16 Şubat 2008
Tarih, Şubat
1964.
“Yeni Tıp Alemi” adlı bir dergide bir Tıp
Tarihi Uzmanı (Dr. Sırrı Akıncı), 18. yüzyıla ait (1748’de yazılmış) bir tıp
kitabını tanıtıyor, ve Tıp tarihi açısından bu eserin ne tür özelliklere sahip
olduğunu belirtip onaltı maddelik genel bir değerlendirme yapıyor.
Eserin adı: Düstur-ı Vesim fi Tıbb’il-Cedîd ve’l-Kadîm.
Eserin yazarı: Abbas Vesim Efendi (öl. 1760).
Araştırmacının onaltı maddelik
değerlendirmesinin son üç maddesi ise şöyle:
14. Yazar yabancı hekimlerden Osmanlı toplumuna zarar gelmeyeceği kanısındadır.
15. Düstur genel olarak Doğu ve Batı tıbbının ortaklaşa etkilerini taşıyan karma özellikte bir yapıttır.
16. Son olarak en önemli nokta: Abbas Vesim Efendi, Batı tıbbının Osmanlı tıbbından ileri olduğunu bildirmekte ve Batılıların diyanet kaydı olmadığı için gökbilim, tıp, özellikle anatomi’yi daha iyi öğrendiklerini yazmaktadır.
Bu görüş, Efendi’nin, diyanet kaydından uzak, başka deyimle, lâyik düşünceye sahip olduğunu belirttiği gibi, T.Z. Tunaya’nın değindiği gibi, Batı’nın üstünlüğünü kabul etmek ilkesini, hiç olmazsa tıp alanında taşıdığını da ortaya koymaktadır.
Araştırmacı, makalesinin sonunda değerlendirmelerini şöyle özetlemiş:
Osmanlı İmparatorluğu tıbbının 18. yüzyıl klâsiklerinden olan Düstur kısa adını taşıyan yapıtın tıp tarihi bakımından incelenmesinin ortaya koyduğu sonuçlar sıralandı ve İmparatorluğun Batılılaşması olaylarının başlangıcında, yazarının tıp alanında Batı’nın Doğu’dan üstün olduğunu par principe kabul etmiş lâyik düşünceli bir bilgin olduğu belirtildi.
O yıllarda, bilhassa 60 ihtilâlinden hemen
sonra, tıp sahasında bile olsa, tarih veya tarihî şahıs ve eserler hakkında
konuşacak olanların, (mahalle baskısı gereği?) hem bizzat bazı standartlara
uymaları, hem de tarihi işbu standartlara uydurmaları gerekiyordu.
Birincisi, diyanet kaydından uzak olmak.
İkincisi, ilke itibarıyla Batı’nın üstünlüğünü kabul etmek.
Laik düşünceli bilginlerin temel vasfı
n’oluyor bu durumda?
Diyanet kaydından uzak olmak
ve
ilke itibariyle Batı’nın üstünlüğünü kabul etmek
Hâl böyleyse, endişeye mahal yok demektir, Türkiye laiktir ve laik kalacaktır!
Şimdi de bir başka pencere açalım.
Yukarıda okuduğunuz ilginç değerlendirmeden
hem de çeyrek yüzyıl önce, bakınız Dr. Adnan Adıvar, Abbas Vesim Efendi ve
eseri hakkında neler demiş:
İşte kısa bir surette, en canlı yerlerini özetlediğimiz bu eserde en açık seçik görülen nitelik, eserin değişken (inégal), yani bazen pek akla uygun, bazen de son derece mânasız ve eski hurafelerle dolu olmasıdır. Herhalde İstanbul’un bu ünlü hekimi —ki bazı terceme-i hâl [biyografi] yazarlarına göre, evi Avrupalı hekimlerle dolup boşalırmış— zeki ve eleştirici bir kafaya sahip olduğu hâlde eskilerden öğrendiği, işittiği şeylerden de kendini kurtaramamıştır.
Bu vesileyle Adıvar’ın bir notunu daha
aktaralım:
[Vesim Efendi] kâfirlerin tıp, anotomi ve astronomi ilmini, diyanet kaydı olmadığı için daha iyi tahsil ettiklerini söyleyerek, Avrupalıların ne kadar güçlükle ve ne kadar geç, diyanet kaydından kurtulduklarını bilmediğini göstermiştir.
Halide Edib’in ikinci kocası olmak itibariyle Adıvar,
yüreği yaralı adam. Kendisi hakikaten laik düşünceli bir bilgindir. Atatürk’ün
eski muhaliflerindendir. Üstelik hem din, diyanet kaydından uzaktır, hem de ilke
itibariyle her alanda Batı’nın üstünlüğünü kabul eder. “Osmanlı Türklerinde
İlim” adlı eserini, Osmanlı Türklerinde ilim yoktur, demek için yazmış
gibidir. Oysa Halide Edib’in ilk kocası ünlü
Matematikçi Salih Zeki, bizde de
bir şeyler var, inanmazsınız bakın, dercesine Asar-ı Bakiyesini yazmış ve böylelikle ünlü Türk bilgini
Beyrunî’nin adını da şâd eylemiştir.
Biri matematikçi, diğeri doktor. Ama ikisi de
geçmişlerini önemsemişler. Olumlu ya da olumsuz, her halukârda geçmişlerinde
neler olup bittiğini bilmek istemişler. Halide Edib ise haklı olarak geçmişe
değil, geleceğe bakmıştır. İki kocasının da geçmişle sorunu vardı. Onun yoktu.
İmdi, ve şimdi, bizim de yok.
Abbas Vesim Efendi’yi ve eserlerini, Tıp
tarihçileri unutsa bile ehl-i himmet unutmasa, diyeceğim ama diyemiyorum.
Görünen o ki Türkiye’de artık himmet de kalmadı, ehli de.
7 Eylül 2008
Dün gazeteler, Tıp fakültesi öğrencilerinin
kadavra bulamadıkları için anatomi dersinde plastik maket üzerinde eğitim almak
zorunda kaldıklarını yazıyordu. Sıkıntı çok büyükmüş. Öyle ki Adalet ve Sağlık
Bakanlıkları ile Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ortak girişimlerine rağmen 6
ayda sadece 1 kadavra bulunabilmiş.
Çok ilginç. Kadavra bulmak konusunda lâik
devletin hâlâ Diyanet İşleri Başkanlığı’nın katkısına ihtiyaç duyuyor.
Din ve Anatomi.
Din ve Tıp.
Doğru dürüst
ne tıp tarihimizi biliyoruz, ne de anatomi tarihimizi. Bilim tarihimiz
yazılmadı henüz. Klasik tıp ve anatomi metinleri hâlâ meçhulümüz.
Tıp
tarihçileri kültürsüz ve eğitimsiz, bırakınız Arapça ve Farsça’yı, Osmanlıca’yı
bile bilmiyorlar. Din ve Felsefe’den haberleri de yok.
Bu dillerle ilgili
olanların Tıp metinleriyle ne alâkası var? İlgisizler. Bilgisizler. Güya ciddi
addedilmesi gereken kalemler bile İbn Sina’nın Şifasını —adına aldanarak— tıp kitabı ilan ediyorlar. Felsefeciler
ise Kanunun cahili. Ebubekir Razî
hekim ve hakimdi. İbn Sina da, İbn Rüşd de öyle.
Tarihsiz ve mazisiz bir toplumuz. Bu yüzden de
şuursuz, ve tabii ki gayretsiz ve aşksız, hem tarihsiz, hem talihsiz...
Aylar evvel işaret
etmiş olduğumuz fahiş bir hatayı bu vesileyle tashih etmek isteriz.
Fahiş bir
hata mı?
Aynı zamanda, tekrarlana tekrarlana tescil edilmiş de bir hata...
Hatanın ilk adresi, Adnan Adıvar’ın "Osmanlı Türklerinde İlim" adlı eseri.
Hemen belirtelim ki Adıvar’ın bu eseri,
yetersiz malumatının, sathî ve kasdî yorumlarının yanısıra ekşimiş üslubu
sebebiyle ilim ehlinin güç tahammül edebileceği eserlerdendir. Kitabın hemen
her satırında, geçmişinden utanan, nefret eden, hatta iğrenen ezik bir kalemin
hâlet-i ruhiyesi yansır. Tahammur etmiş bu ruhun mütekebbir karalamaları, ne
yazık ki her safhasında leke çalıcı bir yazım stratejisi izler.
Yazarın beyanı şöyle:
[Abbas Vesim Efendi] ‘kâfirlerin’ tıp, anotomi ve astronomi ilmini, ‘diyanet kaydı olmadığı için’ daha iyi tahsil ettiklerini söyleyerek, Avrupalıların ne kadar güçlükle ve ne kadar geç, diyanet kaydından kurtulduklarını bilmediğini göstermiştir.
Bir tıp tarihçisi Sırrı Akıncı, 1962’de, bu
hatayı —hem de eserin orijinal yazma nüshasına atıf yapmak suretiyle— şöyle
tekrarlar:
18. yüzyılda Hekim Abbas Vesif Efendi, kâfirlerin (Batılılar) tıp, teşrih (anatomi) ve heyet ilmini (gökbilim), diyanet kaydı olmadığı için daha iyi öğrendiklerini yazmıştır.
Yazar, bu tesbitin hemen ardından şöyle bir
yorum üretmeyi ihmal etmez:
Bu satırlara bakarak lâyik (diyanet kaydı olmayan) düşüncenin, bilimlerin iyi öğrenilmesini sağlayacak tek çıkar yol olduğu gerçeğine Efendi’nin de erişmiş bulunduğunu kuvvetle sanmaktayız. (İÜTFM, 1962)
İki yıl sonra da şöyle der:
Bu görüş, Efendi’nin, ‘diyanet kaydından’ uzak, başka deyimle, ‘lâyik’ düşünceye sahip olduğunu belirttiği gibi, T.Z.Tunaya’nın değindiği gibi, “Batı’nın üstünlüğünü kabul etmek” ilkesini, hiç olmazsa tıp alanında taşıdığını da ortaya koymaktadır. (YTA, 1964)
* * *
Prof. Bedi N. Şehsuvaroğlu (vefatından sonra
yayımlanan) Türk Tıp Tarihi adlı
eserinde, bu ithamı, müstakbel tıp talebelerine şu şekilde intikal ettirmiştir:
XVIII. yy.da Hekim Abbas Vesim Efendi (öl. 1760) Düstur eserinde, Batılıların laik oldukları için tıp, anatomi ve astronomiyi daha iyi öğrendiklerini yazmıştır. (s. 212, Bursa 1984)
Bu kadarla kalmayalım ve bir de Abbas Vesim
Efendi’nin Düstur-ı Vesim fi
Tıbb’il-Cedîd ve’l-Kadîm adı eserinin orijinal satırlarına müracaat
edelim:
... taife-i efrencin ilm-i diyanet kaydı olmayıp ashab-ı istidadlarından ba’zı, ba’z-ı sanayi-i gariba ihtiraına talib olduğu gibi, ba’z-ı âharı dahi tahsil-i ilme râgıb olup fünun-ı felsefeden ba’z-ı fünun tahsiline sa’y-ı tâm, hususan Teşrih ve Tıb umum-ı nâsa lüzumu olup bâis-i tereffüh-i hâlleri olmak ümidi ile ol ilimlere kemâli ile ihtimam eylemişler...
Burada genel okurun öncelikle dikkat etmesi
gereken kelimeler şunlardır:
taife-i efrencin ilm-i diyanet kaydı olmayıp...
Neymiş?
İbarenin aslı diyanet kaydı değil, ilm-i
diyanet kaydı imiş...
Yani yazar, bilimlerin tahsilinde tecrübenin
ehemmiyetine işaretle, Batı’da dinî/nazarî ilimleri tahsil zorunluğu olmadığından
talebelerin bir kısmının birbirinden farklı bilimsel/teknolojik
araştırma-geliştirme sahalarında uzmanlaşma imkânına sahip olduklarına, bir
kısmının da yine bilimin farklı fakültelerinde, özellikle Anatomi ve Tıp gibi
uygulamalı bilimlerde gereğince ihtisas yapabildiklerine işaret eder.
Şikayetin
konusu, Osmanlı eğitim sisteminin, uygulamalı bilimlerde yeterince ihtisası
desteklememesi, işbölümüne ve tecrübeye gereken önemi vermemesidir. Nitekim
Osmanlı’da hekimlerin ve hekimbaşıların ulema sınıfından çıktıkları ve bu
zevatın zorunlu olarak medrese eğitiminden geçtikleri dikkate alınırsa, Abbas
Vesim Efendi’nin, Batılı hekimlerin başarısını ihtisas ve tecrübeye önem veren
bir eğitim sistemiyle irtibatlandırmış olmasına anlam vermek pekâlâ kolaylaşır.
Buradaki ilm-i diyanet, bugünkü anlamıyla salt
dinî ilimler anlamına gelmez, yani gerçekte, eğitimde teorik ilimlerin
ağırlıkta olmasından şikayet edilmektedir.
Önce İmam Gazali'nin müslüman tabib yokluğundan şikayet ettiği günlerin üzerinden asırlar geçmiş olmasına rağmen hemen hemen hiçbir şeyin değişmediğini hatırlayalım:
و أقربها الطبّ. إذ لا يوجد في أكثر البلاد طبيب مسلم يجوز اعتماد شهادته فيما يعول فيه علي قول
الطبيب شرعاً، و لا يرغب أحد من الفقهاء في الاشتغال به
İhmal edilen ilimlerin başında Tıb gelir. Nitekim ülkenin birçok yerinde, hem de dinen bir hekimin görüşüne başvurulmasını gerektiren durumlarda tanıklığına güvenilebilecek bir müslüman hekim bile bulunmamakta. Hâl böyleyken yine de hukukçular arasından kendisine uğraş alanı olarak Tıb İlmi'ni seçen bir Allahın kulu bile çıkmaz.
Abbas Vesim Efendi’nin sözleri de benzer bir sorunu merkeze almakta,
kısaca, bunca müslüman hekim varken, acep niçin frenk hekimlerine ihtiyaç
duyuluyor, sorusuna cevap vermeye çalışmaktadır. Ona göre zaten sayısı az olan müslüman hekimler,
aynı zamanda dinî/nazarî ilimlerle de iştigal etmek zorunda kaldıklarından,
yeterli tecrübe ve ihtisası edinememektedirler:
... etıbba-yı islâmiye’de kıllet ve şeriat-ı garra’ya ve ulum-ı uhrâya iştigal sebebiyle tecrübede dahî noksan olmağla...
Bu değerli hekim, kısaca, Batı’da bilim
adamlarının dinsiz olmalarından değil, dinî/nazarî ilimlerde ihtisas yapmak
zorunda kalmamalarından sözediyor. 18. yüzyılda.
Oysa bugün Tıp öğrencileri tarihsiz
bırakılabilirler ama asla kadavrasız bırakılamazlar.
İlâhiyatçılara gelince, onlar kadavrasız
kalsalar da olur. Fiziksiz metafizikle iştigal, bütün vakitlerini alıyor nasıl
olsa.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder