İlim ve irfan mirasımızın içiçe geçmiş hâlde
bulunan üç büyük yorum hâlesi vardır:
Hikmet (Felsefe)
Kelâm (Teoloji)
Tasavvuf (Mistisizm)
Bu üç hâlenin mensupları, aralarındaki karşıtlıkları
bile ortak bir dil üzerinden ifade etmeyi başardıklarından ötürüdür ki Osmanlı
döneminde kemâline ermiş olan Hikmet, Kelâm ve Tasavvuf mirasını, aslâ
birbirinden bağımsız adacıklar şeklinde telâkki etmek suretiyle anlamak imkânı
yoktur. Çünkü bütün ağırlığıyla dil, düşünce ve varlık üzerine eğilen
düşünmenin tecrübeli ustaları, bu üç alanın üçünde birden (en azından diğer
ikisini dikkate alarak) gezinmişler, hatta çoğu, düşünürken ister istemez hep
bu üç dairenin kesiştiği ortak bir noktadan dünyaya bakmayı ve bu
bakışaçısından eşyayı anlayıp yorumlamayı düşünmenin doğası adına kaçınılmaz
bir zaruret addetmişlerdir.
Bu nedenledir ki bugün, düşünme’nin Osmanlı
tecrübesini kendine yuva edindiği dönemleri anlamak isteyenler için, İbn
Sina-Nâsıruddin Tusî çizgisinin felsefî yorumlarını,
Gazâlî-Fahreddin Râzî çizgisinin kelâmî yorumlarından ayırarak
anlamak nasıl mümkün değilse, İbn Arabî-Sadreddin Konevî çizgisinin tasavvufî
yorumlarını da ilk ikisinden bağımsız bir surette anlamak, kavramak imkânı pek yoktur.
Kısacası konu ve dil aynıdır, lâkin farklı
olan, bir tek zâviyedir. Meselâ klasik Psikoloji’nin (İlm’un-Nefs'in) veya
klasik Fizik ve Astronomi’nin (Tabiiyat ve Felekiyat’ın) terimlerini bilmeden
değil Hikmet, Kelâm ve Tasavvuf’a ait nazarî metinleri bi-hakkın anlamayı
ummak, divan şiirimizde, hat, tezhib ve minyatürlerimizde, musikî
eserlerimizde, mimarimizde saklı yüksek ve ince duyguların farkına varmak dahî
muhali taleb etmek kadar çocukçadır.
Tam da burada —konunun ehemmiyetine binaen—
küçük bir hatırlatma yapmak, sanırım meselenin nezaketini vurgulamak bakımından
faydadan hâli olmayacaktır.
Klasik siyaset literatürümüzün en önemli
terimlerinden birini idare sözcüğü
teşkil eder. Nitekim idare etmek (yönetmek) veya idare edilmek (yönetilmek)
tabirlerini bugün de Türkçemizde kullanıyoruz, hâlâ idareci anlamında müdür (=müdîr) diyor ve idarî işlerden sözediyoruz.
Bir düşünelim bakalım:
Niçin klasik siyaset nazariyelerine göre idare ve müdîr sözcükleri bu denli başat bir mevkiye yerleşmiş idi ve niçin günümüzde bu sözcükler, içleri boşal(tıl)mış bir hâlde yönetim ve yönetici sözcükleriyle yer değiştirmek zorunda kaldılar?
Siyaset, Hukuk, İktisad ve Ahlâk bilimleri,
bilindiği üzere hikmet-i ameliye’nin (pratik felsefenin) dallarıdır ve bu bilim
dalları, terimlerini, tâbi oldukları hikmet-i nazariye’nin (teorik felsefenin),
yani Fizik, Matematik ve Metafizik’in ışığında oluşturmaktan hiçbir surette
kaçınamazlar.
Bu bağlamda idare ve müdîr
sözcüklerinin devr, dâir, tedvir,
istidare sözcükleriyle alâkasını hatırlamak yeterli olacaktır sanıyoruz.
Niçin devlet dairesi veya devlet çarkı diyoruz?
Niçin devlet işlerini evirip çevirmekten sözediyoruz?
Devlet işlerini evirip çevirmek ile idare etmek niçin aynı anlama geliyor?
Bugün tam da aksine niçin devlet işlerini evirip çevirmek yerine yönetiyoruz?
Nazarî Felsefe’nin tabiiyat (klasik Fizik ve
Astronomi) bölümlerini ciddiye almayı akıl etmiş kimselerin bu soruların
cevaplarını vermekte zorlanmayacakları açıktır. Çünkü ayüstü-âlem’de gök
kürelerine nisbetle dairesel
hareket’in (hareket-i müstedire), ayaltı-âlem’de ise cisimlere nisbetle doğrusal hareket’in (hareket-i
müstakime) zorunlu olduğunu bilenler, bir zamanlar âdil bir müdîrin niçin
devlet işlerini devlet dairesinde idare ettiğini, buna karşın günümüzde bir
yöneticinin devlet işlerini idare etmeyip yönettiğini, hatta astlarını yöneltip
yönlendirmekle yetindiğini kolaylıkla açıklayabilirler.
Sadece bilim tarihimizin değil, siyaset
tarihimizin de en başat terimlerinden biri dairedir.
Çünkü daire bir küre kesitidir ve iki
boyutludur. Nitekim küre’nin hareket yönü de dairevîdir.
Küre —tıpkı aykırı doğru gibi— bir düzleme
bir noktadan değdiği için düzlemin içinde yer almaz. (Bir doğrunun bir düzlemin
içinde yer alabilmesi için en az iki noktadan o düzleme temas etmesi gerekir.)
Hal böyle olunca, küre, düzlem üzerinde bir noktada, durum kategorisinde ve ancak dairevî
olarak hareket eder: hareket-i vaz‘iye/hareket-i
müstedire.
Bu anlayışa göre, gök kürelerinin hareketinin
zeval bulmaması, hareketlerinin dairesel
olmasından, buna mukabil doğa cisimlerinin (ecsam-ı tabiiye'nin) oluş ve
bozuluş (kevn u fesad) içinde bulunmaları, hareketlerinin doğrusal olmasından nâşidir.
Şayet devlet, bu görüş açısından, siyaseten devlet-i ebed-müddet (sürekli) vasfını haiz olacaksa, devlet dairesi de olmalıydı.
Devlet
dairesi var ise, devletin bu dairede idare edilmesinden, idare edenin de müdîr (idareci) adını taşımasından daha
tabii ne olabilirdi? Bu durumda idare edemeyene müdîr denilmezdi!
İlahî âlemin (göğün) hareketi dairevî
idi ve bu yüzden sürekliydi. Süreklilik (beka ve kemâl) ise ancak
ilahî âlemin (gök kürelerinin) hareketlerine bağlı kalmakla sağlanabilirdi,
aksi takdirde fena ve zeval kaçınılmazdı. Gün geldi devran bozuldu, doğrusal hareket (hareket-i müstakime) fiziksel bir kavram olmaktan
çıktı, metafiziksel bir mahiyet kazandı. Siyasette istikamet (yön) vermek revaç
bulunca da yönetici ve yönetim sözcükleri yeni Fizik
anlayışının gereği olarak siyaset dünyasının içine giriverdi.
Ey Fuzûlî daima devran muhaliftir sana
Galiba erbab-ı istidadı devran istemez
Şairin işaretinden de haberdar olduğumuza göre
şimdi asıl sorumuzu sorabiliriz:
Tanrı (Tengri) sözcüğünün kök anlamının küre olduğu da nazar-ı itibara
alınırsa, kimlere idareci kimlere yönetici denir?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder