6 Mart 2005
Yıllar önceydi, bir dostumla Çengelköy’de
Çınaraltı’nda oturmuş sohbet ediyorduk. Birdenbire durup, etrafına bir
baksana, deyiverdi:
Susup kalmıştım bu âni çıkış karşısında.
Ağzımda birşeyler gevelemeye çalıştığımı hatırlıyorum ilim ve irfan sahibi
olmanın önemine dair.
Fakat nafile, sözlerim beni bile ikna etmemiş
olacak ki dostum tam hedeften vurmuş olmanın keyfiyle bakan gözlerini
hazırlıksız yakalanmış gözlerime dikip, yaptığımız sadece felsefiyât, sadece tefelsüf.
Aslında kendimizi kandırıp duruyoruz, dedi üstüne basa basa.
Neymiş? Hakikatmiş, yok ilimmiş, yok
irfanmış, bütün bunların hepsi lâfazanlıktan ibaret. Elimizde kalan bir tek
ızdırab ve hüzün. En iyisi aptalların arasına katılıp bu anlamsız hakikat arayışından, bizi böylesine
mutsuz eden hakikat sevdasından vazgeçmek...
Bilirdim, sevgili dostum bunu hep yapardı ve aklınca damarıma basıp benim hâlimizi nasıl ve hangi yoldan savunacağımı iyice görmek isterdi. O da, ben de bilirdik ki hakikat sözkonusu olunca biz birbirimizi kandırmaya tevessül etmezdik. İsterdik ki hakikat, işimize gelmese bile, tüm ihtişamıyla, bütün çıplaklığıyla karşımıza çıksın ve bizi yerle bir etsin, biz bu sonuca en baştan razıydık. Çünkü bütün çabalarımız, nefsimizi, hakikatin onu incitemeyeceği şekilde terbiye etmek içindi zaten.
Temel kabulümüze göre, hakikat, hakikat
ehlini incitemezdi, incitmemeliydi. Hakikatin hayaliyle (yalanla) bile
karşılaşmayı göze alanlar, sırf sevgili yüzünü gösterdiği için, hiç ona gönül
koyabilirler, hakikatin kendisinden ötürü ve dahî hakikat karşısında incinebilirler
miydi? Hakikat bir nefsi incitiyorsa, o nefis için çıkılacak daha çok tepe var
demekti.
Peçesini kaldırmak için elimi yüzüne uzattığım
sevgili, elimi itmeyecek de aksine peçesini açmama izin verecek ve fakat ben
onun cemalini görmekten ötürü pişman olacağım, işte bu şık, bizim defterimizde
yazılı değildi. Bir kere söz vermiştik kendi kendimize: nârına da, nûruna da
razı olacaktık, cemâline değil sadece, hayaline bile kavuşsak, çabalarımız boşa
gitmiş sayılmayacaktı.
Ne var ki dostumun bu seferki salvosu
diğerlerine benzemiyordu. Tereddütle hâlelenmiş gözlerim o konuşurken etraftaki
masaların arasında dolandıkça, o bunu kendimden kuşkulanmaya başladığıma
yoruyor, akıl ve zekânın değil, bilâkis gaflet ve hamakatın asıl mutluluk
sebebi olduğuna dair öne sürmüş olduğu o güçlü tezin tarafımdan da çâr-nâ-çar
kabul edileceğini umuyordu.
Bu sırada başka neler söylediğini, iddiasını
temellendirmek için hangi derelerden masamıza su taşıdığını hatırlamıyorum
bile. Tam olarak farkına varmış mıydı bilemiyorum, lâkin bu seferki atışı
12’den isabet etmişti.
Nefesim kesilmiş bir hâlde nefsime baktım,
görünüşte dostum haklıydı. Kendimi gittikçe daha yalnız, daha çaresiz
hissediyordum. Hakikate topluca yürünemeyeceğine, herkesin kendi hakikatine
yine kendi başına ulaşması gerektiğine çoktan karar vermiştim bile. Üstelik
bildikçe azalacağını umduğum ızdırabım yıllar geçtikçe daha da artmış, bilme
çabalarım derdimi azaltan değil, artıran bir nitelik kazanmıştı. Okumanın,
öğrenmenin sonu yoktu; hakkı verildiği takdirde huzur ve sükun sağladığı da
söylenemezdi. Bir de ilmin dahî bir perde olduğu beyan edilmişti.
Her kapının kilidini açacağına, bütün
karanlıkları ışığıyla aydınlatacağına, beni —elime geçirdiğim takdirde—
yalanlardan, aldatmalardan koruyacağına inandığım ilmin kendisi bile en nihayet
bir perdeyse, önümdeki onca perdeyi aralayacak olan başka ne vardı elimde?
Sadece bir hiç, hem de koskocaman bir HİÇ!
Güya yüksek hakikatleri ağızdan düşürmemek,
büyük meseleler hakkında gürültülü lâflarla atıp tutmak, insanın kendisine
sahte pâyeler vermesine neden olur çoğu kez. Okur-yazar tâifesinde ziyadesiyle
tesadüf edilen gaflet ve hamakat alâmetlerinin başında da bu tür bir kibir hâli
gelir sanırım.
Ne kibir değil mi, elde HİÇle kapı kapı
dolaşmak?
Peki ya, şu çevre masalarda oturan
kalabalıklar?
Gerçekten, ne kadar da çok hâllerinden memnun
görünüyorlardı öyle. O güne mahsus bir durum muydu, yoksa sevgili dostumun
atışları karşısında tereddüt anaforlarına gömülmüş bendenize mi öyle gelmişti,
şimdi tam olarak kestiremiyorum ama hakikaten çevremizdeki insanlar sanki
istisnasız, topluca memnun ve mesud görünüyorlardı hâllerinden.
İtiraf etmeliyim ki gaflet ve hamakat, o güne
kadar hiç böylesine sevimli görünmemişti bana. Âdeta imrenmiş, içimden o
kalabalıklara karışmayı bile geçirmiştim.
Ağzımdan belli belirsiz bir 'haklısın galiba' sözünün çıktığını hatırlıyorum.
Bu itiraf üzerine diğer masaların arasına
karışmak amacıyla oturduğum iskemleden kalkmak üzere bir hamle yapmıştım ki
arkamdan kuvvetli bir el omuzuma bastırıp beni yerime oturttu. Ben, bu da kim
böyle, deyu arkama döndüm ve fakat kimseyi göremedim.
Hatırladığım tek şey, bu kâbustan kan ter içinde uyanmış olduğumdu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder