler ve savaşların, görünür
maddi nedenlerin aksine ilk bakışta dışarıdan kavranılaması güç, ince taktik ve
stratejilerle kazanıldığına, bu arka-plan bilgisinden mahrum olanların ise olup
bitenleri talih ve tesadüfün eseri saydıklarına açıkça işaret eder.
Talihe inanmıyor musunuz?
Mucizelere
veya talihe bilinçsizce yatırım yapmak, bizi en azından süreklilik ve
kalıcılığın gereği olan nedensellik bağıntılarını gözardı etmiş olmaya
sürükleyecektir. Burada vizyon eksikliğinden kaynaklanan bedel, başarı olanağının
yokluğu olmayıp aksine bu olanağın süreklilik ve kalıcılıktan mahrum olması,
dolayısıyla siyaseti ve siyasetçiyi rasyonel öngörülerden uzaklaştırmasıdır.
Cemaat ile AK Parti arasındaki çatışmayı
nasıl değerlendiriyorsunuz?
Öncelikle
İslam tarihinin örnek alınabilecek vasıfta görülen beş raşid halifesinden
dördünün siyaseten katledildiğini hatırlatmak ve müslümanlar arasındaki ilk
ciddi ihtilafların neredeyse tümünün siyasal nitelikte olduğuna dikkatinizi
çekmek isterim.
Bunun anlamı nedir?
Tarihsel
tecrübeler, toplumsal ve siyasal çıkarları çatıştığında, ortak dinî değerlerden
hareket etseler bile tarafların birbirlerine karşı şiddetli ve acımasız bir
retorik kullanmaktan asla kaçınmadıklarını ve kaçınmayacaklarını gösteriyor.
Basiretin eşlik etmediği kesin inançlılık her devirde siyasî manipülasyonlar
için elverişlilik arzeder.
Tarih tekerrür mü ediyor?
Eskimemek
hakikate özgü bir ayrıcalık. İnsan hep aynı insan, hırs ve ihtirasları da öyle.
Bu nedenle olup bitenleri hüzünle, ibretle, hatta teessüfle seyrediyorum. Her
iki taraf da hakkın huzurunda ve toplumun önünde fütursuzca mızraklarının ucuna
Kur’an sayfalarını iliştirmek gibi yollara tevessül etmemeli, hiç değilse kamu
vicdanını böylesine derin biçimde yaralamaktan kaçınma basiretini gösterebilmeliydiler.
Onlar savaşıyor, bizim yüzümüz kızarıyor.
Bu kavgada kendinizi bir tarafa
daha yakın hissediyor musunuz?
Ben cemaatlerin
değil cemiyetin, hükümetlerin değil devletin, toplum ve devlet karşısında ise
bireyin yanındayım, yani insanın, ama hep insanın yanında. Kartacalı şair Terentius gibi diyecek olursam, öncelikle “insanım
ben, insana ait hiçbir şey bana yabancı değil!”
AK Parti’nin kalkınma vizyonuna
damga vurmuş inşaat şehvetini kültürel ve estetik anlamda nasıl okuyorsunuz?
Çaresizlik
diyemem, asıl neden tek kelimeyle yetersizlik. Sözgelimi şu TOKİ rezaleti, hiç
tereddüt etmeden söyleyebilirim ki tüm icraatı öteki’ni hesaba katma
alışkanlığı olmayan, çevreden merkeze, dışarıdan içeriye, sen’den ben’e doğru
hareket etmek bilincinden yoksun bir hoyratlığın mahsulü. Dünyadaki bütün
kalkınmacı sağ doktrinlerin zaaflarına sahipler ne yazık ki.
Bu bir hata mı?
Yaptıkları
basitçe birer hata olarak adlandırılamaz, aksine bu yapılanlar tamıtamına birer
telafi edilemez hata, ne kefareti var, ne de tevbesi, çünkü ülkenin sadece
geçmişi ve bugünü değil, geleceği de heba ediliyor, hem de ne uğruna, planlanmamış
bir kalkınma, hesabı verilmemiş bir ilerleme uğruna. Sermaye açlığıyla
birleşmiş bir büyüklük, tam anlamıyla bir yücelik ideolojisi, abidevi olana düşkünlük,
önüne geçilmesi imkansız gibi görünen bir monumentalizm çılgınlığı.
Bu durumda olan şehirlere
oluyor.
Hem de
nasıl. Şehirlerimizin hepsi birbirine benziyor artık, oran orantı duygusundan
eser kalmamışcasına hep aynı çirkin caddeler, hep aynı çirkin binalar. Yerel
yapı arşivlerine hürmet edilmediği gibi her bölgeye standart yapı teknikleri ve
malzemesi uygulanıyor, sanki ülkenin üzerine gökten beton kütleleri yağıyor ve telafi
edilemez biçimde şehirlerimiz demir-çimento çöplüğü haline geliyor.
Çözüm?
Çözüm,
insan yaşamının farklı ve aykırı, küçük ve zarif, narin ve nazik yönlerini
güçlendirecek bir duyarlılığın oluşması. Schelling
mimari’yi erstarrte Musik (taşlaşmış musiki) olarak tanımlamıştı,
ne yazık ki bizim mimarimiz için yapılacak tek tanım var: betonlaşmış gürültü.
Bu beton gürültüsünü yaratan nedir?
Nedeni
çok basit aslında. İrade ve kudrete, ki mutlak anlamda tanrılığın biricik
vasıflarıdır, yanısıra şefkat ve rahmet sıfatlarının eşlik etmemesi. Bu
çirkinliğin başlıca nedeni, siyasal hedeflere kitlenmekten yetkinliğin ilk
koşulu olan iç ve dış güzellik (hüsn ü cemal) duygusunu geliştirmeye fırsat
bulamamış kadroların bu türden meseleleri önemseyecek bir kavrayıştan uzak oluşları.
Vay halimize!
Ne
yazık ki hakikat böyle, bilge mimar
diye tanınan rahmetli Turgut Cansever’in çığlığı başka bir nedenden dolayı
değil, sırf bu yüzden duyulmamış, kendisi yıllar önce sayın Başbakan’dan (Belediye
Başkanlığı döneminde) bir randevu almayı bile başaramamıştı.
Peki sizin çığlıklarınız duyuldu
mu?
Maalesef
benim çığlıklarımın da işitildiğini, işitilse bile anlaşıldığını sanmıyorum. İrade
ve kudretin çaresiz kaldığı tek sahadır estetik, eskilerin tabiriyle bediiyat, parayla da, buyrukla da
olmuyor, zamanın öğreticiliği altında bilgiden çok sezgi, klişeleri tekrarlamaktan
ziyade sabır ve hoşgörü gerekiyor, hepsinden önemlisi her devirde yöneticilerin
hüsn ü cemale iştiyakını olmazsa olmaz bir şart olarak sînesinde saklıyor.
Sizce bu toplumda laiklerle
muhafazakarlar arasındaki en büyük duvarlar hangileri?
En kalın
perdeler insanların kendi vicdanlarının üzerine örttükleri perdelerdir, hemen
ardından siyasetin yukarıdan aşağıya telkin ve talim ettiği perde suretindeki
özsüz ve içeriksiz önyargı duvarları gelir, sonra da elde var bir kabul edilen
o sözde açıklık ve kesinlik daha ilk adımda karartmaya dönüşür, vicdan öyle
baskılanır ki kımıldamaya dahi mecali olmaz, öteki bir çırpıda yabancılaşır, düşmanlaşır,
farklı olan, karşıt olan yok edilmesi gereken birer yaratık, mide bulandırıcı
birer böcek gibi görünür ve çıkan hengâmede mazlumların çığlığını duyan olmaz.
Bu bir yazgı mı?
Türkiye’nin
tarihi, ne yazık ki biraz da işitilmeyen çığlıkların tarihidir. Hınçtan beslenmek
zayıflık olduğu halde insanoğlu nefsin azmanlaşmasına izin verip bugün onlar,
yarın biz der durur. Öncelikle bu kalın perdeler kaldırılmalı, o muhkem önyargı
duvarları yıkılmalı.
Nasıl?
Elbette
yıkılabilir, yıkabiliriz, sert kutuplaşmaları bu ülkenin değişmez yazgısı
olmaktan çıkarabiliriz, yeter ki her şeye rağmen olumsuz deneyimler kadar
aydınlık umutlardan yola çıkalım, yeter ki insana, insanımıza, bu toprakların
rüşdünü isbat etmiş irfanına güvenelim, belki o zaman ayağımızı bastığımız bu
zemin, önyargı duvarlarının yıkıldığı ve birbirlerinin farklılıklarına hürmet
etmeyi öğrenmiş insanların yaşadığı bir ülkeye dönüşebilir.
Bu bağlamda dindarlar ile sol
ittifak kurabilir mi önümüzdeki dönemde?
Felsefe
geleneğimizde ittifak sözcüğü
rastlantı anlamında kullanılır ve rastlantılar da istem ile zorunluluğun
çarpışmasından doğan olgular olarak tanımlanır. Bu anlamıyla ittifaklara
güvenilemez, çünkü geçicilik ve aldatıcılıkla maluldürler. Nitekim AK Parti ile
Cemaat arasındaki ittifakın sonuçlarını hep birlikte yaşıyoruz. Oysa hikmet’in,
Hegel’in dediği gibi, tarihten raslantısal olanı uzaklaştırmaktan başka bir
amacı yoktur, bu nedenle ülkenin ittifaklardan daha soylu, daha kalıcı çabalara
gereksinimi olduğunu düşünüyorum, dolayısıyla gerçekleşse bile dindarlar ile sol
arasındaki bir ittifakın ister istemez diğerleriyle aynı yazgıya yenik
düşeceğine inanıyorum.
İttifak denilmese bile başka
imkanlar yok mu?
İttifak
olarak adlandırmasak bile ciddiye alınabilecek yakınlaşmaların gerçekleşeceğini
söyleyebilirim. Nitekim küçük ölçeklerde de olsa ortak duyarlılıkların daha
şimdiden karşıt grupları birbirlerine karşı müsamahaya zorladığını ve umut
verici yakınlaşmalara yol açtığını gözlemlemek mümkün. Halihazırdaki kutuplaşma
siyasal bakımdan kısa vadede tarafların işine geliyor gibi görünse de son
tahlilde fevkalade yorucu ve kıyıcıdır, bu nedenle de çözülmeye mahkumdur.
Kaos gibi çelişkileri de
olumluyorsunuz.
Çelişkilerin
yaratıcılığına inanmak zorundayız, çünkü kalıcı çözümler çelişkilerin dışından
değil, bilakis içinden çıkar. Asıl yapılması gereken, kutuplaşmanın dışında
gelişen doğal yakınlaşmaları güçlendirecek düşünce ve kavrayışlar aracılığıyla
diyalog kapılarını açık tutacak bir siyasal kültür oluşturmaktır.
Bu durumda katedecek çok yol
var.
Elbette,
ne ki karşıtlarını yok edemeyeceklerini bilen akl-ı selim sahipleri ancak
karşıtlarıyla varolabileceklerini de pekala bilirler. Sufiler cem'ü'l-ezdâd olarak adlandırırlar bu
ilkeyi, Latinlerse coincidentia
oppositorum, yani çoklukta birliği, birlikte çokluğu görmek! Kınamalara aldırmamalı bu yüzden, acilci
çözümlere iltifat etmeyip ısrarla kalıcı ilişkileri tesis etmenin yollarını
aramalı ki bu da hiç kuşkusuz siyasetçiler kadar aydınların da görevi.
Kaynak: http://www.hurriyet.com.tr/pazar/26016382.asp
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder