Sayfalar

KİMİN GERÇEĞİSİN SEN?


Eylül 2012


- Bir tanık yoksa onun beni sevdiğini nereden bilebilirim?
- Eğer gerçekten sevdiysen, bu sualin bir önemi olmaz.
Peter Greenaway’in fevkalade fantastik filmi The Cook, the Thief, His Wife & Her Loverın (1989) bu en dramatik sahnesinde, Ahçıbaşı’nın açıklamaları, aşığı, kocası tarafından hunharca katledilmiş olan mahzun ve mükedder dilberi ikna etmeye yetmemiş olacak ki kadının yanıtı, sorusunu yinelemekten ibaret kalacaktır:

Biri izlemedikçe onunla yaşadıklarımızın gerçek olduğunu nereden bilebilirim?

Gerçeği avuçlanabilirmişcesine duyumsama isteği insanın en kadim ihtiyacıdır. Bu ihtiyaç sadece çaresizliğinin kökeni değil, ispatıdır da. Acziyetinin. Kabul etmek elinden gelmese de, kendisinde muhayyel bir kudret ve iktidar vehmetmeyi marifet addetse de insan çaresizliğinin tadına çok geç varır ne yazık ki. Güçsüzlüğündeki gücün.
İzlenmek, görülmek istediği için de göstermekten, teşhir etmekten kendini alamaz. Kendisi hakkında haber almak ister. Başkalarından. Aklınca, gerçeğin, gerçeğinin avuçlanabilir olduğunu kanıtlamak ister. Kendisine ve başkalarına. Yüzüne aynalar tutulsun ister bu yüzden. Ama dışyüzüne. Teşhir ettiği kadarına. Zahirine.

Grekçe ἀλήθεια, Latince veritas, Arapça حق, eski Türkçe’de hakikat, yenisinde gerçek(lik).

Kadim ustaların tanımı gayet sadedir: zihin ile dış dünya arasındaki mutabakat.

İşbu mutabakatın adıdır hakikat.

Mutabakat, ki karşılığında Almanlar die Übereinstimmung diyorlar, dikkat ediniz lütfen, basitçe bilinçle dışarısı arasında ne özdeşlik (ayniyet), ne eşitlik (müsavat), ne de denklik (mütakabiliyet) kastedilmekte. Söylenen sadece mutabakat.
Peki biz bu mutabakatı nerede arayıp bulacağız? Nasıl bulacağız? Bulursak, bulduğumuzun aradığımız olduğundan nasıl emin olacağız?
Alimlerimiz meseleyi bir mertebe daha yükseltmekten kaçınmamışlar ve aralarında mutabakatı aranan üç kavramdan söz etmişlerdir: zihin, hariç ve nefs’ul-emr.
Nefs’ul-emr, hani Kant’ın çevresinde döndüğü ding-an-sich, şu ünlü kendinde-şey (noumenon). Yani öz.
Hariç’te olan her şey nefs’ul-emr’de vardır ama nefs’ul-emr’de olan her şey hariç’te yoktur. Böylelikle nefs’ul-emr’in harici içerdiği anlaşılmış olur. Kısacası, hakikat, hariç ile sınırlandırılamaz. Buna mukabil zihinde olan her şeyin de nefs’ul-emr’e mutabık olduğundan da söz edilemez. Mesela zihnin fantezileri. Hariçte de karşılığı yoktur, nefs’ul-emr’de de. Sadece zihinde vardır. Kurgudur. Kuruntudur.
Bu durumda hakikat, kadim ustalara göre, sadece zihin ile hariç arasındaki mutabakatta bulunamayacaktır, bilakis eşyanın özü ve hakikati nefs’ul-emr’e mutabakatta aranılıp bulunmak zorundadır. İnsanın gücü ölçüsünde.

* * *


Gerçek.
Peki nasıl bileceğiz onu? Ondan nasıl emin olacağız?
Bir duygunun, bir düşüncenin, bir nesnenin gerçekliğinden ve/veya gerçek olup olmamasından değil, bizatihi gerçeğin kendisinden. Hakikatten.
İnsan dış-dünyayla tanıştıkça yarılmaya başlar, hem de ortasından. Zihni ile dışındakiler arasındaki uçurumu farkeder birdenbire. İçindekiler ve dışındakiler diye ayrılır dünyası. Zihin ve dünya diye. Bilinç ve gerçeklik diye. Ben ve o diye. Ben diye diye.
Yanılsamalardan nasıl kurtulacaktır? Gerçekliği kendisinin oluşturup oluşturmadığına ilişkin kuşkulardan, kuruntulardan, kurgulardan? Kendi yapıntılarının dışında bir gerçek var mıdır? Varsa nerededir?
VE yeniden başa dönülür: Peki bu durumda şu dışarıdan, şu dünyadan nasıl emin olunacaktır?

Terry Gilliam’in yönettiği Twelve Monkeysde (1995) bu kuşku çok ilginç bir biçimde dile gelir. Yaşlı psikiyatri profesörü, genç meslektaşının desteklemeye başladığı felaket senaryolarıyla ilgili olarak onu şöyle yatıştırmaya çalışır:

Sen aklı başında bir insansın. Eğitilmiş bir psikiyatrsın. Gerçek (real) olanla olmayanı pekala birbirinden ayırdedebilirsin.

Kadının yanıtı gayet susturucudur:

Gerçek (truth) dediğimiz, herkesin kabul ettiği bir şey değil midir?

Dolayısıyla gerçek, en nihayet, toplumun kabullerinden ibarettir ve kesin olamaz. Kesin değilse güvenilemez. Bu üstesinden gelinemeyen kuşku da insana gerçek denilen şeyin pekala toplumun kabullerinin dışında da aranabileceğini gösterir.
Yanıtın devamı ise daha keskindir:





Psikiyatri... en yeni din!





Kimin deli olduğuna, kimin olmadığına karar veren bir din. Akıllı ile deli arasındaki sınırı çizen bir din. Toplum üzerindeki iktidarın yeni tezahürü. Bir bakıma yeni mutabakat, yeni hakikat.
Sadece Psikiyatri midir gerçeğin ne olduğunu, hangisi olduğunu belirleyen? Peki Hukuk? Hukuk da gerçeği tayin etmek iddiasında değil midir? Hangi iddianın, hangi davanın gerçeğe mutabık olduğunu?
Bir bakıma öyledir, çünkü her iddia kanıtlandığı takdirde gerçeğe dönüşür, ve kanıtlar gerçeğin teminatıdır. Adalet ise gerçeğin öbür adı. Mutabakatın. Bulunandan çok aranılanın.

Hukukta gerçek yoktur, sadece kanıtlar vardır!

Mike van Diem’in muhteşem filmi Karakterin (1997) en sevdiğim sahnelerinden birinde yer alır bu replik.
Kanıtlanan şey gerçektir. Kanıtlanıyorsa. Kanıtlanabilirse. Aksi takdirde, yalan olur, yanlış olur, zan olur, vehim olur ama asla gerçek olmaz. Olamaz. Kuşkunun olduğu yerde, gerçek, ele geçirilmiş olan değil, kendisinden mahrum bulunulandır.
Kuşkunun olduğu yerde, yani akademide ve mahkemede.
Geçmişin, olanın, olmakta olanın bilgisiyle yetinilen iki yerde. Oysa insan, geleceği de bilmek ister. Geçmişin ve şimdinin gerçeklerini değil, geleceğin gerçeklerini de bilmek ister. Bütünüyle hakikati.
Ne zaman gelecek sözcüğü telaffuz edilirse, o zaman artık bilim’in (akademi) veya yargı’nın (mahkeme) alanından çıkılmış, din’in ve sanat’ın (kehanet’in) alanına girilmiş olduğu kabul edilmelidir.
Kehanet geleceğin bilgisi. Nitekim geçmiş’in, olmuş’un, olmakta olan’ın bilgisi kadar olacak olan’ın da bilgisi değil midir hikmet? Hikmet, yani hakikatin bilgisi. Nefs’ul-emre mutabık olanın. Özün.
Akademide yargılar bilimsel kanıtlara dayanıyor, mahkemede ise hukuki kanıtlara. Yasalar ve yönetmelikler, başka bir deyişle toplumsal gerçekliğin büyükçe bir kısmı işbu kanıtlardan hareketle belirleniyor. Bu nedenledir ki devlete veya topluma sırt dönüldüğünde gerçeğe, gerçeklere sırt dönülmüş oluyor. Her defasında gerçekliği tayin eden o kabuller oluyor. Gerçekliği, yani nizam ve intizamı.
Peki gelecek?
Umut ve vicdan?
Daha da önemlisi, tek başına kaldığında, insanın tanığı olduğu gerçeklik düzlemi?

Konuş ey talib, vakıanın değil, hakikatin dili nerede?

Kendimin isbatı?

Ben kendimi hangi gerçeklik düzleminde bulacağım?

Kimin gerçeğinde?


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder