Quid est veritas?
Pontius Pilatus gibi sen de bu sorunun yanıtını hiç beklemiyorsun değil mi ey talib?
Dudak kıvırıp, hakikat dediğin de nedir ki, diyorsun.
Gerçekte, yanıtı filan umursamıyorsun. Yanıtı, yani hakikati.
Duymak istiyorsan, anlamak istiyorsan, durmalısın o halde! Diz çökmelisin.
Duyacaksan, göreceksen, bileceksen, önce, eğileceksin!
Hakikat'e hürmet edeceksin!
İnsan'ın sesine.
İnsana.
7 Şubat 2004
Hayat
hızlı, hem de çok hızlı akıyor.
Herşey zamanda ve zamanla akıyor, zira zaman
akıyor. Zaman gibi, zamanın içindeki anlar da akıyor. Ânı yakalamak da,
durdurmak da, yavaşlatmak da zor. Öyle ki an dahi biteviye akıyor.
Denizde
seyreden bir gemide gibi miyiz yoksa? İçinde yaşadığımız çevren, geminin aktığı
gibi akıyor da çaresiz biz de onunla birlikte mi akıyoruz? Ayağımızın altındaki
zemin kaydığı için mi biz de kayıyoruz? Geminin içinde gemiyle birlikte
aktığımız için mi çevremiz de akıyor gibi görünüyor?
Hayır!
Hakikatte insandan gayrı akan birşey yok, ayağımızın altında kayan bir zaman
da, zemin de.
Kayan da, akan da sadece biziz.
Ah bir
durabilsek!
Durabilsek,
biraz gayret edip kımıldamadan durabilsek anlayabileceğiz. Durabilsek, durup
bilsek, dursak ve bilsek görebileceğiz. Durup kalabilsek, ellerimizi
uzattığımız herşeye dokunabileceğiz, dokunmak ne kelime, bizatihi herşeyi
kavrayabileceğiz. Lâkin duramıyoruz, duramadığımız için de kavrayamıyoruz.
Yürüdükçe,
hareket ettikçe, üzerine hareket ettiklerimiz bizden uzaklaşıyorlar. Peşinden
koştuklarımız peşinden koştuğumuz sürece kaçıyorlar bizden. Dursak, durabilsek
onlar da bir anda, bir ânın içinde duracaklar, kımıldamadan kendilerini bizim
nazarlarımıza salacaklar. Nokta-i nazarımız olsa, nazarımızın bir süreliğine
ikamet ettiği bir nokta olsa, manzaranın, yani kendisine nazar edilenin de
duracağı bir nokta olacak!
Durmak
ve anlamak, durmak ve görmek arasında çok sıkı bir alâka var. Biraz açalım:
Grekçe'den
alınma teorik-pratik ayrımı bizim dilimizde nazarî-amelî çiftiyle
karşılanır. Nazar theoria'nın (θεωρία), amel praxis'in (πρᾶξις) dilsel mukabili.
Nazar,
yani bakmak, seyretmek ve seyredebilmek için kımıldamadan durmak, bir yerde,
bir noktada ikamet etmek demek.
Amel ise hareketin ta kendisi, yani
eyleme geçmek, eylem içinde olmak demek.
Nâzır (bakan, kendisi hareket
etmediği halde hareket edeni seyreden kimse, anlamına gelir. Bir stadyumun
tribünlerinde oturup sahada hareket edenleri (oynayanları) seyreden adamdır nazariye
ile, theoria ile meşgul olan kişi. Sahadakiler sadece amelle meşgul
olurlar, hareket ederler, eylemde, eylemin içinde bulunurlar. Bakmak ise, sanıldığı gibi, fiil değil, infialdir; yani seyreden aktif değil, pasiftir.
Nazar
sözcüğüne eş bir sözcük daha var dilimizde: rasad (gözlem). Gözleyen
hareket etmez, gözlenen hareket eder.
Nazar
etmek, bir bakıma muntazır olmak, yani beklemek, görmek, anlamak için
kımıldamadan öylece durmak demek.
Durmak
ile anlamak arasında nasıl bir alâka var?
Arabada
giden kişi, kendisine yol kenarından seslenenin bir şeyler dediğini farketse
bile, ne dediğini anlayamaz, belki duyar ama anlayamaz. Anlayabilmesi için önce
durması gerekir.
İngilizce'de
anlamak ile durmak birbirine muhtaçtır. Mesela to stand (stood)
durmak, ayakta durmak, kalmak, bâki kalmak, sebat etmek, daim olmak anlamına
gelirken, to under-stand (understanding) anlamak, öğrenmek, bir
şeyin mânâsını kavramak demektir.
Almanca'da
da anlamak ile durmak birbirini gerektirir: Mesela stehen (gestanden) durmak demek iken, ver-stehen tıpkı İngilizce'de olduğu gibi anlamak demektir.
Peki
Arapça'da farklı mı?
Durma’nın bu dildeki karşılığını hatırlamak yeterli: vakafe
(tevakkuf). Mesela Arafat'ta vakfe yapmak, orada durmak demektir.
Türkçemizdeki vakıf sözcüğü de aynı köktendir. Öyle ya, hayra
sarfedilmek üzre bir kenara konulan ya da başka bir ifadeyle hareketten
alıkonulan mallar için vakıf malları demiyor muyuz? Anlamak bu sözcüğün
neresinde demeyin de ilk heceyi biraz uzatarak söyleyin: (bir şeye) vâkıf
olmak, yani onu derinden kavramak, bütünüyle anlamak.
Türkçe'ye
gelince, biraz olsun dikkat ederseniz, durmadıkça bir hüküm veremediğinizi,
asla bir yargıda bulunamadığınızı da anlarsınız. Her ‘dır’ bir haberdir (Küllü
dır-dırın haberun). Her haber bir yargıdır. Durmadıkça, yani dır ile
sözünüzü bitirmedikçe anlam ortaya çıkmaz. Bu böyledir veya şu şöyledir dediğinizde, bu böyledurur, şu şöyledurur'u kısaltmaktan gayrı
birşey yaptığınızı mı sanıyorsunuz?
Durmadıkça anlam tamamlanabilir mi? Mânâsı
tamamlanan ifadelere cümle demiyor muyuz? Bizler gerçekte sadece haber
cümlelerinin sonuna nokta işaretini koymuyor muyuz? Sözlerimiz lafzen dır/durur ile, işareten de nokta ile durmaz mı? (Bu vesileyle Süleyman
Çelebi'nin Mevlid'ine bir gözatmaya ne dersiniz?)
Hasılı,
bu yoktan dünyada neler olup bittiğini anlamak için durmaya ihtiyacımız var.
Çünkü durup düşünmeye ihtiyacımız var.
Ah bir durabilsek, durup bilsek, dursak
ve bilsek, deyip durmamalı da demeli ve hemen durmalı. Durup düşünmeli, düşünmek
için durmalı!
Evet durmalı ve sonra gözkapaklarımızı yavaşça açıp hareket
halindeki el-âlemi seyre koyulmalı, tıpkı Yunus'un dediği gibi:
Ey
gönül keşfet nikabun can olasun sen sana
Maksudun
sende görüp hayran olasun sen sana
Bülbül-i
zâr-ı çemende tesbih eyle adını
Gonce
gibi açılup handân olasun sen sana
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder