Sayfalar

FELLİNİ ve JUNG


10 Temmuz 2005

Federico Fellini (1920-1993), hani şu ünlü İtalyan yönetmen.
Lugatlara dolce vita ile paparazzi sözcüklerini sokan adam.
Kadınlara ilgisiyle biliniyor, hangi özellikleri taşıyan kadınlarla ve ne surette ilgilendiğini ise konuşmaya gerek yok sanırım.
Her şeyden evvel, iştahla yemek yemeyi bilen kadınlarla.
Bu konuda bir not daha düşebilirim:
Bir de annesi gibi olmayan ve annesine benzemeyen kadınlarla.

Şöhreti pek iyi değil. Bazı hayranlarıyla karşılaştım ama saygıyla sözedenini pek görmedim.
Yeterince baktım mı ki göreyim?
Bakmadığım için olsa gerek göremedim. 
Doğrusu Fellini’nin filmlerini de yeterince izlemiş değilim, yönetmenliği hakkında lâf edecek kadar bilgim de, birikimim de, ne yalan söyleyim şimdilik pek isteğim de yok. 
Hakkında hiç sorularım olmadı ki cevaplarım olsun!
Ne ki geçenlerde hâtıratını okudum, üstelik ilgiyle, merakla ve zevkle okudum. (2005 Paris'inin cilvelerinden işte! Dışarıdaki aşırı soğuk nedeniyle sıkışıp kaldığım bir odacığın armağanları!)
Şimdiye kadar hatıratlarını okuduğum yönetmenlerin o bildik hoş ama boş metinlerinden biriyle karşılaşacağımı sanıyordum, yanılmışım, okuduklarım içinde en dolusuydu. Her halde bir söyleşi ürünü olmasından ötürü dolaysız/dolayımsız ve olduğu gibi.
İlgiye değer bir zihin dünyası var, kuvvetli bir düş dünyası var çünkü.
Fellini, olduğundan çok farklı görünüyor, arsız ve umarsız.
Bence hiç de göründüğü gibi değil. Lâkin tam olarak görünmek istediği gibi de değil.
Bu arasokağa daha önce girmemiş olmama çok üzüldüm.
Hakikaten çok önemli bir metin Fellini’nin hâtıratı.
Kitabın adı: BEN Fellini (çev. İlknur İgan, Afa Yayınları, İstanbul, 1995)
Metnin asıl mimarı ise: Charlotte Chandler. Önsözünü bir başka yönetmen, Billy Wilder yazmış. Türkçe çevirisi de Almanca orijinalinden yapılmış. Neredeyse ölümünün hemen ardından.
Fellini’nin, benim önemsediğim ve değer verdiğim iki ismi, hayatı boyunca önemsemiş olmasını ciddiye aldığımı saklamayacağım. Biri Franz Kafka, diğeri de Carl G. Jung.
Hâtıratın henüz başlarındayken ve Fellini’nin yer yer aktardığı düşlerle karşılaştıkça, bu düşleri şimdiden bir kenara kaydedeyim, sonra bir fırsat bulup yorumlarım, diye aklımdan geçiriyordum ki kitabın ortalarına doğru Fellini’nin en iyi arkadaşlarından birinin Jung’un talebelerinden biri olduğunu öğrendim. Fellini de bir Jung meraklısıymış, hem de bir meraklıdan da öte.





Sanki Jung, kitaplarını benim için yazmış gibi geliyordu. Sanki benim ağabeyimdi. Çocukken hep beni kocaman, geniş dünyaya götürecek bir ağabeyimin olmasını düşlediğimi anımsıyorum. (…) Jung’un tam tamına benim aradığım dost olduğu duygusuna sahiptim. (s. 173)






Tanışmalarının başlangıcını ise şöyle açıklıyor:
Bir psikoterapiste gitme ihtiyacını hiç hissetmedim ama bir dostum vardı, Dr. Ernst Bernhard; çok önemli bir analistti. C.G. Jung’un öğrencisiydi ve beni Jung’un düşünce dünyasına götürdü. Düşlerimi ve zaman zaman gördüğüm düş benzeri halüsinasyonları not etmem için beni motive etti. Bunlar filmlerimden bazılarında önemli bir rol oynar. (…) Jung’un işimde etkili olup olmadığını bilmiyorum. Beni etkiledi ve beni harekete geçiren, doğal olarak, filmlerime de damgasını vurur. Kendimi onunla bir ruh akrabalığı içinde hissediyorum; onda, fazladan bir duyu gibi yaşamıma ait olan fantezi türünün onayını buldum. Jung gibi ben de güçlü bir biçimde imgelemde yaşıyorum. (s.172, 173-174)
Fellini bir düş adamı.
Hayatını âdeta düş üzerine kurmuş, mekân duygusu gelişkin bu yüzden.
Göze el veren’den (güzel’den) hoşlanmış bir kere. Gördüğünü hep görüntüler, çizgiler, sınırlar aracılığıyla ifade etmeye çalışmış. Sınırsızı, şekilsizi, mekânsızı bilememesi de bu yüzden. 
Bencil bir adam. Zaten kendisi de saklamıyor bu özelliğini.
Sebebi çok basit, dilerseniz hemen söyleyeyim: Sınır âşıkları, gereğince bencil olurlar, kuşatmayı severler, kuşatılmayı ise aslâ.
Kendi sınırları içinde dünyayı algılayanların algıladıkları en birincil sınırlar öncelikle kendi sınırlarıdır. Görme duyusunun görene kurduğu bir tuzaktır bu!
En sınırlı ve fakat en kalıcı izlenimlerin kendisi aracılığıyla edinildiği duyudur göz. Göz-el’i işitemezsiniz, tadamazsınız, koklayamazsınız, onu bizâtihi görmeniz gerekir.
Ne kötü değil mi, görmek demek sınırlamak demek, her şeyden evvel sınırlar içinde algılamak demek.
Her yetiyi kullanmanın bir bedeli vardır, görme yetisini iyi kullanmanın bedeli de —tıpkı diğer duyularda olduğu gibi— muayyen sınırları, o bütünüyle görmeyi mümkün kılan sınırları algılamaktır. Sınırlamaktan, sınırları algılamaktan kaçınmak istiyorsanız, görme yetinizi kullanmaktan vazgeçmeyi bilip bir üst kata çıkmayı başarmalısınız.
Fellini, Jung ile Freud arasında nisbeten önemli ama her halukârda eksik ve yanlış bir karşılaştırma yapmaktan da kendini alamamış:
Jung için simge dile getirilemez olandır; buna karşın Freud için, insanı utandıran, bastırılmış olanlardır. Bence Freud’la Jung arasındaki ayrım, Freud’un rasyonel düşünceyi, Jung’un ise yaratıcı düşünceyi temsil etmesidir. (s. 173)
Nedir şu adına yaratıcı düşünce dedikleri şey?
Hele hele bilip bilmeden ağza dolanan rasyonel düşünce?









Freud’un rasyonalite ile ilgisi sadece görünüştedir, zira o da bir çok yaratıcı gibi dogmatik bir hayalcidir. Hayatı boyunca, görmek istediklerini gördü, o kadar!







Yaratıcılık ise Jung sözkonusu oldukta sadece keşfetme güdüsü ile açıklanabilir. Jung’un ilgisi hep geçmişe yönelikti. Oysa yaratıcılığın doğasını geçmiş değil, gelecek belirler. 
Jung, geçmişte geleceği(ni) görmeye çalışan adamdır, Freud ise tam aksine gelecekte geçmişi(ni) görmek için didinip durmuştur.
Hemen ekleyeyim de eksik kalmasın: Adler içinse ne geçmiş önemli olmuştur, ne de gelecek. O şimdi’nin adamıdır. Bu yüzden de günü, şimdiyi, ânı kurtarmayı kendisine en kutsal görev olarak seçmiştir. Sıradandır, iddiasızdır, hayalsizdir; bu yüzden derinlik kazısı (geçmiş ve gelecek) onun nezdinde bir fantazmagoryadan ibaret kalmak zorundaydı.
Fellini’nin hâtıratından hareketle konuşacak ne de çok şey var!
Keşke, "Biz eski Romalılarız, biz hâlâ buradayız!" seslerini işiten bu Roma’lıyı Roma’da okusaydım, belki o zaman düşlerini niçin yanlış yorumladığını ona açıklamak imkânı bulabilir ve hatta ızdırabının gerçek sebebinin kesinlikle spagetti olmadığını kendisine söyleyebilirdim.
Çünkü çoğu insan gibi onun için de temel sorun hep aynıydı: taşra (dışarı).
Ah şu kahrolası taşra!
* * *
Yukarıdaki yazının yayımlanmasından üç yıl sonra vefat edecek Mısırlı yönetmen Yusuf Şahin'in, Fellini'nin sözlerine gönderme yaptığını hatırlatacak kaç kişi var şimdi aramızda?







Birinci Dünya biziz. Binlerce yıldır buradayız.







Doğu'nun çocuklarının binlerce yıldır burada olduklarını söyleyebilmeleri için, öncelikle içinde yaşadıkları coğrafyanın binlerce yıllık tarihine aşina olduklarını göstermeleri gerekir.
Fellini kökeni taşralı da olsa, en nihayet bir Romalı olduğunu ispat etmişti.
Yusuf Şahin ise bir Mısırlı olduğunu.
Cevap ver, peki sen neredesin ey Anadolu?
Çocukların nerede?
Sana sadık çocukların?
Sana sadık ve lâyık çocukların?
Hani nerede hayalleri senden ibaret çocukların?
Hayallerini, yani umutlarını senin toprağından devşirecek çocukların?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder