Sayfalar

TEK BAŞINA NASIL YORABİLİRİM BU DÜNYAYI?


Aralık 1997 



Her yazının bir hikâyesi vardır.
BİR

Yoramadan dünyanın ne idüğünü, yordular bizi o gavurlar, demişti bir gün bana bir genç adam.

Ne dediğini, ne demek istediğini anlamadım, anlayamadım, soramadım da bir türlü. Benim bu halimi farkedince, yorma kendini boşuna, dedi, kimse idrak etmedi mânâsın dâvamızın/biz dahi hayranıyız dâvâ-yı bî-mânâmızın!

VE başladı konuşmaya:

Yalnızmış dediğine göre, yalnızların arasında yalnız olduğunu hiç bilmeden. Annesinin yüzüne, nedense hep küçümen odalarda parmaklıkların arasından bakmış, ışığa bakmaya mecali kalmamış o kocaman gözleriyle. Yalnızmış kalabalıkların arasında, hele hissetmeye çalışırken kanlı ayaklarını kan gölünün ortasında, çığlıklarını duymuş annesinin yalnız ve tek başına. Yalnız ve tek başına iken hissedememiş ayaklarını, bir süre sonra da çığlıkları çığlıklarına karışmış kardeşlerinin. Hücresinde külçe gibi yığılmış kalmış bir halde ve korkuyla beklerken adının okunacağı ânı, unutmuş adını, hatırlayamamış.

Adını hatırlamak istememiş, hatırlamamak için hiçbir şeyi.





Kimliğimizi, kişiliğimizi oluşturanlar, bizlere yalnız başına yürümeyi öğretmediler mi, diyerek sesini yükseltti mütehakkim bir edayla.

VE sonra, kendi kendimize yetebileceğimize, başkalarına muhtaç olmadan, kimseden yardım almadan, tek başına bu dünyaya anlam verebileceğimize inandırmadılar mı bizleri, diye sordu, sanki cevabını biliyormuşum gibi.





Yol gösterilebilir bir durumda hissetmek kendimizi, bize acı verir. Nedendir bilinmez hep yol göstermeye alışmışızdır ve yine o yüzdendir bütün sancımız, sıkıntılarımız ve dahi ızdırabımız. Kendimizi, yol gösterilebilir bir duruma düşmüş olarak hissettiğimiz anda ızdırab çekmeye başlarız, zira hep yolumuzu bulacak bir biçimde donandığımıza, donatıldığımıza inanmışızdır. O halde nasıl kabul edebilir, nasıl ciddiye alabiliriz ciddiyetten nasibi olmayan birtakım kılavuzların çiziktirdikleri haritaları?

Biz ki genç adamlar, istemedik kimseleri yanımızda ve hep tek başımıza aşacağımıza inandık o dik yamaçları. Yalnız olursak, yalnız kalabilirsek, yalnız yürüyebilirsek, varabiliriz, varolabiliriz dedik, sürülerin içinde tüm sürülere inat! Isıttığında vücudumuzu, soğuk çeliğin soğuk kabzası ve bir de bir avuç çekirdek doldurmuşken ceplerimize, niçin korkacaktık karşımızdaki o acımasız dünyadan?

Gerçekten de o korkulası dünyadan hiç korkmadı genç yüreklerimiz!

Dostlara sözüm var, gitmem gerek, diyecek oldum ve fakat dinlemedi bile beni. Oysa meşguldüm ve birçok işim vardı. Suların üzerine yazı yazacaktım mesela. Genç adam tebessüm etti, hatırlıyorum, tam on beş gün sonra ancak aynaya bakabilmiştim, diye de ilave etti ardından. İzi alınmış parmaklarından mürekkep lekesini çıkarmak için karşısına geçtiğinde aynanın, tanıyamamış yüzünü. Kendisi gibi aynanın da sırları dökülmüş çünkü!
Ne alâkası vardı bütün bunların benim dünyamla? Sevmem ben böyle sırlı, esrarlı şeyleri! Hep açıklığın, kesinliğin peşinden koşmuşken yıllarca, şimdi tutup bir de bâb-ı esrârın eşiğine adım mı atacaktım bunca yıldan sonra?

Şair miydi, deli miydi, divane miydi, neydi bu adam? Dünyayı çok önemsediğimi, her şeyi ciddiye aldığımı filan söylemeye başladı üstelik. Dedim ya, sevmem ben böyle sırlı, esrarlı şeyleri, açıklık isterim, kesinlik isterim, burhan isterim.

Şüphelerimde haklıymışım, şairmiş bu adam. Çünkü hemen, bir ahbabına ait olduğunu söylediği bazı mısralar döküldü ağzından:
Derman arardım derdime, derdim bana derman imiş. 
Burhan arardım aslıma, aslım bana burhan imiş. 
Sağ u solu gözler idim, dost yüzünü görsem deyû, 
Ben taşrada arar idim, ol cân içinde cân imiş. 
Öyle sanırdım ayrıyam, dost gayrıdır ben gayrıyam, 
Bende görüp işiteni, bildim ki ol cânân imiş.
Bu mısraları duyunca, genç adamın yüzüne, ne demek istediğinizi pekiyi anlayamadım der gibi baktım, sonra da münasip bir lisanla, kendisini dinlemekten zevk aldığımı, her ne kadar bu sırlı, esrarlı şeylerden pek anlamasam da şiire hikmetten bir parça dendiğini bir zamanlar bir yerlerde okuduğumu ve müsait bir zamanda kendisini uzun uzun dinlemekle gerçekten de müstefid olacağımı, ne ki şimdi evime gitmek zorunda olduğumu filan ifade ettim.

Sizi anlıyorum, diye karşılık verdi, sizden sahip olmadığınız şeyleri terketmenizi istememeliydim. Sizi meşgul ettiğim, belki de canınızı sıktığım için üzgünüm. Esasen benim de pek vaktim kalmadı. Fakat sizden bir ricam var: Şayet imkân bulur da kadem basacak olursanız bir gün şuârâ vâdisine, şu yazımı ehline verin ve benden onlara selam söyleyin!





Tokalaşıp ayrıldık. O gün bugündür, sözünü tut(a)mamış bir adamın ezikliğiyle, Küplüce Mezarlığı'nın önünden her geçişimde utanır ve kendi kendime söylenir dururum, ne işim var benim şuârâ vâdisinde diye.






Geçen gün o yazıyı bir şaire gösterdiğimde, bana sitem etti ve kendilerine gönderilmiş bir yazıyı bunca zaman saklamış olmamdan dolayı beni kınadı. Çaresiz, ben de bu yazıyı kendilerine vermek zorunda kaldım.

İşte aşağıda okuyacağınız bu bölüm, o genç adamın yazısından alınmadır.

İKİ

Dostlarım!

Daha önce de konuştuğumuz gibi, bu, bu konu üzerine üçüncü yazıdır, zira ilk ikisi hiç yazıl(a)madı.

Bir gün, Habeş Melikesi Kendaki’nin hazinesinden sorumlu olan Habeşli bir hâdim, Yeruşalim’e ibadet etmeye gelir. Dönüş sırasında arabasında oturup İşayâ Peygamberin Kitabı'nı okumaya başlar. Ruh, Filupus’a, yaklaş ve bu arabaya tutun, diye emreder. Filupus da arabanın yanına koşar ve fakat Habeşliyi, İşayâ Peygamberin Kitabı'nı okurken görünce, ona, peki ama sen okuduğunu anlayabiliyor musun, diye sorar.








Nasıl anlayabilirim ki, diye cevap verir Habeşli, biri bana yol göstermedikçe? (Elçilerin İşleri, 8: 27-31)







İşte tam da dile gelenin, dile getireni aştığı bir makamdır burası. Mânânın, bundan böyle lafzına ihtiyacının kalmadığı bir makam!
How can I, unless some one guides me?
Kudema, kutsal metinleri anlamak için yola koyulduğunda, hep birilerinin kılavuzluğuna ihtiyaç duyacağını bilirdi. Utanmazlardı kendilerine yol gösterecek kimseler aramaktan, zira onlar, kutsal metinlere nüfuz etmeye talib olacakların, ilim ve tecrübe sahiplerinden istifade etmeleri lâzım geldiğini müdrik kimselerdi.

O zamanlar işporta tezgahlarında satılmazdı kitaplar. Asaleti vardı ilmin ve dahi ilim sahiplerinin. İnsanlar ilme talib olurlar ve ilim ehlinin önünde diz çökerlerdi. İlim herkesin işi değildi. Mezun olanlar ilim meydanına girebilirlerdi, tıpkı İmam Evzâî’nin (ö. 157) dediği gibi:
Bu ilmin daha önceleri bir asaleti vardı, zira insanların ağızlarından alınıp hâfızaya nakşedilirdi ve fakat kitapların içine girer girmez bütün nuru gidiverdi, ehli olmayanların eline düştü.
Bizler bir metni anlamaktan her söz ettiğimizde, o metnin ne dediğini, ne demek istediğini bilmek isteriz. Çünkü bir metni anlamadan okumaya tahammülümüz yoktur. Okuduğumuzu anlamak ve hemen kullanmak, mesela başkalarına aktarmak isteriz.
Anlamadan yapılan bir okuma, başkalarına aktarılabilir mi?

Elbette hayır!

Oysa kudema, okuma ediminin kendisini, anlamanın bir türü olarak kabul ediyorlar ve bu nedenle onlar anlamaksızın da okuyabiliyorlar, bu tür bir okumayı becerebiliyorlardı.
Öyle ya, bizler de anlamadığımız şarkılar ve dahi şiirler okumuyor muyuz?

Pahalı galerilerde, ne anlama geldiğini bilmediğimiz birtakım yapıtların önünde, saatlerce ibadet edercesine dolaşmıyor muyuz?

Anlamaya, o kafa çatlatırcasına anlamaya çalıştığımız metinleri, bir süre sonra, mesela artık anladığımıza iyice kanaat getirdikten sonra, tıpkı anlamadığımız öteki metinler gibi tekrarlamıyor muyuz?

Tekrarladığımızda ezberlemiş, ezberlediğimizde ise tekrarlamış oluyorsak, peki biz bu metinleri ne zaman anlıyoruz?

Anlamak sözcüğünün tüm olumlu çağrışımlarına rağmen, ezber ve tekrar sözcükleri bu itibarlarından mahrum edilmişlerdir. Ezber, ah ne saygın bir edimin adıydı bir zamanlar. Tekrarlanmadan ezberlenemezdi metinler ve o nedenle tekrarı mümkün kılacak şekilde yazılırlardı.




Kudema, muhtasar ve müfid bir tarzda yazılmış metinlerden hoşlanırdı, zira güçlü metinler muhtasar ve müfid olarak yazılmış metinlerdi. Küçük risaleler, geniş zamanlarda yazılabilirlerdi, koca ciltler ise geniş zaman bulunamadığında. O yüzden herkes muhtasar ve müfid yazamazdı.

Kısa yazmak, özlü yazmak ehline mahsus bir işti, onlar ehline yazılır, ehli tarafından okunurdu. Ehli olmayanlar için söz uzatılır, şerhler ve haşiyeler hazırlanırdı. Talik düşülürdü metinlere, sonra da taliklere talik. Notlara dipnotlar, dipnotlara notlar.




Bir âlimin dizinin dibine çökmeden kitapları elinize alamazdınız, alsanız bile okuyamazdınız, en nihayet okusanız da anlayamazdınız.

Bu, tasavvuru güç bir dünya değil midir, bizler için?

Biri size yol göstermeden, bir metnin satırlarının arasına girememek, birinin dizinin dibine çökmeden bir bilgiye ulaşamamak, lâyık olduğumuzu göstermedikçe, bir metni okumaya hak kazanamamak, bütün bunlar, bizim dünyamıza ne kadar da yabancı! O denli de bizi bunaltan, yüreğimizi daraltan, hatta tahayyül etmeye bile katlanamayacağımız bir dünya! Haydi utanmayalım da söyleyelim, aptalca bir dünya!

Oysa ne kadar da kendinden emin bir biçimde konuşuyordu o Habeşli, nasıl anlayabilirim ki biri bana yol göstermedikçe, derken.

Ne garip değil mi, o bizim kendisinden tiksindiğimiz bir bataklığın(!) tam da içinde. Halinden memnun, râzı ve mütevazı. Öyle ki her şey yerli yerinde.

Dedim ya, işte tam da dile gelenin, dile getireni aştığı bir makamdır burası. Mânânın, bundan böyle lafzına ihtiyacının kalmadığı bir makam!
How can I, unless some one guides me?
Buna mukabil, Spinoza’nın (ö. 1677) A Theologico-Political Treatise (New York, 1951) adlı eserinde öne sürdüğü iddia, o Habeşlinin soylu tevazûu karşısında ne kadar cesametli, ne kadar kesin, ne kadar mütehakkim görünüyor:







Our knowledge of Scripture must then be looked for in Scripture only! (s. 98)







Yorumda kesinliği arayacak ve fakat buna rağmen, her halükârda size kesinliği sağlayacak araçlardan yüzçevireceksiniz. Gerçekten de bu, yerine getirilmesi çok güç bir talep. O denli de kışkırtıcı.

Habeşlinin sözü üzerine söz söylemeye cesaret edebilmiş başkaları da var. Mesela David R. Olson bunlardan biri. Kendisi The World on Paper (Cambridge, 1994) adlı eserinde, Habeşlinin bu sözünden şu neticeyi istinbat etmiş, sanki yorum, mümkinât sahasında kendisine hiçbir yer bulamadığı bir aralıkta ikamet edebilirmiş gibi:
When interpretation becomes impossible, we require a theory, a set of concepts, to guide us. (s. 115)
Yorum yapmak imkânsız bir hâl aldığında, niçin bir yorum(lar) teorisine ihtiyaç duyulmaktadır?

Gidip dostlarıma danışmalıyım, bu sualin cevabını verebilmek için. Çünkü yazı yazman adına sesli düşünme dedikleri günden beri, onlar bu konularda sesli düşünmüyorlar da diyorlar ki:
Kırk yıldan beri tekellüm ediyoruz da insanlar bizi kendileriyle konuşuyor zannediyorlar.
O halde ne yapmalıyım?

Nerede bulmalıyım kendisiyle konuşabileceğim dostları?

Yoksa ben de susmalı mıyım, bin yıllık bir halıda bin yıldan beri bağdaş kurmuş bir çınar gibi.

Öyle ya bize yol gösterecek olanlar, yoldan ayrıldılar ve şu anda onların yerlerinde yoldan çıkmış olanlar oturuyor.

Hâsıl-ı kelâm, yoramadan dünyanın ne idüğünü, yordular bizi o gâvurlar.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder