Sayfalar

SONUNDA SADE BİR AH KOPAR DİLDEN!


10-11 Nisan 2010



Tanrı'nın evini kim bilmez?

Mekke'de Hz. İbrahim'in inşa ettiği ev: Kâbe.

Hâli vakti yerinde olan müslümanların ziyaret etmekle mükellef oldukları tek ev.

Bu ziyaret o kadar önemlidir ki İslam'ın beş temel şartı arasında yer alır.

Kısaca, İslam dünyasında ziyaret edilen tek evdir Kâbe!

Peki ya Peygamber'in evi?

Çok kimse bilmez yerini. Varlığından bile haberdar olan kaç kişi vardır ki şunun şurasında? Ziyaret edeni de azdır bu yüzden, hatırlayanı da. (Oysa mesele, Araplıkla filan izah edilemeyecek denli ihtimamı haketmektedir.)

Müslüman bilinci, Tanrı'nın Evi'ne (Beytullah'a) sahip çıkmış ama Peygamber'in evini ihmal etmiştir.

Bile isteye mi acaba?

Biraz öyle, biraz değil.

Bile isteye, çünkü İslam dünyasında -Tanrı'nın evi dışında- hatırasına hürmeten muhafaza edilen bir tek ev bile bulunmuyor. (Kâbe'nin de içi değil, ancak dışı ziyaret edilebiliyor.)

Hürmete, ve dolayısıyla ziyarete lâyık olan, ne yazık ki evler değil, sadece mezarlardır bizim kültürümüzde.

Cumhuriyet dindarlığının marifetiyle artık mezar ziyaretlerine düşkünlüğümüz de kalmadı. Mezar ziyaretlerine, yani ölülerimize, yani geçmişimize.

Tarihe/tarihî mirasımıza o kadar hoyrat davrandık ki en nihayet bir şeyin devamı olmak duygumuzu yitirdik. Süreklilik ve kalıcılık duygumuzu.







İmdi, geçmişin hatıralarını muhafaza etmek hassasından mahrumuz. Kendimizi kendimizden biz mahrum ediyoruz, başkaları değil.

Bu satırları Londra'da, bir otel odasında, ve pek tabii ki bir haftadır ziyaret ettiğim evlerin üzerimde bıraktığı tesirle yazıyorum.

Batı toplumlarında artık iyice kökleşmiş olan geçmişe/tarihe hürmet ve ihtimam duygusu, kendi düşünce ve sanat adamlarının hatıralarına sahip çıkmalarını da kolaylaştırıyor. Bu sayede de eğer istenirse bugün birçok düşünür ve sanatçının evi -hemen hemen aslına yakın bir surette korunmuş bir halde- ziyaret edilebiliyor.






Ben de bu vesileyle oturdum, yıllardır ziyaret ettiğim düşünür ve sanatçı evlerinin (ve mezarlarının) biraz eksiğiyle de olsa bir listesini çıkarmaya çalıştım, sırf mahrumiyetimizin miktarı iyice tebellür etsin diye.

Bir topluma, kendini kendinden mahrum etmesi kadar büyük bir ceza verilebilir mi, inanın bilemiyorum.

(Bu-ara-da izin veriniz lütfen, yolculuk boyunca size kemanıyla Farid Farjad eşlik etsin!)

Önce evler...

1. Bazı evlerin elimde sadece adresi vardı. O adrese gittiğimde, evin yerinde yeller esiyordu. (Londra'da Marx'ın evinin yerinde bir restaurant, William Blake'in evinin yerindeyse bir kuaför vardı.)

2. Bazı evleri dışarıdan görmekle yetindim. Çünkü evin içini, -bazen üzerinde hangi düşünür ve sanatçının hangi tarihte yaşadığını gösterir bir plaket bulunmakla birlikte- görebilmek mümkün olmadı. (Ne mahzuru var, yine de bir evi, bulunduğu sokağın içinde öylece temaşa etmek bile çok etkileyicidir.)

Meselâ Schillerin doğduğu evin sadece dışını görmüş (Marbach), ama buna mukabil öldüğü evin içini gezmiştim (Weimar), buna mukabil Spinoza'nın vefat ettiği evi (Den Haag) ancak dışarıdan görebilmiş ama yaşamış olduğu kulübenin (Rijnsburg) içini değilse bile bahçesini gezebilmiştim.

3. Bazı evleri ise, ya aslına yakın bir surette muhafaza edilmiş olarak ya da restore edilmiş bir hâlde -çoğu zaman eşyalarıyla birlikte- gezmek mümkün olabildi.

Meselâ Goethenin doğduğu evi de (Frankfurt), öldüğü evi de (Weimar) etraflıca gezebildiğim halde, Tübingen'de kaldığı evi sadece dışından (Şubat 2013'te içini de) görebilmiştim. Keza Freudun hem uzun yıllar yaşadığı evi (Viyana), hem de öldüğü evi (Londra) aynı şekilde etraflıca gezebilmeme rağmen, Lacanın evini (Paris) sadece dışarıdan görmekle yetinmiştim. Fakat Tolstoyun Moskova’daki kışlığı da, Yasnaya Polyana’daki yazlığı da neredeyse hâlâ içinde yaşanıyormuş gibi canlı ve sahiciydi. Sanki kendisi biraz önce oradaymış da biraz gezintiye çıkmış gibiydi.

Son olarak bir örnek daha vermek gerekirse, bu satırları, Darwinin Londra kırsalındaki ünlü evini (Down House) ziyaret ettiğim günün akşamında yazıyorum. Oysa bir gün önce, 1836-37'de iki yıl yaşadığı evini (Cambridge) ancak dışarıdan görebilmiştim.

4. Roma'da Villa Borghese veya Villa Doria Pamphili, New York'ta Frick MuseumBoston'da Isabella Stewart Gardner Museum, Londra'da Sir John Soane'ın Museum London, Rotterdam'da Huis Sonneveld gibi müze-evlerini ya da Viyana'da Hundertwasser'ın, Barcelona'da Gaudi'nin yapılarını, Granada'da Albayzin evlerini, Kaşan'da Tabatabai'nin ve Burucerdi'nin konaklarını veya Pekin ve Şian'daki Mandarin ev ve bahçelerini -maksad haricine çıkmamak için- listeye dahil etmedim.

Aşağıda ziyaret ettiğim diğer edebiyatçı evlerinin bir listesini veriyorum. (Kimbilir belki ileride bu evlerle ilgili gözlem ve anılarımı tafsilatlı bir biçimde yazmak imkanı da bulurum.)

Dante Alighieri (Floransa), Friedrich Hölderlin (Tübingen), Alexander Puşkin (St. Petersburg), Honoré Balzac (Paris), Victor Hugo  (Paris), Hans Christian Andersen (Kopenhag), Charles Dickens (Londra), Dostoyevski (St. Petersburg), August Strindberg (Stockholm), Bertolt Brecht (Berlin), Çehov (Moskova), Franz Kafka (Berlin, Prag), Thomas Carlyle (Londra), Muhammed İkbal (Cambridge), Nabokov (St. Petersburg), Maksim Gorki (Moskova), Pessao (Lizbon)...

Not: Kafka'nın kaldığı ev sayısı dörttür.

Evlerini (ve atölyelerini) ziyaret ettiğim ressamlardan hatırlayabildiklerim ise şunlar:

Michelangelo (Floransa), Dürer (Nürnberg), El Greco (Toledo), Rembrandt (Amsterdam), Sir Leighton (Londra), Delacroix (Paris), Millet (Barbizon), Gainsborough (Londra), Pissarro (Pontoise), Monet (Giverny), Cézanne (Aix-en-Provence), Van Gogh (Auvers-sur-Oise; Arles; St.Rémy); Picasso (Paris), René Magritte (Brüksel), Arkhip Kuinji (St. Petersburg)...

Not: Paul Cézanne'ın doğduğu, büyüdüğü ve öldüğü 3 ayrı ev var. En önemlisi üçüncüsüdür. (Ressamlar sözkonusu olduğunda, bu sanatçıların hangi tablolarını nerede yaptıkları çok önemli olduğu gibi, resmettikleri mekânlar da fevkalâde mühimdir. Cafeler. hastahaneler gibi, bu yerleri de ayrıca belirtmiyorum.)

Hem Cézanne'ın, hem de Van Gogh'un ahbabı olan Dr. Gachetnin Auvers-sur-Oise'da ziyaret ettiğim sevimli evini de bu vesileyle anmalıyım.

Ayrıca,

Galileo (Floransa); Luther ve Melanchton (Wütenberg); Alexander ve Wilhelm Humboldt (Berlin); Casanova ve Marco Polo (Venedik); Engels (Londra), Spinoza (Rijnsburg ve Den Haag), Hegel (Stuttgart), Nietzsche (Röcken, Naumberg), Heidegger (Meßkirch, Todnauberg), Gaudi (Barcelona).

Müzisyenlerden ise, Wagner (Bayreuth, Dresden), Händel (Halle), Liszst (Bayreuth)...

Hatırlayabildiklerim bu kadar.

Aşağıda da mezarlardan söz edeceğim.

Niçin?

Çünkü Londra'da ilk gün Marxın mezarına gittim. Cambridge'e gitmemin asıl nedeni de Wittgensteinın mezarını ziyaret etmekti.

Artık diğerlerini hatırlamamak kabil mi?

Haydi ey talib, bu arada sen de kendi memleketinde hangi alim ve arifin, hangi düşünür ve sanatçının evini veya mezarını ziyaret ettiğini hatırlamaya çalış!

Muhtemelen mezarları hatırlayacaksın, ama evleri aslâ!

VE şimdi de mezarlar...

Bir şehri tanımak, biraz da o şehrin mezarlıklarını tanımak demektir.

Sözgelimi İstanbul.

İstanbul'da ilim-irfan hayatının tarihi, aslâ mezarlıklarına müracaat edilmeden yazılamaz. Meselâ Edirnekapı Mezarlığı. Tam ortada Mehmed Akif Ersoy, bir tarafında Babanzade Ahmed Naim, diğer tarafında Süleyman Nazif, hemen yanıbaşında da Muallim Cevdet. Yine birkaç adım aşağıda Yusuf Akçura, biraz daha ilerisinde de Hasan Basri Çantay.

Fatih Camii haziresinde Ahmed Cevdet Paşa, ve keza yanısıra Ahmed Midhat Efendi.

Cağaloğlu'nda, hadi Sultan türbelerini zikretmeyelim ama Şeyh Bedreddinin veya Said Halim Paşanın ya da Ziya Gökalpin mezarını görmek isterseniz, başınızı biraz kaldırıp etrafınıza bakmalısınız.

Peki Süleymaniye'nin veya diğer camilerin hazirelerinde kimler yatıyor dersiniz?

Ya Eyüp Mezarlığı'nda yatanlar?

Hani nerede Karacaahmed'in veya Beylerbeyi Mezarlığı'nın sakinleri? Cemil Meriç nerede meselâ?

Bu arada, eğer Elmalılı Hamdi Yazır'ı ziyaret etmek isterseniz, biraz kenara kayacaksınız. Sahra-yı Cedid Mezarlığına.

Tevfik Fikret, Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar neredeler diye mi soruyorsunuz, o takdirde yönünüzü Boğaz'a çevireceksiniz. Aşiyan'a. Hasbelkader orada Tevfik Fikret'in evi de korunmuş durumda. (Belki bir de Burgaz'da Sait Faik, Heybeliada’da Hüseyin Rahmi Gürpınar, Büyükada’da Reşat Nuri Güntekin ve en son Troçki’nin kaldığı evin yıkıntıları. Peki ya diğerleri?)

Kısacası, bir zamanlar şehrin ilim-irfan hayatını etkilemiş isimlerin çoğu, şimdi bu mezarlıklarda medfun bir hâlde düşünce ve sanat ehlinin ilgisini bekliyorlar.

Evlerine sahip çıkamıyoruz, bari mezarlarına sahip çıkalım. Mezarlarına ve bilhassa mezar taşlarına...

Her mezar taşı bir bilgi hazinesidir okumasını bilene!

Sahip çıkmak, muhafaza etmek, ihtimam göstermek.

Nerede?

Bu işlerin sorumluları, mezarları tanıtıyoruz diye hazırladıkları uyduruk plaketleri o canım mezar taşlarının üzerine hem de kocaman demir çivilerle çaktılar da kimsenin sesi çıkmadı. Uyardık ama dinleyen de olmadı. (Eyüp Mezarlığı bu katliamın örnekleriyle doludur. Dileyen Tunuslu Hayreddin Paşa kabristanından seyre başlasın!)

Yıllardır, İstanbul'da ve Bursa'da muhakkak bir Mezar Taşları Müzesi kurulmalı diye yazdım durdum, kulak asan çıkmadı, ne İstanbul Büyük Şehir Belediyesi'nden, ne diğer ilçe Belediyelerinden, ne de Kültür Bakanlığı'ndan.

Bunun asıl sebebi, sanırım biraz da benim şu tabii senatörler adını verdiğim bir dizi sağcı ve dinci danişmendin o ruhsuz, o cansız, o uyuşuk tabiatlarının on-on beş yıl içinde şişine şişine artık iyice takallus etmesi!

En nihayet, sade bir ah kopar dilden.

Acaba bu işler Batı'da çok mu farklı?

Aslında oralarda da benzer sorunlar var. Çünkü devlet (belediyeler) bu işlere pek doğrudan karışmıyor. Mezarların bakımını üstlenenler daha çok özel kişiler, yani ilgili düşünür veya sanatçının yakınları ve sevenleri. Vakıflar.

Roma'da veya Paris'te Panteonlar hep devletin himayesini yansıttı ve hâlen de öyledir. Keza Londra'da da Westminster Abbey veya St. Paul Katedralleri bir tür Panteon görevi yapıyorlar. Meselâ ilkinde Darwin, ikincisinde Turner (ve Joshua Reynolds, William Blake) yatıyor.

Londra'nın acemisiyim. Nitekim yukarıda Marxın Highgate'teki mezarına gittiğimi yazmıştım. Marx'ın ciddi takipçilerinin, bu tür işleri fuzuli addettiklerini, bu nedenle de mezar bakımına biraz soğuk baktıklarını sanıyorum. Muhtemelen burjuva âdeti filan diyorlardır. (Gerçi insan Lenin'in Moskova’daki mozolesini hatırlamadan edemiyor ya, neyse!)

Dikkat çekici olan, Marx'ın mezarına kadınların rağbetiydi. Sanırım genelde de ziyaretçilerinin çoğu kadın. (Ah şu vefa!)

Wittgensteinın mezarına ev sahipliği yapmasaydı, Cambridge'e gider miydim pek emin değilim. Mezar taşı, bir dervişinki kadar sadeydi. Göze görünmemek için saklanıyordu âdeta. Anlaşılan, hâlâ âşık-ı sâdıkları var. Çiçeklerden belli.

Berlin'de Hegel ile Fichtenin mezarları yanyanadır. Yosun tutmuş taşları da fevkalâde mütevazıdır. Oysa aynı mezarlıkta, birkaç adım ileride yatan Brecht ile eşi Helena Weigelın mezarları gayet canlı, gayet bakımlıdır. Çünkü mezarlık, zaten yıllarca yaşamış oldukları evlerinin hemen yanındadır. (Mezar taşının üzerine küçük küçük çakıl taşları koyanları mı istersiniz, yoksa Brecht'e selam çakmak kabilinden taşın üzerinde purolarını söndürenleri mi?)

Alexander ve Wilhelm Humboldt kardeşler, malikânelerinin haziresinde (aile mezarlığında) medfun oldukları için biraz gözden uzaktalar. Ama isteyenler için aynı mesafe ancak bir taş atımı kadar!

Nietzsche'nin mezarı Röcken'de, hemen doğduğu evin yanındadır. Heidegger'in mezarı da doğduğu evden pek uzak sayılmaz. Meßkirch mezarlığındadır. Başucu taşının üzerinde de haç değil, yıldız simgesi vardır.

Paris'in yüreği ne kadar Panteon'da atıyorsa, kalbi de bir o kadar Père-la-Chaise'de çarpar.
Voltairelerin, Rousseauların, Hugoların, Zolaların hatıraları o kasvetli Panteon'un mermerleri altında ezilirken, Père-la-Chaise'de Honoré de Balzac bütün haşmetiyle ziyaretçilerine Beşerî Komedya'yı anlatır durur hâlâ.

Molière ve La Fontaine gibi edebiyatçıların, Saint-Simon ve Auguste Comte gibi düşünürlerin, Chopin ve Edith Piaf gibi sanatçıların mezarlarını bulmak için biraz zahmet çekeceksiniz. Yılmaz Güney ile Ahmet Kayanın mezarları da orada. (Güney'in mezarı ne kadar ruhsuz yapılmışsa, Kaya'nınki de o kadar sevimlidir.)

Müzik deyince, Bach'ın mezarı Nürnberg'de Thomaskirche'nin sinesindedir. Wagner'in mezarı ise, Bayreuth'ta, eşi Cosima'yla birlikte evlerinin hemen arka tarafındadır. Cosima'nın babası ünlü piyanist Liszst'in evi kızının eviyle komşu olmasına rağmen, mezarı aynı şehirde ama biraz uzakta, bir türbenin içindedir. Hölderlin'in mezarı Tübingen'de, ünlü Alman ressam Albrect Dürer'in mezarı ise Nürnberg'dedir.

Van Goghun mezarını ziyaret etmek isteyenler şehrin biraz dışına çıkmak zorunda. Auvers-sur-Oise tarafına. Mezarı, tabancasını göğsüne sıktığı tarlanın hemen karşısındadır. Ölmeden önce yaptığı son tabloda resmettiği tarlanın karşısında. Hem de kardeşiyle koyun koyuna. (Sırf estamplarından etkilendiği Hiroşige Utakawa'nın hatırına, Van Gogh'un mezarı hemen her mevsim Japon ziyaretçilerle dolup taşar. Gösterdikleri hürmet hakikaten görülmeye değer.)

Prag'da Kafkanın mezarını değil ama mezarlığını görebilmiştim. Bu nedenle hep kitap arasına konulmuş kuru bir yaprakla hatırlarım o ziyareti.

Dostoyevskinin St. Petersburg’daki mezarı gayet gösterişsizdir, ancak Tolstoyun Yasnaya Polyana’daki mezarı tek kelimeyle sadeliğin ihtişamını yansıtır.

Yazıyı Floransa'yla noktalayalım. Machiavelli, Galileo ile Michelangelonun mezarına, Danteninse makamına evsahipliği yapan Santa Croce Kilisesi'yle.

Sırasıyla siyaset, bilim, sanat ve edebiyat, hepsi de bir çatının altında. Yanyana.

Bir kültür senfonisi.

Sözün özü, ey talib, hurafelerinin kıymetini bil!

Kendini yani.

NOT: Mezarlık ve türbelerinin zenginliği bakımından Suriye ve İran'ı zikretmemek olmaz. 2008'de Şam'da ziyaret ettiğim Şeyh-i Ekber İbn Arabi'nin türbesini teberrüken zikredip geçiyorum. İran'a gelince, Pers hükümdarlarının anıt-mezarları (Pasargad ve Taht-ı Cemşid/Persepolis) veya Kuh-i Sengi Ateşgahı (Isfahan) ya da Hasan Sabbah'ın Alamut Kalesi'nin yanısıraMeşhed (İmam Rıza), Tus (Firdevsi, Gazali), Nişabur (Ömer Hayyam, Feridüddin Attar), Hamedan (İbn Sina), Kaşan (Şeyh Kaşani), Şiraz (Hafız, Şeyh Sadi) Mayıs 2013'te ziyaret ettiğim şehirler arasındaydı.





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder