26 Mayıs-6 Haziran 2000
Yakın tarihimizin
tanınmış simâlarından. Muammer bir zât, uzun süre yaşamış, onlarca kitap,
yüzlerce makale yazmış. Dârulfünun hocalarından; eğitimci, sanatçı, siyasetçi,
reformcu.
1928 Dini Islahât Beyannamesi onun kaleminin mahsulü. Kur’an adlı bir Kur’an çevirisi de var.
Beyannamesi, yayımlandığı devirde değilse bile çok sonraları büyük gürültüler
çıkarmış, Cumhuriyet inkilâblarının ne denli radikal amaçlar taşıdıkları
konusunda en etkileyici örneklerden birini teşkil etmiştir.
Camilerin kiliseye dönüştürülmesi anlamına
gelen bir dizi reform teklifini içeren bu meşhur beyannamenin hikâyesiyle uzun
süre meşgul oldum, hatta hem beyannâme’nin müsveddesi olan 15 Mayıs 1928
tarihli Millî Mecmua anketini, hem 19 Haziran 1928 tarihli Beyanname
metnini, hem de bu metnin tek başına Baltacıoğlu’nun kaleminden çıktığını kesin
olarak ispatlayan 11 Haziran 1928 tarihli Ruznâme-i
Müzakerâtı Lâtin harflerine çevirerek yayımladım.
Bu belgeleri ortaya koymak ve bu konudaki
literatürü derleyip değerlendirmek, aynı istikamete yönelmiş olduğundan kuşku
duyulmayan siyasî merkez’in bu beyanname’ye niçin iltifat etmediğini,
gazetelerde yayımlandığı halde birdenbire neden basının derin bir sükûta
gömüldüğünü açıklamak için yeterli olmuyor, olamıyordu. Yıllarca hemen herkesin
Darülfünûn İlahiyat Fakültesi müderrislerinin kaleminden çıktığını zannettiği,
hatta bu eksik ve yanlış bilgilerden hareketle müderrislerin tümünü suçladığı
bu beyannamenin, Baltacıoğlu’nun şahsına mahsus bir teşebbüsün ürünü olduğunun
ispatlanması kâfi gelmemişti.
Ben, bu şahsî teşebbüsün, siyasî merkez
tarafından, Baltacıoğlu’nun kendi başına kalkıştığı bir işgüzarlık olarak algılandığını düşünmüş ve iltifat görmeyişini de bu şekilde
açıklamıştım. Fakat yine de hikâye eksikti. Camileri kiliseye benzetme
teşebbüsünün siyasî arkaplanı karanlıktı. Resmî kayıtlara ulaşmak zor, hatta
neredeyse imkânsız gibi göründüğünden, geriye bakılması gereken tek yer
kalıyordu ki o da Baltacıoğlu’nun hatıralarıydı. Çünkü hatıralarında bu konuya
yer vermesi halinde, beyannamenin siyasî arkaplanını açıklamak kolaylaşacak, en
azından siyasî merkez’in tavrını aydınlatmak için bazı ipuçlarına ulaşılmış
olacaktı.
Baltacıoğlu’nun hatıratının Yeni Adam
dergisinde yayımlanan tefrikasını baştan sona tarayan değerli bir dostumun,
teşebbüsünün boşa çıkışını —biraz da üzüntüyle— haber verdiği günü tıpkı bugün
gibi hatırlıyorum. Canı çok sıkkındı. Derken, Baltacıoğlu’nun büyük oğlunun
(Tuna Baltacıoğlu) Yeni Adam Günleri (İstanbul, 1998) adlı hatıratı
yayımlandı. Kitap ikimizi de heyecanlandırmış, fakat bu kitapta da sadra şifa
hiçbir şey bulamamıştık.
Sonra, dostum, birgün, Baltacıoğlu’nun küçük
oğlunun (Ali Baltacıoğlu) Yeni Adam’daki tefrikayı Hayatım (İstanbul,
1998) adıyla kitaplaştırdığını haber verdi. Çehresi yine keyifsizdi, zira orada
da bilinenlerin dışında işe yarar bir bilgi yoktu.
Geçen gün Enderun’a uğradığımda, kitabevinin
sahibi İsmail ağabey, bir dergide bir yazı okuduğunu ve yazıda şahsıma atıflar
bulunduğunu söyledi. Dergiyi elime aldığımda, bir de ne göreyim, yıllardır
peşinde olduğumuz ve fakat bir türlü bulamadığımız o kayıp parça
karşımda duruyor. Baltacıoğlu, hem beyannamenin (1928), hem de Kur’an
çevirisinin (1956) arkaplanına ilişkin açıklamalarıyla perdeyi çoktan
aralamıştı.
Akşamı zor ettim ve dostumu aradım.
Evde yoktu. Ben de ailesine temkinli bir not bıraktım. Öyle ya tam da
heyecanla kendisine müjde verecekken, senin daha yeni mi haberin oluyor,
diyen o her zamanki mütebessim ifadesiyle karşılaşabilirdim.
Telefonum çaldığında, galiba bir
hatırat filan görmüşsün, önemli mi bari, şeklindeki merakını gizlemeye çalışan
ses tonunu alır almaz, olup bitenleri anlattım ve biraz da zevkle (yavaş yavaş)
kendisine derginin künyesini söyledim. O kadar heyecanlanmıştı ki yazıda işaret
ettiğim noksanlara aldırmadı bile.
Önemli değil, başka ne yazıyor, diye
sorup durdu. Sanırım sabahı zor etmiştir, çünkü kendisine, siyasî merkez’in o
günlerde yakalanan bir İngiliz ajanıyla beyanname’nin neşri arasında bir
ilişkinin olabileceği varsayımından hareketle Baltacıoğlu’na karşı tavır
aldığını bildirmeyi de ihmal etmemiştim.
Hakikaten hatıratlar hatır
dinlemiyorlardı.
Devrimlerin bilimsel yöntemi ve süreci nedir?
Devrimciler için hangi yöntem doğal ve daha olağandır:
Kamuoyunu aydınlattıktan sonra oldu-bittileri hayata geçirmek mi, yoksa oldu-bittileri hayata geçirip sonra kamuoyunu aydınlatmak mı?
Bir an için durdum; âdeta sarsılmıştım. Fakat birden kendimi toparlayıp, duraksamaksızın cevabı vermiştim:
Bu sürecin şaheseri bizim devrim tarihimizde vardır. Önce oldu-bittileri hayata geçirmek, sonra kamuoyunu aydınlatmak biçiminde oluşan devrim süreci, şu ana kadar hiç yanılmış değildir ki bir başkasının denenmesi sözkonusu olsun. Devrimlerimizin uyguladığı bu süreç ve yöntem, etkin ve hatasızdır.
Gazi Mustafa Kemal tarafından sorulan
yukarıdaki suale cevap veren kişi, Cumhuriyet’in ilk Dârülfünûn Emini
(Üniversite Rektörü) Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu’dur (1886-1978).
1933 Üniversite Reformu sırasında atılanlardan
biri de Baltacıoğlu’dur. Dirençli biridir ve bu nedenle talihine küsmemiş,
1934’de —çok uzun süre yayımlanacak olan— Yeni Adam adlı bir dergi
çıkarmaya başlayarak geçimini temin etmeye çalışmıştır. 1941’de Üniversite’ye
dönmüş, 1943’ten 1950’ye kadar iki dönem CHP milletvekili olarak Meclis’te
bulunmuştur. TDK’da Terim Kolu Başkanlığı da yapan Baltacıoğlu’nun Cumhuriyet
tarihinde din-siyaset ilişkileri bakımından dikkati çeken iki önemli teşebbüsü
vardır.
İlki 1928’de Darülfünun İlahiyat Fakültesi
Müderrisler Meclisi’ne sunulan dinî reform hakkındaki raporu, diğeri de 1957’de yayımlanan Kur’an çevirisi.
Ne ilginç değil mi, Baltacıoğlu’nun Das
Kapitalin ilk Türkçe çevirisini "Yeni Adam"ın eki olarak dağıtmış olduğu pek
hatırlanmaz.
Baltacıoğlu’nun "Yeni Adam"da tefrika edilen Hayatım
adlı hatıratı oğlu Ali Y. Baltacıoğlu tarafından —ne yazık ki orijinal dili
bozulmuş ve okumayı zorlaştırıcı bir biçimde hazırlanmış olarak— yayımlandı.
Bir diğer oğlu Tuna Baltacıoğlu’nun, yine
babasını ve "Yeni Adam"ı merkeze alan hatıraları da Yeni Adam Günleri
adıyla günyüzüne çıktı. Her iki kitabın basım tarihi de Ekim 1998’dir
(İstanbul).
Bu kitaplarda Baltacıoğlu’nun sözkonusu iki
teşebbüsü hakkında hiçbir bilgi bulunmamaktaysa da Haldun Özen’in Kebikeç
dergisinin son sayısında yayımladığı yazıda —yakın tarihle, bilhassa
din-siyaset ilişkilerinin geçmişiyle ilgilenenler açısından— fevkalâde kıymetli
bilgiler yer almaktadır. ( Baltacıoğlu’nun “Hayatım” Adlı Tefrikası Hakkında Ek Bilgiler, yıl. 5, sy. 9, s. 5-33, 2000)
Baltacıoğlu’nun kaleminden şu ünlü 1928 Dini
Islah Beyannamesi’nin ilk şeklinin nasıl ortaya ortaya çıktığını öğrenmek
istemez misiniz?
Günün birinde [Millî Mecmua’nın sahibi] Mesih Bey, derginin kalkınması, satışının artması için ne yapmalıyız konusunu ortaya attı. Herkes düşündüğünü söylüyordu. Ben de söyledim:
“Dinî reforma meselesini ortaya atmalıyız” dedim.
Millî Mecmua’da yayımlandıktan kısa bir süre
sonra bu metnin İlahiyat Fakültesi Müderrisler Meclisi’nin gündemine gelmesinin
sebebi de ilginçtir:
Aradan az bir zaman geçmişti. İlahiyat Fakültesi’nde toplantı vardı. Oraya gitmiştim. (...) İlahiyat profesörleri Fakülte’nin kapatılması ihtimalini düşünerek üzülüyorlardı. Bu durumu gören [Fuad] Köprülü şu sözleri söyledi:
"Siz bu Fakülte’nin yaşamasını istiyorsanız, dinî reforma hakkında rapor hazırlayın. Hükümet sizden bunu bekliyor” dedi. Bu sözler beni sevindirdi. “Zamanında anketi açmışız” diye düşündüm. Raporu hazırlayıp Fakülte’ye verdim.
Şahsen, uzun süre ikna edici bir açıklamasını
bulamadığım en önemli sual şuydu:
Niçin siyasî merkez, zâhiren desteklemesi
gerekirken bu teşebbüsü alelacele susturmayı tercih etmişti?
Baltacıoğlu’nun hatıralarının ekinde bu sualin
cevabını da buluyoruz:
Hindistan’daki İslâm Cemiyeti’nin Başkanı İstanbul’a geliyor. Dr. Abdullah Cevdet ile Cağaloğlu’ndaki İctihad Evi’nde buluşuyorlar. Dinî reforma konusu üzerine konuşuyorlar. Bu görüşme gazetelere aksediyor. Onların reforma konusu ile bizim reforma konusu birbirine benziyor. Yapılan incelemede bu Hindistanlı adamın İngiliz casusu olduğu anlaşılıyor. Tabii olarak şüphe altında kalıyorum.
Tarihçilik her halde böylesi oldu-bittilerin gerekçelerini
bulmak işinden ibaret. Hâdiseler önce oluyor ve bitiyor, sonra arkada saklı
sebepler ortaya çıkıyor.
Aristoteles'in dediği gibi, bir şeyi bilmek, o
şeyin sebeplerini bilmek demek, ise şayet, bugünkü oldu-bittilerin gerçek
sebepleri nasıl bilinebilir?
Elbette olup-biterken değil, olup bittikten
sonra.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder