Her
yazının bir hikâyesi vardır.
BİR
Yoramadan dünyanın ne idüğünü, yordular bizi
o gavurlar, demişti bir gün bana bir genç adam.
Ne dediğini, ne demek
istediğini anlamadım, anlayamadım, soramadım da bir türlü. Benim bu halimi
farkedince, yorma kendini boşuna, dedi, kimse idrak etmedi mânâsın
dâvamızın/biz dahi hayranıyız dâvâ-yı bî-mânâmızın!
VE başladı konuşmaya:
Yalnızmış dediğine göre, yalnızların arasında
yalnız olduğunu hiç bilmeden. Annesinin yüzüne, nedense hep küçümen odalarda
parmaklıkların arasından bakmış, ışığa bakmaya mecali kalmamış o kocaman
gözleriyle. Yalnızmış kalabalıkların arasında, hele hissetmeye çalışırken kanlı
ayaklarını kan gölünün ortasında, çığlıklarını duymuş annesinin yalnız ve tek
başına. Yalnız ve tek başına iken hissedememiş ayaklarını, bir süre sonra da
çığlıkları çığlıklarına karışmış kardeşlerinin. Hücresinde külçe gibi
yığılmış kalmış bir halde ve korkuyla beklerken adının okunacağı ânı, unutmuş
adını, hatırlayamamış.
Adını hatırlamak istememiş, hatırlamamak için hiçbir
şeyi.
Kimliğimizi, kişiliğimizi oluşturanlar,
bizlere yalnız başına yürümeyi öğretmediler mi, diyerek sesini yükseltti
mütehakkim bir edayla.
VE sonra, kendi kendimize yetebileceğimize,
başkalarına muhtaç olmadan, kimseden yardım almadan, tek başına bu dünyaya
anlam verebileceğimize inandırmadılar mı bizleri, diye sordu, sanki cevabını
biliyormuşum gibi.
Yol gösterilebilir bir durumda hissetmek
kendimizi, bize acı verir. Nedendir bilinmez hep yol göstermeye alışmışızdır ve
yine o yüzdendir bütün sancımız, sıkıntılarımız ve dahi ızdırabımız. Kendimizi,
yol gösterilebilir bir duruma düşmüş olarak hissettiğimiz anda ızdırab çekmeye
başlarız, zira hep yolumuzu bulacak bir biçimde donandığımıza, donatıldığımıza
inanmışızdır. O halde nasıl kabul edebilir, nasıl ciddiye alabiliriz
ciddiyetten nasibi olmayan birtakım kılavuzların çiziktirdikleri haritaları?
Biz ki genç adamlar, istemedik kimseleri yanımızda ve hep tek başımıza
aşacağımıza inandık o dik yamaçları. Yalnız olursak, yalnız
kalabilirsek, yalnız yürüyebilirsek, varabiliriz, varolabiliriz
dedik, sürülerin içinde tüm sürülere inat! Isıttığında vücudumuzu, soğuk
çeliğin soğuk kabzası ve bir de bir avuç çekirdek doldurmuşken
ceplerimize, niçin korkacaktık karşımızdaki o acımasız dünyadan?
Gerçekten de
o korkulası dünyadan hiç korkmadı genç yüreklerimiz!
Dostlara sözüm var, gitmem
gerek, diyecek oldum ve fakat dinlemedi bile beni. Oysa meşguldüm ve birçok
işim vardı. Suların üzerine yazı yazacaktım mesela. Genç adam tebessüm etti, hatırlıyorum, tam on beş gün sonra ancak aynaya bakabilmiştim, diye de ilave
etti ardından. İzi alınmış parmaklarından mürekkep lekesini çıkarmak için
karşısına geçtiğinde aynanın, tanıyamamış yüzünü. Kendisi gibi aynanın da
sırları dökülmüş çünkü!
Ne alâkası vardı bütün bunların benim
dünyamla? Sevmem ben böyle sırlı, esrarlı şeyleri! Hep açıklığın, kesinliğin
peşinden koşmuşken yıllarca, şimdi tutup bir de bâb-ı esrârın eşiğine adım mı
atacaktım bunca yıldan sonra?
Şair miydi, deli miydi, divane miydi, neydi bu adam?
Dünyayı çok önemsediğimi, her şeyi ciddiye aldığımı filan söylemeye başladı
üstelik. Dedim ya, sevmem ben böyle sırlı, esrarlı şeyleri, açıklık
isterim, kesinlik isterim, burhan isterim.
Şüphelerimde haklıymışım, şairmiş bu adam.
Çünkü hemen, bir ahbabına ait olduğunu söylediği bazı mısralar döküldü
ağzından:
Derman arardım derdime, derdim bana derman imiş.
Burhan arardım aslıma, aslım bana burhan imiş.
Sağ u solu gözler idim, dost yüzünü görsem deyû,
Ben taşrada arar idim, ol cân içinde cân imiş.
Öyle sanırdım ayrıyam, dost gayrıdır ben gayrıyam,
Bende görüp işiteni, bildim ki ol cânân imiş.
Bu mısraları duyunca, genç adamın yüzüne, ne
demek istediğinizi pekiyi anlayamadım der gibi baktım, sonra da münasip bir
lisanla, kendisini dinlemekten zevk aldığımı, her ne kadar bu sırlı, esrarlı
şeylerden pek anlamasam da şiire hikmetten bir parça dendiğini bir zamanlar
bir yerlerde okuduğumu ve müsait bir zamanda kendisini uzun uzun dinlemekle
gerçekten de müstefid olacağımı, ne ki şimdi evime gitmek zorunda olduğumu
filan ifade ettim.
Sizi anlıyorum, diye karşılık verdi, sizden sahip olmadığınız şeyleri terketmenizi istememeliydim. Sizi meşgul
ettiğim, belki de canınızı sıktığım için üzgünüm. Esasen benim de pek vaktim
kalmadı. Fakat sizden bir ricam var: Şayet imkân bulur da kadem basacak
olursanız bir gün şuârâ vâdisine, şu yazımı ehline verin ve benden onlara selam
söyleyin!
Tokalaşıp ayrıldık. O gün bugündür, sözünü
tut(a)mamış bir adamın ezikliğiyle, Küplüce Mezarlığı'nın önünden her geçişimde
utanır ve kendi kendime söylenir dururum, ne işim var benim şuârâ vâdisinde diye.
Geçen gün o yazıyı bir şaire gösterdiğimde, bana sitem etti ve kendilerine gönderilmiş bir yazıyı bunca zaman saklamış olmamdan dolayı beni
kınadı. Çaresiz, ben de bu yazıyı kendilerine vermek zorunda kaldım.
İşte aşağıda okuyacağınız bu bölüm, o genç
adamın yazısından alınmadır.
İKİ
Dostlarım!
Daha önce de konuştuğumuz gibi,
bu, bu konu üzerine üçüncü yazıdır, zira ilk ikisi hiç yazıl(a)madı.
Bir gün, Habeş Melikesi Kendaki’nin hazinesinden
sorumlu olan Habeşli bir hâdim, Yeruşalim’e ibadet etmeye gelir. Dönüş
sırasında arabasında oturup İşayâ Peygamberin Kitabı'nı okumaya başlar. Ruh,
Filupus’a, yaklaş ve bu arabaya tutun, diye emreder. Filupus da arabanın
yanına koşar ve fakat Habeşliyi, İşayâ Peygamberin Kitabı'nı okurken görünce,
ona, peki ama sen okuduğunu anlayabiliyor musun, diye sorar.
Nasıl anlayabilirim ki, diye cevap verir
Habeşli, biri bana yol göstermedikçe? (Elçilerin İşleri, 8: 27-31)
İşte tam da dile gelenin, dile
getireni aştığı bir
makamdır burası. Mânânın, bundan böyle lafzına ihtiyacının kalmadığı bir
makam!
How can I, unless some one guides me?
Kudema, kutsal metinleri anlamak için yola
koyulduğunda, hep birilerinin kılavuzluğuna ihtiyaç duyacağını bilirdi.
Utanmazlardı kendilerine yol gösterecek kimseler aramaktan, zira onlar, kutsal
metinlere nüfuz etmeye talib olacakların, ilim ve tecrübe sahiplerinden
istifade etmeleri lâzım geldiğini müdrik kimselerdi.
O zamanlar işporta tezgahlarında satılmazdı
kitaplar. Asaleti vardı ilmin ve dahi ilim sahiplerinin. İnsanlar ilme talib
olurlar ve ilim ehlinin önünde diz çökerlerdi. İlim herkesin işi
değildi. Mezun olanlar ilim meydanına girebilirlerdi, tıpkı İmam Evzâî’nin (ö.
157) dediği gibi:
Bu ilmin daha önceleri bir asaleti vardı, zira insanların ağızlarından alınıp hâfızaya nakşedilirdi ve fakat kitapların içine girer girmez bütün nuru gidiverdi, ehli olmayanların eline düştü.
Bizler bir metni anlamaktan her söz
ettiğimizde, o metnin ne dediğini, ne demek istediğini bilmek isteriz. Çünkü
bir metni anlamadan okumaya tahammülümüz yoktur. Okuduğumuzu anlamak ve hemen
kullanmak, mesela başkalarına aktarmak isteriz.
Anlamadan yapılan bir okuma,
başkalarına aktarılabilir mi?
Elbette hayır!
Oysa kudema, okuma ediminin
kendisini, anlamanın bir türü olarak kabul ediyorlar ve bu nedenle onlar anlamaksızın da okuyabiliyorlar, bu tür bir okumayı becerebiliyorlardı.
Öyle ya, bizler de anlamadığımız şarkılar
ve dahi şiirler okumuyor muyuz?
Pahalı galerilerde, ne anlama geldiğini
bilmediğimiz birtakım yapıtların önünde, saatlerce ibadet edercesine dolaşmıyor
muyuz?
Anlamaya, o kafa çatlatırcasına anlamaya çalıştığımız metinleri, bir
süre sonra, mesela artık anladığımıza iyice kanaat getirdikten sonra, tıpkı
anlamadığımız öteki metinler gibi tekrarlamıyor muyuz?
Tekrarladığımızda
ezberlemiş, ezberlediğimizde ise tekrarlamış oluyorsak, peki biz bu metinleri
ne zaman anlıyoruz?
Anlamak sözcüğünün
tüm olumlu çağrışımlarına rağmen, ezber ve tekrar sözcükleri bu itibarlarından
mahrum edilmişlerdir. Ezber, ah ne saygın bir edimin adıydı bir zamanlar.
Tekrarlanmadan ezberlenemezdi metinler ve o nedenle tekrarı mümkün kılacak
şekilde yazılırlardı.
Kısa yazmak, özlü yazmak ehline mahsus bir işti, onlar ehline
yazılır, ehli tarafından okunurdu. Ehli olmayanlar için söz uzatılır, şerhler
ve haşiyeler hazırlanırdı. Talik düşülürdü metinlere, sonra da taliklere
talik. Notlara dipnotlar, dipnotlara notlar.
Bir âlimin dizinin dibine çökmeden kitapları
elinize alamazdınız, alsanız bile okuyamazdınız, en nihayet okusanız da
anlayamazdınız.
Bu, tasavvuru güç bir dünya değil midir, bizler için?
Biri size
yol göstermeden, bir metnin satırlarının arasına girememek, birinin dizinin
dibine çökmeden bir bilgiye ulaşamamak, lâyık olduğumuzu göstermedikçe, bir
metni okumaya hak kazanamamak, bütün bunlar, bizim dünyamıza ne kadar da
yabancı! O denli de bizi bunaltan, yüreğimizi daraltan, hatta tahayyül etmeye
bile katlanamayacağımız bir dünya! Haydi utanmayalım da söyleyelim, aptalca
bir dünya!
Oysa ne kadar da kendinden emin bir biçimde
konuşuyordu o Habeşli, nasıl anlayabilirim ki biri bana yol göstermedikçe, derken.
Ne garip değil mi, o bizim kendisinden tiksindiğimiz bir
bataklığın(!) tam da içinde. Halinden memnun, râzı ve mütevazı. Öyle ki her
şey yerli yerinde.
Dedim ya, işte tam da dile gelenin, dile getireni aştığı bir makamdır burası. Mânânın, bundan böyle lafzına ihtiyacının kalmadığı bir makam!
How can I, unless some one guides me?
Buna mukabil, Spinoza’nın (ö. 1677) A Theologico-Political Treatise (New York, 1951) adlı eserinde öne sürdüğü iddia,
o Habeşlinin soylu tevazûu karşısında ne kadar cesametli, ne kadar kesin, ne
kadar mütehakkim görünüyor:
Our knowledge of
Scripture must then be looked for in Scripture only! (s. 98)
Yorumda kesinliği arayacak ve fakat buna
rağmen, her halükârda size kesinliği sağlayacak araçlardan yüzçevireceksiniz.
Gerçekten de bu, yerine getirilmesi çok güç bir talep. O denli de
kışkırtıcı.
Habeşlinin sözü üzerine söz söylemeye cesaret
edebilmiş başkaları da var. Mesela David R. Olson bunlardan biri. Kendisi The
World on Paper (Cambridge, 1994) adlı eserinde, Habeşlinin bu sözünden şu
neticeyi istinbat etmiş, sanki yorum, mümkinât sahasında kendisine
hiçbir yer bulamadığı bir aralıkta ikamet edebilirmiş gibi:
When interpretation becomes impossible, we require a theory, a set of concepts, to guide us. (s. 115)
Yorum yapmak imkânsız bir hâl aldığında, niçin
bir yorum(lar) teorisine ihtiyaç duyulmaktadır?
Gidip dostlarıma danışmalıyım,
bu sualin cevabını verebilmek için. Çünkü yazı yazmanın adına sesli düşünme dedikleri
günden beri, onlar bu konularda sesli düşünmüyorlar da diyorlar ki:
Kırk yıldan beri tekellüm ediyoruz da insanlar bizi kendileriyle konuşuyor zannediyorlar.
O halde ne yapmalıyım?
Nerede bulmalıyım
kendisiyle konuşabileceğim dostları?
Yoksa ben de susmalı mıyım, bin yıllık
bir halıda bin yıldan beri bağdaş kurmuş bir çınar gibi.
Öyle ya bize yol
gösterecek olanlar, yoldan ayrıldılar ve şu anda onların yerlerinde yoldan
çıkmış olanlar oturuyor.
Hâsıl-ı kelâm, yoramadan dünyanın ne
idüğünü, yordular bizi o gâvurlar.





Hiç yorum yok:
Yorum Gönder