19 Nisan 2009
Bugün, hakikatte, başkalarından adalet talep edecek durumda değiliz. Çünkü
başkalarına adalet teklif edecek
durumda değiliz.
Adalet —itiraf etmeliyiz ki— günümüzde ne
talebin, ne de teklifin konusu!
Kişisel karar verme mekanizmalarının
belirleyici olmadığı bir düzlemde adalet’ten söz edilemez.
Bir hâkimden veya bir trafik polisinden
istenen adil olması değil, görevinin gereğini yerine getirmesidir.
Görevin gereği -her ne ise o- yine yasalarca
tanımlanmıştır. Vatandaştan yasalara uymayı isteyen görevlilerin kendileri de
yasalara uymak zorundadırlar. Ayrıca âdil olmaları talep edilmez. Çünkü onlara
kişisel olarak ne düşündükleri sorulmaz.
Bu durumda âmir olan yasadır. Dolayısıyla âdil olması gereken de.
Kişiselleştirilen ve özne hâline getirilen
yasadır, yasanın kendisidir. Çünkü yasanın bir kendiliği vardır. Kendiliği, yani kişiliği.
Yasa artık özne haline gelmiştir.
Yasa diyor ki!
İşte size modern dünyanın illizyonu, yani
insanın yapıp ettiklerinin insandan bağımsızlaşmak suretiyle birer kendilik (zat) haline dönüşmesi.
Bu yüzdendir ki içinde yaşadığımız dünya,
gerçekte kişiliğini yitirmiş bireylerin dünyası.
Bireyin kişiliği yok!
Birey ve fakat kişi
değil. Çünkü hakikati yok.
Kendi terimlerimle söyleyeyim: Modern
öznelerin ferdiyeti var ama şahsiyeti ve/veya haysiyeti yok.
Bireysellik (ferdiyet), en son tahlilde
toplumsallığın bir parçası. Adına toplum denilen kurgusal bütün’ün bir
unsuru. (Parçalar yapıntı olduğunda, ister istemez bütün de öyle olacaktır.)
Bireysellik (ferdiyet) ile kişilik
(şahsiyet) arasındaki mesafe, insanın aleyhine olmak üzere açılıyor. Yasalar
insanı ferdiyet sahibi (birey) hâline getiriyor, onlara numara bile veriyor,
ama şahsiyet/haysiyet sahibi (kişi) hâline gelmelerini engelliyor.
Şahsiyetlerinin oluşmasına izin verilmeyen
bireyler, çaresiz kendilerine şahsiyet kazandıramayacak niteliklerle
(belirtilerle) varolmaya çalışıyorlar. Pek tabii ki görünür olmak, varolmak
demekse şayet.
Meselâ bir takımın taraftarı olmak, modern
bireyin görünür olma çabalarının bir sonucu. Taraftarın bireyliğinden söz
edebiliriz ama kişiliğinden aslâ. Yapıntı’nın saymaca unsurlarından biridir
taraftar. Renklerde eriyen bir aidiyet. Galibiyetler ve mağlubiyetler arasında
varolmaya çabalayan bireyler.
Adil kavrayışa ulaşmak, insan olmanın en üst
basamağına çıkmakla eştir.
Adalet kemâldir. Mükemmelliğin öteki adıdır. Bu
nedenle ilahîdir. Tanrısallıktan pay almak demektir.
Adil olabilmek için, sûfilerin tabiriyle, nefsi öldürmek, yani şehvet ve öfke
güçlerini itidale kavuşturmak gerekir. Aksi takdirde, yani bu güçlerin itidale
kavuşmasıyla elde edilen vasıflar (iffet ve cesaret) olmaksızın, aslâ adaletten söz edilemez.
İştah ve şehvet aynı kökten
gelir. Her ikisi de bitkisel nefsin özelliğidir. Yani beslenmenin, büyümenin ve
üremenin. İsteme, alma, elde etme, ele geçirme arzusunun.
İffet, işte bu gücün itidaline verilen addır. Sizin anlayacağınız, iffetli
olmayan kesinlikle âdil olamaz. Başkalarına değil, kendisine. Kendisine âdil
olmayan da başkalarına âdil olamaz.
Demek oluyor ki toplumsal adaletin temelinde
yine nefsin (tek tek kişilerin) terbiyesi yer almaktadır.
Öfke gücü, hayvansal nefsin özelliğidir.
Saldırganlık derecesi de, korkaklık derekesi de nefse zulümdür. İtidali
şecaattir, yani cesaret. İnsandaki reddetme, itme, direnme, karşı koyma
özellikleri öfke gücü sayesindedir.
Meselâ bir aslan yiyeceğini şehvet gücüyle
temin eder. Ceylanı şehveti sayesinde avlar, lakin kendisini çakallardan öfke
gücünün yardımıyla korur.
Çakallar cesur değildir, korkaktırlar,
toplanırlarsa ancak saldırganlaşırlar.
[Freud’un cinsellik ile saldırganlık güdüleri olarak tanımladığı iki temel
insanî güç, gerçekte klasik psikoloji’nin kuvve-i
şeheviye ve kuvve-i gazabiye olarak
tanımladığı şehvet ve öfke güçlerinden ibarettir.]
Siyasette üzerine mesaj yüklenilen adalet terimi, bazen hukukî bir vasıf
taşır. "Adalet Partisi" gibi.
Bir Başbakanın ve iki bakanın bir hukuk
cinayetiyle idam edilmesinin ardından, bu dâvânın siyasi takipçiliğini üstlenen
Adalet Partisi’nin yöneticileri, sizce hangi tür adaletten söz ediyorlardı?
Elbette öncelikle hukukî düzeydeki adalet’ten.
Hak yerini bulmalı, adalet
yerine gelmeliydi.
Peki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin aradığı,
talep veya teklif ettiği adalet’in mânâ ve fonksiyonu ne olabilir?
Düşünmeyi bilenler düşünsün, bilmeyenlerse
konuşsun!
Adalet vasfının kazanılması için gerekli üç
koşuldan ikisine değinip üçüncüsünü sona bıraktık. Hikmet’i.
İffet ve cesaret dışında kişi hikmet sahibi de
olmalıdır. Hikmetten yoksun adalet olmaz çünkü.
Hikmet ise diğer ikisinin aksine insanî nefsin
özelliğidir. Aklın ve kalbin terbiyesiyle hâsıl olur.
Tafsilâtı gerektiren bu konuda şimdilik şu
kadarını söyleyeyim ki Türk siyaseti hakikî anlamıyla hikmet yoksuludur,
hikmetten yoksundur.
Hikmet’ten anladıkları, olsa olsa Fransızların
La raison d’état tabirinden
anladıkları ölçüsündedir.
Osmanlı, bu tabiri hikmet-i
hükûmet diye kendi dünyasına aktarmıştı. Yenisini henüz uyduramadılar.
Burada raison,
hikmet’ten çok, meşrulaştırma, kılıfına uydurma, devlet (güç) olmanın gereğini
yapmak demek.
Bu düzeydeki hikmet’ten ise umumiyetle adalet değil, zulüm sadır olur.
Hem kendine hem başkalarına!
Oysa adalet dairesinin ilk cümlesi şöyle
başlar:
Adl, mucib-i salâh-ı cihandır.
Yani adalet dünya barışının zorunlu sebebi imiş.
Öfke veya arzu güçlerini denetleyemeyenlerden adalet beklemek sade hayaldir.
Denetleme neyle olur?
Elbette düşünme gücüyle.
Coğrafyamızda adaletin yokluğu, öfke ve arzu güçlerinin düşünme gücü aracılığıyla denetlenemiyor olmasındandır.
Hem öfkeli olacaksın, hem de adil, bu asla mümkün değil!
Adalet ve kıst zaten teraziyi kararda tutmanın tanımından ibaret.
Adil olmak mı istiyorsun, önce farklı olana tahammül etmeyi öğren!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder