21 Ağustos 2005
(I)
Seçiminden
ötürü cehennemde yanmakla cezalanan, alevler içinde kıvranıp dururken, acımanın
derinlik ve hüzün kattığı gözlerin sahibi susmakla yetinmiş. Onun talihli
olduğunu düşünüyormuş çünkü. O bir seçim yapmış, bir tarafı tercih etmiş, bir karar verme cüretinde bulunmuş. Bir seçim yaptığı için, bir tarafı tercih
ettiği için, bir karar verdiği için yanmayı da hak etmiş. Hak etmiş, zira
seçimi yanlış, tercihi isabetsiz, kararı hatalı imiş.
Yanışı
yazgısı haline getiren ise farklı düşünmekteymiş, zira seçmeseymiş
yanmayacakmış. Güya yanışı, seçen makamına geçtiği için değilmiş, seçilenden
ötürü ise hiç değilmiş. Kimi veya neyi seçtiğinin hiçbir kıymeti yokmuş, hatta seçiminin yanlış, tercihinin isabetsiz, kararının hatalı olması dahi pek
önemli değilmiş. Alevleri besleyen bizzat seçimin, seçiminin kendisiymiş ona
göre. Kendince seçiminden ötürü cezalanıyormuş, cezayı haklı kılan başka
değil, sadece seçimmiş. Seçim olmasaymış, ceza da olmazmış. Seçim olmasaymış, seçen’den de, seçilen’den de sözedilemezmiş. Seçim önce seçenin ve seçilenin
varlığına yol açıyormuş, sonra da cezanın. Seçim var olmaksızın, ceza varlığa
gelmeye yol bulamazmış.
Peki
çare?
Çaresi
basitmiş. Çare seçmemekte, seçmekten kaçınmakta, seçimsiz yaşamakta imiş.
Karar almak başlıbaşına bir zulümmüş. Karar almakla veya vermekle kişi
kendine yapabileceği haksızlıkların en büyüğünü yapıyormuş, herşeyden önce böyle
yapmakla kendi önünü bizzat kendisi kapatıyormuş, seçeneklerini sınırlıyor ve
seçenekleri seçenek'e indirgemek günahını işliyormuş. Dostuna sormaktan da
utanmamış:
Başkalarının göremediklerini beherine gösterdiği halde gören hangi göz bile isteye gözüne mil çekebilirmiş ki?
(II)
Seçmek yargıyla ilgili, yargıysa yarmak'la. Yarmak da kolaylıkla tahmin edileceği üzere ikiye ayırmak, bölmek demek. Yaran, yargıda bulunan kişi, doğru bir yargı verse de, tam ortadan âdil olarak
ikiye yarsa da, yargıya konu olan her defasında yarılmış/yargılanmış olarak
kalacağından, yargı'nın kendisi ayırıcı/bölücü bir işlem olarak varlığa gelmek
zorunda.
Yargıda
bulunmayan nefsin hâline, erbabı şekk adını veriyorlar, yani var mı yok mu, sorusunu havada bırakmanın en esaslı yolu şekk. Sanki, ne var ne
yok, veya, hem var hem yok, demek gibi. Oysa akıl şekk'ten hoşlanmaz ve
sahibini karar vermeye, yargıda bulunmaya, her halukârda bir seçim yapmaya
zorlar.
Bilenler
bilir, aklın birincil yasası şudur:
Bir şey ya vardır, ya yoktur.
Yani var
vardır, yok yoktur. Bir şey varsa yok olamaz, yoksa var olamaz. Dolayısıyla o
şey, hem var, hem yok olamayacağı gibi, ne var, ne yok da olamaz.
O halde?
O halde
bir karar vermeli, ya vardır veya yoktur demeli. Çünkü varsa vardır demek, yoksa yoktur demek doğru, yok olduğu halde vardır demek, var
olduğu halde yoktur demek ise yanlıştır.
Hâl
böyleyse, hem var hem yok veya ne var ne yok denilemez
aklın hükmünce. Akıl yarmak, yargıda bulunmak zorundadır, şekke tahammül
edemez. İki taraftan birini seçmeli, karar vermeli, tercihte bulunmalı, üstelik
doğru veya yanlış, kesin veya değil, muhakkak bir tarafta yer almalı!
Peki bir
tarafı seçsek ve fakat öteki tarafı da reddetmesek? Yani ... vardır veya ... yoktur demekle birlikte seçimimiz dışında kalan seçenek'in yanlışlığını
iddia etmeyip yargımızı ... (var)olabilir veya ... (var)olmayabilir suretine dönüştürsek? İşte o zaman akıl bu adımımızı, ister istemez öncekine
yeğleyecek ve yargımıza sanı (zann) adını verecektir.
Oysa
sanı, aklın korkusu. Korkak aklın cezası. İhanetin bir türü. Yeter ki bir karar verip sahile yanaşayım da
ne olursa olsun, demek ikiyüzlülüğü.
(III)
Yanışı
yazgısı haline getiren, aklın yasalarına uymakla kendisinin cehennemin dibinde
yanmayı hak ettiğine inandığı için yargıda bulunmayı, karar vermeyi, tercih
etmeyi, seçim yapmayı lânetliyor ve taraflı olanların cehennemde, tarafsız
olanların ise cennette yaşadığına inanıyor. Oysa
bilmiyor ki taraf olanlar seçim yaptıkları, karar verdikleri için cehennemin
dibinde yanmakla cezalanırlarken, tarafsız kalmayı yeğleyen korkaklar, seçim
yapmadıkları için değil, hem seçimde bulunma yürekliliğini gösteremedikleri
için, hem de seçimlerinden ötürü cehennemin dibinde yanmayı göze alamadıkları
için kendi cennetlerinde huzur ve sükün içinde yaşamakla cezalanıyorlar.
O yine
bilmiyor ki akıl yararken, yargıda bulunurken sadece doğru karar vermeyi
istemekle kalmıyor, sahibini iki tarafı da tartıp ondan sonra doğru karar
almaya da zorluyor, zira akıl kararsızlıktan nefret ettiği gibi, yanlış
kararlardan da nefret ediyor.
Peki ya
aşk?
İşte
yanışı yazgısı haline getirenin bilmediği de bu! Aşk da —tıpkı akıl gibi—
sahibini karar almaya zorlar. Bir tek farkla ki o doğruyu, yanlışı önemsemez,
doğruyu veya yanlışı seçmiş olmaktan dolayı yanıp yanmayacağını umursamaz,
bilâkis nârına da, nûruna da râzı olur. Gerçek âşık, cennette huzur ve sükun
içinde yaşamakla cezalanmaktansa, cehennemde cayır cayır yanmakla cezalanmayı yeğleyen
adamdır. Çünkü yeğlemesi aklın değil, aşkın zoruyladır.
Aklın
zoruyla seçen ile aşkın zoruyla seçen arasındaki fark, seçimin bedelini
önemsememektir. Aklın seçiminin sonucu doğru veya yanlış olarak
nitelenebilirken, aşkın seçiminin sonucu bu niteliklerden münezzehtir, yeter ki
aşk olsun, ve aşk, gerçek aşk olsun!
Sonsöz
Aklından
zorun mu var, diyene tebessümle mukabele ediyorum, zira aklından zoru
olanın ödeyeceği bedel yanmaktır, aşkından zoru olanın ödeyeceği bedel ise
yanmamaktır.
Söyleyin
bakalım, sizce hangisi daha büyük bir ceza?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder