19 Kasım
2006
Yıl 1981-82.
Arapça öğrenmek istememin bir tek amacı vardı: Kur’an’ı anlamak... her ne
pahasına olursa olsun, aslından anlamak. Arapça’yı konuşmak için değil, okumak
için öğrenmeyi istemiştim. Bu yüzden konuşmaya hiç değer vermedim. “İhtiyaç hâsıl
olursa, konuşabilirim herhâlde” diye düşünüyordum. Üç yıl önce, 2003’te, Hicaz’da
ihtiyaç hâsıl oldu. Şükür ki ihtiyacımı karşılayabildim. Bu, savt-ı Kur’an’ın
bereketiydi.
Yıl 1986-87.
Farsça’ya başladım. bu flört kısa sürdü. Çünkü grameri çok kolay gelmişti; “Öğrenme
dil-i Farisi, gider dinin yarisi” yollu ikazları önemsemedim. Bir süre sonra da
bir risale okuyup “İhtiyacım olursa, bir iki hafta çalışıp eksiklerimi gideririm”
dedim. Tasavvufi sayılabilecek bir risaleydi: “Cihad-ı Ekber”. (Bazılarına
garip gelecek ama, Farsça’da, okumamı gerektirecek pek bir şey olmadığını
zannediyordum.) Bu, büyük bir hataydı.
Yıl 1987.
Kendi kendime verdiğim gençlik sözünün, hiç değilse prensip itibariyle, bir
kısmını yerine getirmiş; iki dilin kapısını kendim için aralamış, hatta bu
arada Osmanlıca’yı bir tesadüf eseri olarak hıfz-ı hızaneme alıvermiştim. Hiç
unutmam, Hadis Usûlü’ne dair bir kitapta Goldziher hakkında Dar’ul-Fünun
Mecmuası’nda yayımlanmış önemli bir makaleye atıf yapılıyordu. (Goldziher, ah
Goldziher, ne de uğraştırmıştır beni o yıllarda.) Bu mecmuadan, daha önceleri
Gazalî’nin te’vil hakkındaki bir
makalesinin fotokopisini çektirmiştim. Ne de olsa makale Latin harfliydi. Ertesi
gün, hem de hiç tereddüt etmeden, doğruca Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ne gittim
ve görevliden mecmuanın ilgili sayısını istedim. Bir süre sonra gelip masaya bir
cilt koydu. Baktım, Osmanlıca. Üzüntümden neredeyse yere yıkılacaktım. Çünkü bir
an evvel kendisine kavuşmak için sabahı zor ettiğim makale Osmanlıca’ydı. Yanlış
cilt olmalı, diye iade etmek istedim. Görevli kadın, hayır, dedi, doğru! Ben, ama
Latin harfli olmalı değil mi, deyince, derginin o ciltleri 1928 sonrasına ait,
diye cevap verdi. Öylece kalakalmıştım. Neyse, fotokopileri alıp eve geldim, Osmanlıca
rehberini çıkardım, ve tabii ki mutadı vechile sabahladım. Ertesi gün 70 sayfalık
metni baştan sonra okumayı becermiştim.
Yıl 1988.
İngilizce öğrenmek için yola koyulduğumda, hedefim daha baştan belliydi: Kur’an’ın,
önemsediğim İngilizce çevirilerini ve kimi oryantalistlerin tedkiklerini bir an
evvel okumak. Konuşmak için alıştırma yapmaya gerek görmemiştim. Aktarmak
değil, öğrenmekti benim için aslolan. Okumalı, evet, sadece okumalıydım. Okuyordum
ya, dünya umurumda değildi. Bir iki çeviri de yapmıştım. Bu kadarı benim için yeterdi.
(Yetmeyeceğini çok sonraları anlayacaktım.)
Yıl 1990-1991.
İbranice. Benim gibi dil âşığı bir dostumla birlikte İbranice’nin peşinden
koştuğumuz yıllar. O yıllarda Tevrat’ı aslından okuyabilmek amacıyla, Arapça’dan
İbranice bir gramer kitapçığı çevirmiştim ve gece gündüz gramer çalışıyordum. Orijinal
sesleri duyabileceğimiz imkânlardan mahrumduk, müşkillerimizi soracağımız kimse
de yoktu. Ama biz ahdetmiştik. Dostum sonra Yunanca’ya, Latince’ye, Süryanice’ye
vs. merak sardı. Aklımız sıra Kur’an’da geçen yabancı kökenli sözcüklerin izini
sürecektik. Çünkü bir oryantalistin (Arthur Jeffery) bu işi yapması (The
Foreign Vocabulary of The Qur’an, 1938) izzet-i nefsimize dokunuyordu. Bu
kitabı Türkçe’ye çevirecek ve bir güzel de tenkidini yapacaktık. Aslını bulduk,
ve resim olarak alıntılamak üzere pahalı bir fotokopisini çektirip bir kenara
koyduk. Güzel bir hayal olarak kaldı. Dostum, o fevkalâde nüshayı hâlâ saklıyor
olmalı. (Kendimce, o yıllarda hazırlıklarıyla meşgul olduğum Kur’an Kamusu’nun
teferruatını ikmal etmiş olacaktım.)
Hiç unutmam, birgün Fatih Camii’nin avlusunda,
dostuma, sesli olarak İbranî alfabesini çekiyordum ki benim mem dediğimi duyan sakallı yaşlı bir
amca, mem değil, diye düzeltmek
istedi, mim! Ben de biraz ukalâca, okuduğum
Arap alfabesi değil, İbranî alfabesi, diye mukabele ettim. Amcamız susuverdi,
biz de harfleri çeke çeke, eh biraz da çocukça bir gururla yolumuza devam
ettik.
Yıl 2001.
Yaz mevsiminin başında Berlin’e gittim. Oradaki Türk öğrencilerine mantık,
belağat ve felsefe öğretecek, karşılığında ise Almanca öğrenecektim. Niçin?
Heidegger’i aslından okuyup sadece sanılarımın değil, kanılarımın da doğru olup
olmadığını sorgulayacak, böylece, Doğu’nun Batı’daki varoluşçu tilmizlerinin
ilm-i hakayık (marifet-i vücud) mebhasinde gelebildikleri seviyeyi anlamaya
çalışacaktım. Berlin’de iki yıla yakın kaldım. Koca bir kütüphaneyle geri
döndüm. Üzerinde durmaya değer tek bir isimle karşılaşmıştım: Meister Eckhart. Thomas
d’Aquin’in, “Das Sein ist der Gott” dediği için hırpaladığı bir hristiyan
sûfinin ismiyle.
Konuşmayı amaçladığım ilk dildi Almanca. Eh
biraz becerdim de sanırım. Ne var ki okumak, hep konuşmaya galebe çaldı. Okumak
kişinin yalnızlığını arttırırmış, konuşmaksa çevresindeki kalabalığı. Doğru. (Orada
ve İstanbul’a döndükten sonra Latince’yle yaptığım kaçamakları, şimdilik zikretmeye
gerek görmüyorum.)
Yıl 2005.
Kaderin icbarına karşı konulamaz. Daha önce üç kez görmüştüm Paris’i. Hepsi de
iki üç günlük bakışmalardan ibaretti. Altı ay kaldım. Giderken, bir dost, grameri
boş ver, konuşmaya bak, dedi. Mizacıma
yenildim ve önce gramerle meşgul oldum. Çünkü Fransızca öğrenmek için hakikî bir
istek duymuyordum, sırf konuşmak için dil öğrenmekse bana çok anlamsız ve sıkıcı
geliyordu. Kaderin cilvelerine karşı koymakmış asıl anlamsız olan. Döndükten
sonra, hakikatini anladım.
Belirtmem gerekirse, hepsi de aldanmamak içindi.
Size aynı yolu tavsiye edemiyorum. Çünkü değer
mi, değmez mi, inanın, bilemiyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder