Sayfalar

TANRI veya KÜRE


7 Ağustos 2004


İlim ve irfan mirasımızın içiçe geçmiş hâlde bulunan üç büyük yorum hâlesi vardır:
Hikmet (Felsefe)
Kelâm (Teoloji)
Tasavvuf (Mistisizm)
Bu üç hâlenin mensupları, aralarındaki karşıtlıkları bile ortak bir dil üzerinden ifade etmeyi başardıklarından ötürüdür ki Osmanlı döneminde kemâline ermiş olan Hikmet, Kelâm ve Tasavvuf mirasını, aslâ birbirinden bağımsız adacıklar şeklinde telâkki etmek suretiyle anlamak imkânı yoktur. Çünkü bütün ağırlığıyla dil, düşünce ve varlık üzerine eğilen düşünmenin tecrübeli ustaları, bu üç alanın üçünde birden (en azından diğer ikisini dikkate alarak) gezinmişler, hatta çoğu, düşünürken ister istemez hep bu üç dairenin kesiştiği ortak bir noktadan dünyaya bakmayı ve bu bakışaçısından eşyayı anlayıp yorumlamayı düşünmenin doğası adına kaçınılmaz bir zaruret addetmişlerdir.

Bu nedenledir ki bugün, düşünme’nin Osmanlı tecrübesini kendine yuva edindiği dönemleri anlamak isteyenler için, İbn Sina-Nâsıruddin Tusî çizgisinin felsefî yorumlarını, Gazâlî-Fahreddin Râzî çizgisinin kelâmî yorumlarından ayırarak anlamak nasıl mümkün değilse, İbn Arabî-Sadreddin Konevî çizgisinin tasavvufî yorumlarını da ilk ikisinden bağımsız bir surette anlamak, kavramak imkânı pek yoktur.
Kısacası konu ve dil aynıdır, lâkin farklı olan, bir tek zâviyedir. Meselâ klasik Psikoloji’nin (İlm’un-Nefs'in) veya klasik Fizik ve Astronomi’nin (Tabiiyat ve Felekiyat’ın) terimlerini bilmeden değil Hikmet, Kelâm ve Tasavvuf’a ait nazarî metinleri bi-hakkın anlamayı ummak, divan şiirimizde, hat, tezhib ve minyatürlerimizde, musikî eserlerimizde, mimarimizde saklı yüksek ve ince duyguların farkına varmak dahî muhali taleb etmek kadar çocukçadır.
Tam da burada —konunun ehemmiyetine binaen— küçük bir hatırlatma yapmak, sanırım meselenin nezaketini vurgulamak bakımından faydadan hâli olmayacaktır.
Klasik siyaset literatürümüzün en önemli terimlerinden birini idare sözcüğü teşkil eder. Nitekim idare etmek (yönetmek) veya idare edilmek (yönetilmek) tabirlerini bugün de Türkçemizde kullanıyoruz, hâlâ idareci anlamında müdür (=müdîr) diyor ve idarî işlerden sözediyoruz.
Bir düşünelim bakalım:
Niçin klasik siyaset nazariyelerine göre idare ve müdîr sözcükleri bu denli başat bir mevkiye yerleşmiş idi ve niçin günümüzde bu sözcükler, içleri boşal(tıl)mış bir hâlde yönetim ve yönetici sözcükleriyle yer değiştirmek zorunda kaldılar?
Siyaset, Hukuk, İktisad ve Ahlâk bilimleri, bilindiği üzere hikmet-i ameliye’nin (pratik felsefenin) dallarıdır ve bu bilim dalları, terimlerini, tâbi oldukları hikmet-i nazariye’nin (teorik felsefenin), yani Fizik, Matematik ve Metafizik’in ışığında oluşturmaktan hiçbir surette kaçınamazlar.
Bu bağlamda idare ve müdîr sözcüklerinin devr, dâir, tedvir, istidare sözcükleriyle alâkasını hatırlamak yeterli olacaktır sanıyoruz.
Niçin devlet dairesi veya devlet çarkı diyoruz? 
Niçin devlet işlerini evirip çevirmekten sözediyoruz? 
Devlet işlerini evirip çevirmek ile idare etmek niçin aynı anlama geliyor? 
Bugün tam da aksine niçin devlet işlerini evirip çevirmek yerine yönetiyoruz?
Nazarî Felsefe’nin tabiiyat (klasik Fizik ve Astronomi) bölümlerini ciddiye almayı akıl etmiş kimselerin bu soruların cevaplarını vermekte zorlanmayacakları açıktır. Çünkü ayüstü-âlem’de gök kürelerine nisbetle dairesel hareket’in (hareket-i müstedire), ayaltı-âlem’de ise cisimlere nisbetle doğrusal hareket’in (hareket-i müstakime) zorunlu olduğunu bilenler, bir zamanlar âdil bir müdîrin niçin devlet işlerini devlet dairesinde idare ettiğini, buna karşın günümüzde bir yöneticinin devlet işlerini idare etmeyip yönettiğini, hatta astlarını yöneltip yönlendirmekle yetindiğini kolaylıkla açıklayabilirler.
Sadece bilim tarihimizin değil, siyaset tarihimizin de en başat terimlerinden biri dairedir. Çünkü daire bir küre kesitidir ve iki boyutludur. Nitekim küre’nin hareket yönü de dairevîdir.
Küre —tıpkı aykırı doğru gibi— bir düzleme bir noktadan değdiği için düzlemin içinde yer almaz. (Bir doğrunun bir düzlemin içinde yer alabilmesi için en az iki noktadan o düzleme temas etmesi gerekir.)
Hal böyle olunca, küre, düzlem üzerinde bir noktada, durum kategorisinde ve ancak dairevî olarak hareket eder: hareket-i vaz‘iye/hareket-i müstedire.
Bu anlayışa göre, gök kürelerinin hareketinin zeval bulmaması, hareketlerinin dairesel olmasından, buna mukabil doğa cisimlerinin (ecsam-ı tabiiye'nin) oluş ve bozuluş (kevn u fesad) içinde bulunmaları, hareketlerinin doğrusal olmasından nâşidir.
Şayet devlet, bu görüş açısından, siyaseten devlet-i ebed-müddet (sürekli) vasfını haiz olacaksa, devlet dairesi de olmalıydı.
Devlet dairesi var ise, devletin bu dairede idare edilmesinden, idare edenin de müdîr (idareci) adını taşımasından daha tabii ne olabilirdi? Bu durumda idare edemeyene müdîr denilmezdi!
İlahî âlemin (göğün) hareketi dairevî idi ve bu yüzden sürekliydi. Süreklilik (beka ve kemâl) ise ancak ilahî âlemin (gök kürelerinin) hareketlerine bağlı kalmakla sağlanabilirdi, aksi takdirde fena ve zeval kaçınılmazdı. Gün geldi devran bozuldu, doğrusal hareket (hareket-i müstakime) fiziksel bir kavram olmaktan çıktı, metafiziksel bir mahiyet kazandı. Siyasette istikamet (yön) vermek revaç bulunca da yönetici ve yönetim sözcükleri yeni Fizik anlayışının gereği olarak siyaset dünyasının içine giriverdi.
Ey Fuzûlî daima devran muhaliftir sana 
Galiba erbab-ı istidadı devran istemez
Şairin işaretinden de haberdar olduğumuza göre şimdi asıl sorumuzu sorabiliriz:

Tanrı (Tengri) sözcüğünün kök anlamının küre olduğu da nazar-ı itibara alınırsa, kimlere idareci kimlere yönetici denir?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder